Soru şöyle de sorulabilirdi: “Bu tekinsiz dünyada Türkiye’yi kim, hangi lider, hangi iktidar koruyabilir?”
Ama cevaba gelmeden sorunun kendisi bile “iktidar propagandası” hissi uyandırmaya yetiyor.
Zaten tam olarak da bu hissi konuşmalıyız.
Çünkü uzun süredir Türkiye’de bu soru ve cevabında bir tekelleşme var.
Cevabını bırakın, sorunun kendisi bile iktidar propagandasının en önemli argümanı.
Halbuki bu soru üzerinde düşünmeden 14/28 Mayıs 2023’ü , Mayıs 2023-Mart 2024 seçimleri arasındaki farkı anlamak da, 2028’deki muhtemel senaryolar üzerinde düşünmek de zor.
Belki objektif düşünmek için biraz Türkiye’den uzaklaşmaya ihtiyacımız vardır.
Muhtemelen dün İran’ın drone sürüsü kendilerine doğru gelirken İsrailliler de bu soru üzerinde düşündüler.
İlk seçimde kararlarını verirken akıllarında bu soru olacak.
Kasım ayında başkan seçecek Amerikalıların tercihinde de bu soru kritik olacak.
Macarlar bu soruya bir kere daha Orban diye cevap verdiler geçen yıl.
Benzer korkular yaşayan İtalyanlar da siyasete Mussolini çizgisindeki partide başlamış Meloni’yi seçtiler.
Hollandalılar ülkenin sınırlarını ve kültürünü korumada en sert adam olan Geert Wilders’i tercih ettiler.
Slovaklar da Ukrayna krizinin daha fazla içine girmekten korkup, Rusya yanlısı Pellegrini’yi devlet başkanı yaptılar geçen hafta.
2027’de Fransızlar Macron ve Le Pen arasında karar verirken de bu soru en kritik soru olacak.
Bu hafta sonu sandık başına gidecek Hindistan’da, Modi de halka bu sorunun doğru cevabının kendisi olduğunu söyleyerek kampanya yaptı.
Haziran ayındaki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde bu soru yüzünden aşırı sağ ve Avrupa-septik partiler çoğunluğu ele geçirebilir.
Yani biz kaçsak da peşimizden kovalayan, küresel bir soru var karşımızda.
Türkiye’de 14 Mayıs 2023’de yapılan genel seçimin sonucunu da aslında bu soru belirledi.
31 Mart’ta ise seçmene sorulan soru bu değildi.
14 Mayıs ile 31 Mart arasında temel fark bu kadar basitti aslında.
Sorulan soru farklıydı.
(Etyen Mahçupyan Serbestiyet’teki son yazısında bunu detaylı olarak yazdı.)
Eğer dünyada önümüzdeki yıllarda küresel barış, eşitlik, adalet ve düzen hakim olmazsa 2028’de de tekrar halka bu soru sorulacak.
Peki iktidar ve muhalefet bu sorunun akla ilk gelen cevabı olabilmek için ne yapıyor?
Bu soruya geçmeden bir rakama biraz daha yakından bakalım:
271019210019
Son birkaç haftadır Türkiye’yi karıştıran bir kod numarası bu.
Türkiye’nin ihracat kalemleri listesinde kerosen yani jet yakıtının kod numarası.
Türkiye’den İsrail’e ihracatın devam etmesine, listede jet yakıtının bile olmasına insanlar haklı olarak tepki gösteriyorlar.
Bu acımasız katliam karşısında çaresizlik hissiyle insanlar en azından kendi ülkelerinin yapabileceğinin maksimumunu yapmasını talep ediyor.
Türkiye gibi siyaseten kutuplaşmış bir toplumda gerçek zaten öksüz, üstelik Gazze meselesi yerel seçim tartışmalarının da bir parçası oldu.
O yüzden listede bu kod numarasını görenler İsrail’in Türkiye’den aldığı jet yakıtı ile Gazze’yi bombaladığını bile iddia etti.
Halbuki gerçek o kadar acımasız değildi.
Ticaret Bakanı, epey geç kaldığı için duyulmayan açıklamasında jet yakıtının yakıt ikmalinde sivil uçaklara satılan yakıt olduğunu anlattı.
