Ad ve soyadı üzerinde denetim sahibi olmak (vermek, değiştirmek, sınırlandırmak vs.), bir devletin en mühim kimlik inşa etme araçlarından biridir. Mesela 15’inci yüzyılda İngiltere Kralı IV. Edward, İrlanda üzerindeki hâkimiyetini tahkim etmek için İrlandalıları isimlerini değiştirmeye zorlar. 1647’de İspanya’da IV. Philip, Magriplileri “İspanyolca” isim kullanmaya mecbur eder. 1848’te Macar Kraliyeti, Almanlara “Macar” ismi almaları zorunluluğu getirir.
Almanya’da Nazi rejimi, 1930’larda Yahudileri, Eski Ahit isimleri ile sınırlandırır. Ayrıca Yahudileri damgalayacak başka önlemleri de alır. Giysilerde Davut yıldızı, Alman pasaportlarında Yahudileri ayırt eden kırmızı “J” harfi ve ihtiyaç karneleri üzerindeki “Jude” yazısı bu önlemlerden bazılarıdır. 1927-1943 yılları arasında İtalya’da faşist rejim, İtalyan kimliği ayartmak amacıyla etnik Sloven ve Hırvatların soyadlarını İtalyanlaştırma siyaseti izler. 20’nci yüzyılda Bulgaristan’da komünist rejim, etnik Türklerin isimlerini Slavlaştırma ve Hristiyanlaştırma dayatmasında bulunur. Buna karşı çıkanların öldürülmeleriyle devam eden olayların neticesinde 340 bin Türk sınır dışı edilir.
Velhasıl devletlerin, hem modern öncesi dönemde hem de modern dönemde yönetimi altında bulunanların isimlerine müdahale ettikleri görülür. Meltem Türköz “Bu soyadı alınmamış ise…” başlıklı çalışmasında*, Türkiye’deki 1934 tarihli Soyadı Kanunu’nu bu çerçevede ele alır. Farklı geçmişlerden gelen ve Cumhuriyet yıllarında çocuk olan 60 kadın ve erkek ile yapılan mülakatlarda, onların soyadlarını alma öyküleri üzerinden Türkiye’deki ulus inşa sürecinin önemli bir boyutuna dikkat çeker.
İki Anahtar: Milliyetçilik ve Laiklik
Osmanlı döneminde yönetim halklara belli bir dil dayatmaz. İmparatorluk sınırları içinde çok sayıda dil ve alfabe kullanılır. Tahminlere göre Osmanlı’da 100 kadar dil ve lehçe konuşulur. 18’inci yüzyılın sonlarına doğru Fransızca da resme eklenir; Fransa’da eğitim gören ve 1789 Devrimi’nden etkilenen Osmanlı aydınlarının öncülüğünde birçok Fransızca kelime Osmanlı kullanımına girer.
Ancak 19’uncu yüzyılda, dönemin siyasi ruhuna uygun olarak, dilde sadeleşme eğilimi de kendini gösterir. Türköz, Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemlerinde dildeki reformları iki genel döneme ayırır: Tanzimat’ın faydacı, sadeleştirmeye yönelik çalışmaları ile 1908’de başlayan tasfiyeci laik aşama ve 1930’ların radikal çalışmaları. Atatürk dönemindeki devlet destekli Alfabe ve Dil Devrimi, önceki on yıllarda yapılan radikal çalışmaların doruk noktasını temsil eder.
Kemalistler önlerine koydukları Batılılaşma hedefine “milliyetçilik” ve laiklik” ilkeleri ile varabileceklerini düşünürler. Milliyetçilik, sosyal hayatın her alanının Türkleştirilmesini ve dilinin de Türkçeleştirilmesini gerekli kılar. 1928’den itibaren basının büyük bir kısmı yeni alfabeyle ve 1930’lardan itibaren de öz Türkçe ile yayın yapmaya seferber edilir. Elbette isimler de bu dalgadan nasibini alır.
Böyle bir iklimde hayata geçirilen Soyadı Kanunu’na giden yolu açan Ziya Gökalp’ti. 1924’te “Aile İsimleri” başlıklı bir yazı kaleme alan Gökalp, Türkiye’nin medeni ülkeler arasına girmesini sağlayacak bir aile ismi kanununun düzenlenebileceğini belirtir. Aile isimleri; Oğuz Türklerindeki isimlendirme geleneğini yaşatacak ve uygarlığa ulaşmayı sağlayacaktı. Keza devlette kayıtlı bir aile ismi, sosyal dayanışmayı da sağlayacaktı. Yani hem geçmişe hem bugüne hem de geleceğe faydası olacaktı.