Bakanlıktan aldığım biraz daha ayrıntılı bilgilere göre durum şöyle:
7 Ekim 2023 ile 31 Mart 2024 tarihleri arasında İsrail’e 110 bin dolarlık kerosen yani jet yakıtı ihraç edilmiş.
Bunun %99,2’si 2023 yılında yapılmış.
2024 yılında sadece Mart ayında 918 dolarlık bir ihracat görülüyor.
2023 yılının tamamında yapılan ihracatın toplamı 641 bin dolar.
Bunun %93’ünü SOCAR ve yüzde 7’sini Petrol Ofisi yapmış. İkisi de özel şirketler.
Peki kime ihraç etmişler?
Şirket adları: Israir Airlines, Challenge Airlines, Arkia Airlines, Corendon Airlines, Shino Aviation ve El Al İsrael Airlines.
Tamamı İsrail merkezli sivil havacılık şirketleri. Bazıları yolcu uçağı, bazıları da özel uçaklar işletiyor.
Yani Türkiye havalimanlarına gelen İsrail sivil uçakları yakıt ikmali yapmışlar, bu da kayıtlara ihracat kalemi olarak girmiş.
Normal zamanlarda rutin olan yakıt ikmali üzerinden ihracat, Gazze gibi bir insanlık krizinde tepki çeken bir meseleye, iktidarın çelişkileri teşhir edilirken bir malzemeye dönüştü.
Ama bu gerçeği Gazze’deki katliam karşısındaki hiçbir şey yapamama hissiyle boğuşan, en azından kendi ülkesinin daha fazlasını yapmasını isteyen insanlara anlatmak kolay değil.
Çünkü Filistin konusunda çıtayı yükseltmiş olan, bizzat iktidarın kendisi.
2009’da One Minute olayı bir tarafa, önce 2010’da sonra 2018’de iki kez İsrail Büyükelçisi’ni geri göndermiş, her Gazze operasyonu sırasında İsrail’deki hükümetlerle açıktan tartışmaya girmiş, Hitler benzetmeleri yapmış, 7 Ekim’den sonra İslam dünyasında Hamas’a kurtuluş örgütü diyerek destek veren, üç çocuğunu İsrail öldürünce Hamas liderlerinden Haniye’yi taziye için arayan dünyadaki tek lider (Katar Dışişleri Bakanı dışında) olmuş Erdoğan’ın ve AK Parti iktidarının, en azından Filistin meselesindeki hassasiyetine, herhalde kimse itiraz etmeyecektir.
Hatta uzun süre bu hassasiyet Türkiye’de muhalefet tarafından aşırı bulundu ve eleştirildi.
Türkiye’de iktidarın Gazze politikası yerden yere vurulurken, Erdoğan’dan aldığı taziye telefonunu salondaki diğer Hamaslı yetkililere hoparlörden dinleten Haniye’nin böyle düşünmediği herhalde belli oluyor.
Aslında Erdoğan ve Türkiye, 7 Ekim’den sonra uzun bir süre çok alttan aldı, diyalog kanallarını zorladı, arabuluculuk denedi.
Hatta bu sırada Türkiye’de yapılan Filistin eylemlerinde polis gaz kullandı.
Sonra mesele Batı’dan sadece Hamas’ın 7 Ekim saldırısına indirgenip, Gazze’deki İsrail’in katliamı “meşru müdafa” olarak görmezden gelinince, Batılı liderler Tel Aviv’e desteğe koşunca, Erdoğan da ünlü konuşmasını yaparak, mücahitler grubu diyerek sahip çıktığı Hamas’a karşı IŞİD koalisyonu gibi bir koalisyon kurulması girişimlerine itiraz etti.
Ama Hamas’a mücahitler grubu diyen tek İslam dünyası lideri olan Erdoğan, İsrail’den elçisini çekmedi, İsrail ile tüm ticari, diplomatik, siyasi bağlar koparılmadı.
Peki bu kez neden Türkiye daha temkinli davrandı?
Dünyada bölgedeki İslam ülkeleri dahil İsrail’le tüm ticareti kesmiş tek ülke Malezya.