“Gökalp’in öngördüğü nüfus kanunu ve buna ilişkin aile isimleri düzenlemesi, geç Osmanlı’nın sorunları dâhilinde aile dayanışmasına dair ülküleri de barındırır ve 1930’larda oluşan Dil Devrimi’nden beslenen, Türkleştirme boyutu olan Soyadı Kanunu’na yol haritası oluşturur.” (s.73)
“Onu alnındaki damgası ile bilmek”
Soyadı Kanunu 21 Haziran 1934’te onaylanır, 21 Aralık 1934’te yürürlüğe girer ve vatandaşlara soyadı seçmeleri ve kaydettirmeleri için 1,5 yıl süre tanınır. Kanunun gerekçelendirilmesinde üç husus öne çıkar: Bir, bütün dünya için gerekliliği kabul edilmiştir. İki, milliyeti ifade eder. Üç, dinî tesirden kurtarılmayı bekleyen isimler vardır.
Meclis görüşmeleri birçok tartışmaya sahne olur. Vekiller önce” soy” kavramının ne anlamda kullanıldığını tartışırlar ve sonunda “soy” kelimesinin “ırk” kavramının karşılığı için kullanımını kabul ederler. Ardından soyadının lüzumu olup olmadığı münakaşa edilir. Çünkü bazı vekillere göre, ailelerin zaten bir “aile isimlerinin” olduğunu, çeşitli nedenlere bu ismi kullanmadıklarını ve tescil etmediklerini belirtirler. Nüfusun yüzde 80’inin bir aile ismi bulunduğuna göre, kanunun geri kalan yüzde 20’ye dönük olmasını gerektiğini belirtiler.
Vekiller akabinde seçilecek olan isimlerin Türkçe olmasında anlaşırlar. Birçok kişinin “müftü” gibi unvanlar ve kendilerine saray tarafından verilen isimler kullandıkları için gerçek Türk isimlerini unuttuklarını söyleyen İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, daha büyük bir tehlikeye de dikkat çeker: Aşiret isimleri. Milli birliği bozduğu gerekçesiyle aşiret isimlerinin soyadı olarak alınması yasaklanır. Bu yasak, Kürt isyanları ve İskân Kanunu ile örtüşür. Cumhuriyet, aşiretleri “eski”, “ahlaki çöküntü yaşayan” ve “ihanet eden” yapılar olarak kodlar.
Aşiretlerle birlikte diğer Müslüman grupların (Arap, Çerkez, Çeçen, Laz, vs.) isimleri de milli birliğe yönelik bir tehdit olarak algılanır. Peki, bu tehlikeli isimlere nasıl muamele edilecektir? İçişleri Bakanı Kaya, asimilasyona taraftardır. Refet Bey ise, bu tehlikeli unsurların isimlerinin Türkçeleştirilmesine karşı çıkar, “damgalama” yöntemini tercih eder.
“Yabancı ırk ve millet isimlerini resen kaldıracağız. Bunu doğru bulanlardan değilim. Bu memlekette özü benden olmadığı halde sendenim diyen adamların benim yanıma gelmesinden ben bıkmışım. Bunlar yabancı isim taşıyorsa bunların şeklen Türk tanınmasını ben istemem. Eğer bu adam yabancı bir ırk ismi taşıyorsa ve özü de benden değilse ve kendi ırkına ait olan bir isimi taşımak istiyorsa, ben onu alnındaki damgasile ve olduğu gibi bilmeği münasip görürüm.” (s.95)
Şükrü Kaya karşı görüşü dillendirir:
“Burada oturanları, bizim camiamız dâhilinde bulunanları behemehâl Türk camiasının içine sokmak ve onları medeniyetin feyzinden istifade ettirmek bizim borcumuzdur. Niçin hala Kürt Mehmet, Çerkeş Hasan, Lâz Ali diyelim. Bir defa bu hâkim unsurun kendi zaafını gösteren bir şeydir. Hâlbuki Türk unsuru en çok temsil eden unsurdur. Bu ayrılıkları bırakmak doğru değildir. Eğer kendisinin içinde en ufak bir aykırılık hissi varsa, memlekette ve cemiyette onu silelim, o adam da o zaman benim kadar Türk olacak ve memlekete hizmet edecektir. Böylece memlekete hizmet etmiş yabancı ırklara mensup adamlar çoktur. Niçin bunları kendimizden ayıralım ve kara damga gibi alnında yabancı, yabancı, yabancı diye bulunduralım? Bu ayrılıkları da kaldırmak lazımdır. Bizim vazifemiz budur. Bu maddeyi aynen kabul buyurun. Üzerinde çok işlenmiştir. Ufacık bir hareket, bizi şaşırtabilir.” (s.96)
“Ata’dan öz, Türk’ten arı ne söz bulunabilir?”
24 Kasım 1934’te, Meclis 2587 sayılı Kanun’la Mustafa Kemal’e “Atatürk” soyadını verir. Kanuna göre kendisi hariç kimse bu soyadını taşıyamaz. Atatürk ismi bir süre tartışıldıktan sonra belirlenir. Bu soyadının ilham kaynağının Türk Dilini Tetkik Cemiyeti Başkanı Saffet Arıkan’ın bir konuşması olduğu ve bu konuşmada Arıkan’ın Mustafa Kemal’e “Ulu Önderimiz Ata Türk Mustafa Kemal” diye hitap ettiği ifade edilir.
Falih Rıfkı da aynı gün “Atay” soyadını alır. Ona göre, Atatürk isminin değeri, Arapça olmamasındadır.
“Mustafa Kemal, babasının ona taktığı arapça bir at, Gazi, ona ulusun verdiği arapça bir sandı. Soyunu ölümden kurtarmış olanı, soy dilinin en öz, en arı sözü ile bezemek gerekti. Ata’dan öz, Türk’ten arı ne söz bulunabilir?” (s.99)
Halkın soyadı almasını ve kaydetmesini hızlandırmak için Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ağı kullanılır, müftülerden yardım talep edilir. Kayıtlar beklenen hızda olmayınca, CHP Genel Sekreteri Recep Peker, parti teşkilatlarına bir genelge gönderir; partinin bütün örgütlerinin ve Halkevleri’nin bu işte ön ayak olması gerektiğini bildirir. Aksaray Mebusu Ahmet Süreyya, bir dilekçe ile ad ve soyadını değiştirdiğini haber verir:
“Çok saygı değer Bay önderim K. Atatürkün bana verdiği takdığı örğe adını eskiden Babamın koyduğu (Ahmet Süreyya) adile deniştirdim. Adana ikinci hukuk mahkemesinin verdiği kararla adım bundan sonra örğe dir. Soy adı Kanununa göre de Evren (eski Çavdar oğlu) soyadımın yerine kullanılacaktır. Onun için bu günden sonra adıma: örğe Evren denilmesini ve Fırka kütüklerinde adımın buna ğöre deniştirilmesini sonsun sayğılarımı sunarak yalvarırım. sevğili şefim.” (s.105-16)
Soyadı üretmek için Dil Devrimi’nin üç metoduna başvurulur: Eski Türkçe metinlerden alıntılar yapılır, yerelden isimler toplanır ve yeni kelimeler türetilir. Bazı devlet memurları, öğretmenler ve vatandaşlar tarafından yazılan soyadı ve isim kitapları, soyadı alma sürecinde önemli bir kaynağa dönüşürler.
“Bu kitaplar sadece soyadlarına dönüşebilecek sözcük ve adları listelemekle kalmadı; aynı zamanda benzersiz adlar yapmak için kullanılabilecek sonek ve önek listeleriyle de okuyucularına özgün soyadı yaratma sürecinde yol gösterdi. Kimi vatandaşlar yetkili biri tarafından listeden seçilen bir isme itiraz etmezken diğerleri de kayıtlı aile isimlerini geri almak veya kendilerine daha onurlu bir soyadı talep etmek için ayrıntılı dilekçeler hazırladı.” (s.131)
Azınlık isimlerinin değişimi tek bir kurala göre olmaz. Kanun, yeni soyadlarının Türk olmasını şart koştuğundan, kural olarak, eski soyadlarının değişmesi gerekmez. Ancak, Türköz’ün incelediği kayıtlar, Musevi ve Ermeni ailelerin bazen soyadlarını koruyabildiğini, bazen ise ya ismini tercüme ettiğini ya etnik aidiyetini gösteren eki çıkarıp ismini nötrleştirdiğini veyahut ismin anlamının Türkçesini aldığını gösterir.
“On Emir”
Türköz’ün çocuklukları erken Cumhuriyet dönemine denk katılımcılarla yaptığı mülakatlarda, katılımcıların Atatürk’e duydukları yakınlık göze çarpar. Emekli öğretmenlerin birçoğu kendini “Atatürk çocuğu” veya “Cumhuriyet çocuğu” olarak tanımlar. Çocukluklarında bir vesile ile Atatürk ile tanışmış olmalarını “kutsal bir sermaye” gibi paylaşırlar, Atatürk dönemini “devr-i saadete” benzetirler. Mübadele ile göçmenler, Atatürk’ü sadece bir kurucu olarak değil, aynı zamanda bir hemşeri olarak da sahiplenirler.
Anlatılarda, kanunun yetkili kıldığı muhtarlar ve nüfus memurları isim veren kişiler olarak sıklıkla geçer. Mamafih okuryazar, eğitimli ve kentli kesimlerde soyadları için yazılı kaynaklar yol gösterici olur. Mesela, Türköz’ün babasının Diyarbakır Lisesi’nden sınıf arkadaşı olan Orhan Asena, soyadlarını bir hikâyeden aldıklarını belirtir:
“1934-1935’te Soyadı Kanunu çıktığı zaman demek ki ben 1922 yılında doğduğuma göre 12-13 yaşındaydım. Çocuk Sesi adlı bir dergide Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun Gültekin adlı bir çocuk romanı çıkıyordu. Bu dergiye aboneydim, abone gibi bir şey. Hep sürekli devam ediyordum. O romanda ilk defa Asena adına rastladık. Babam, benim, bu soyadının ahengine mi kapıldı, Asena yahut -bu şeyin- zaten tarihe de meraklıydı, bunu ailemizin, geniş ailemizin yani Asena kadar geniş ailemizin lideri olarak dedemin kardeşi Cemil Asena’ya anlattı. Ve soyadı olarak benimsediler bunu. Asena, Türkleri Ergenekon’dan kurtaran o dişi kurdun adı.” (s.144)
Mülakatlarda çok farklı soyadı alma tecrübeleri aktarılır. Ailesi olmayan çocuklara soyadlarını nüfus memurları verir. Kimi soyadı alma süresinin sonuna yaklaşıldığı için bir kahvehane soyadını satın aldığını belirtir. Kimi ailesinin lakabını veya tarihsel adını soyadı olarak benimser. Kimi İslami tını veren ismini devrim sözcüklerine tercüme eder; Katibizade Yazgan olur mesela. Kimi meslekleri ile soyadları arasında irtibatlar kurar vs.
Gayrimüslim vatandaşların tavırları da farklılaşır. Kimi gayrimüslimler soyadlarını korumak konusunda ısrarlıyken kimi de etnik ve dinî kökenlerine dair göstergeleri silikleştirmek için soyadını değiştirme yoluna gider. Rıfat Bali, Türkiye’deki azınlıklar içinde öz ad ve soyadlarını en çok değiştiren grubun Yahudiler olduğunu söyler. Yahudi cemaatinin bir kısmı, bilinçli bir şekilde Türkleşme çabası gösterir. Önceleri Pan-Türkist, sonra da sıkı bir Kemalist olan Moiz Cohen (Munis Tekinalp) bu düşüncenin en keskin savunucusudur.
Tekinalp’in 1928 yılında yayınladığı Türkleştirme isimli bir kitap, Yahudilerin nasıl Türk olacağına dair On Emir’i içerir. Her ne kadar Yahudilere yönelik görünse de, kitabın asıl hedefi Türk yetkilileridir. Tekinalp’in gayesi, Yahudi cemaatinin Türk ulusunun barışçıl bir parçası olmayı istediğini göstermektir.
“1. Adlarını Türkleştir.
2. Türkçe konuş.
3. Havralarda duaların hiç değilse bir kısmını Türkçe oku.
4. Okullarını Türkleştir.
5. Çocuklarını devlet okullarına gönder.
6. Ülke işlerine karış.
7. Türklerle düşüp kalk.
8. Cemaat ruhunu kökünden sök.
9. Ulusal ekonomi alanında sana düşen görevi yap.
10. Hakkını bil.” (s.178-179)
“Türklük bir kan ve karakter meselesidir”
Tekinalp, Türkleşmek için bir Türk adını taşımanın zorunluluk olduğunun altını çizer. Yahudi cemaatine iki tavsiyede bulunur: Bir, isimlerinizi Türkleştirin; Mişon’un Musa’ya, Albert’in İbrahim’e, Salomon’un Selim ya da Süleyman’a dönüştürülmesinde bir mahzur yoktur. İki, bundan sonra doğacak çocuklarınıza doğrudan doğruya öz Türk adları verin.
Ancak, Tekinalp’in Yahudilerin Türkleşmeye hazır olduğunu kanıtlama çabaları, basındaki menfi Yahudi algısını değiştirmez. Popüler basında Yahudiler kâr peşinde koşan hırslı işadamları olarak tasvir edilir. Nihal Atsız, Yahudi aleyhtarı yazılar basar ve Yahudilerin Türk ismi almalarına karşı çıkar.
“Bir Yahudi isim değiştirmekle ya da Müslüman oldum demekle asla Türk olamaz! Türklük bir kan ve karakter meselesidir.” (s.181)
1930’ların sonlarından itibaren Soyadı Kanunu’na eleştiriler artmaya başlar. Öncelikle adı-soyadı şeklindeki hatalı sıralamanın soyadı-adı şeklinde düzeltilmesi gerektiği ileri sürülür. İlgisiz soyadı seçenlerin nüfus kütükleri incelenerek aile soyadlarını almalarının sağlanması gerektiği belirtilir. Alafranga soyadı seçmenin büyük bir hata olduğu vurgulanır.
Zamanla soyadı değiştirme talepleri yükselir. 1980’li yıllardan sonra İslami kesimden, diğer reformlarla birlikte Soyadı Kanunu’nun gayesinin de İslami görünürlüğü ve İslami otoriteyi ortadan kaldırmak olduğu yönündeki eleştirilerin dozu artar. 1990’larda Kürtler, Soyadı Kanunu’nun asimilasyonist boyutunun altını daha bir kalın çizerler.
“Eğer soyadınız ‘tembel, inek, korkak’ gibi bir şeyse, bunu görgü kurallarına göre Çalışkan, Aslan, Cesur olarak değiştirebilirsiniz. Ancak toplumsal olarak kabul görmeyen soyadınızı Kürt, Laz, Pomak, Çerkez, Gürcü, vb. olarak değiştiremezsiniz.” (s.191)
Velhasıl, Soyadı Kanunu bir taraftan karmaşıklaşan toplumsal yapıyı denetim altına almayı amaçlayan bir idari tasarruf, diğer taraftan da toplumu belli bir kalıba sokmayı amaçlayan kimlik oluşturucu bir araç olarak iş görür. Soyadı, milli kimlik inşasının önemli bir parçasıdır.
Ancak, devlet merkezi olarak toplumu öngördüğü şekilde inşa etmeye çalışsa da, bu her zaman mümkün olmaz. İşler her zaman devletin arzuladığı gibi gitmez. Toplum kendi dinamikleriyle sürece bir şekilde müdahil olur ve süreci çeşitlendirir.
Soyadı Kanunu’nda yaşanan da budur. İnsanların soyadlarını edinmeleri tek bir güzergâhı takip etmemiş ve birbirinden tamamen farklı çok sayıda öykü barındırmıştır. İçinde bastırılma da vardır direniş de. Yürekten bir kabul ediş de vardır korkudan ses çıkarmama da. Coşkulu ve misyoner bir sarılma da vardır kritik önem atfetmeme de. Süreklilik de vardır değişim de.
Anlaşılan o ki, devletler insanları kontrol etmek ve toplumu okunur kılmak için isimleri belirleme çabasını sürdürecekler. İnsanlar ve toplumlar ise geçmişte olduğu gibi gelecekte de geleneklerini, tarihlerini, özgürlük ve eşitlik istemlerini ileri sürerek bu çerçeveyi değiştirmek için uğraşacaklar.
* Meltem Türköz, “Bu soyadı alınmamış ise …”, İletişim Yayınları, 2023, İstanbul.