Malezya uzakta ve İsrail ile ticareti zaten kısıtlı.
Türkiye, ticareti kısıtlayan ikinci ülke oldu.
Diğer Batılı ülkeler ise hâlâ İsrail’e silah satışının yasaklanmasını tartışıyor.
Bütün İslam ülkeleri içinde bu kararı sadece Türkiye ile Malezya’nın vermiş olması tabii ki tesadüf değil.
Pakistan’ı dışarıda tutarsak, İslam dünyasının iki seçimli demokrasisi Türkiye ve Malezya. İktidarların üzerinde hâlâ toplumun baskısı var.
Nihayet devlete adım attıran, sivil toplumun baskısı oldu.
Tekrar sorunun cevabını arayalım. Neden Türkiye de, daha önce sonuncusuna kıyasla sınırlı kalan İsrail’in Gazze saldırılarında yaptığını bu kez yapmadı?
Çünkü Gazze faciasından çok önce iktidarın dış politikasında radikal bir değişiklik oldu.
Türkiye, dış politikada vites küçülttü.
Ekonomik sorunların da tetiklemesiyle, kavgalı olduğu Körfez ülkeleri ve Mısır’la barıştı. Suriye’ye barış sinyalleri gönderildi. Ukrayna-Rus krizinde Batı’nın net Ukraynacı çizgisi izlenmedi. Gazze öncesi İsrail’le de yeniden ilişkiler kurulmuştu.
Ve hemen ardından benzeri yaşanmamış Gazze geldi. Kurulan bütün bu dengeleri sarstı.
Türkiye’deki iktidarın önünde iki yol vardı; ya AK Parti’nin klasik dış politika reflekslerine geri dönülüp, en üst perdeden Gazze’ye tepki gösterilecek, elçi çekilecek ve bütün ilişkiler dondurulacaktı, ya da..
İkincisi tercih edildi.
Türkiye’nin Gazze’de herkesin en önüne geçmemek diye bir politika izlediği anlaşılıyor.
Burada gözetilen denge, özellikle de yeniden ekonomik-siyasi ilişkilerin kurulduğu Arap ülkelerini Gazze meselesinde gölgede bırakmamak, onları kendi toplumları nezdinde mahcup etmemek.
Çünkü Körfez ülkeleri ve Mısır, Gazze konusunda sessiz, aşırı temkinli, Hamas’a çok mesafeli, İsrail ile kötü olmadan bu krizi atlatmak ve Gazze’deki savaşı bitirmek istiyorlar.
En ilerisini yapan Katar’ın pozisyonu bile arabuluculuk.
Hiçbir Arap ülkesinin gündeminde İsrail ile ticareti kesmek, İsrail’e ambargo uygulamak, petrol vanalarını kapatmak yok.
Anlaşılan Türkiye’nin Gazze meselesinde politikası da buna uyumlu ilerliyor.
Bu konuda Erdoğan’ın dümeni Hakan Fidan’a ve Dışişleri’ne bıraktığı görülüyor.
Aslında 28 Mayıs’tan bu yana Erdoğan ekonomide dümeni Mehmet Şimşek’e verdiği gibi, dış politikada da dümen Hakan Fidan’da.
O da kapalı kapılar ardında müzakereyle iş yapmayı sürdürüyor, arabuluculuk imkanlarını zorluyor; son sürpriz basın toplantısından, Gazze’ye yardım atmak için İsrail ile bile bir diyalog olduğu anlaşılıyor.
İşte Gazze gibi yaşadığımız devrin en korkunç trajedisinde, AK Parti iktidarının bu kez diplomatik yolları, yöntemleri izlemesi o yüzden göze batıyor.
Gazze gibi bir katliam karşısındaki bu siyaset, pasif, etkisiz bulunuyor, tabiri caizse toplumu kesmiyor.
“Ey”lerle fazlasına alıştırmış iktidarın bu kez tüm ipleri koparmama siyaseti, mesela ticaretin sürmesi de çelişki olarak görülüyor.
Hem Gazze konusunda hassas olanlar hem de muhalefet bu çelişkiyi kullanıyor ve kullanacak.
İktidar ahlaken doğru politika ile rasyonel politika arasında sıkışmış görünüyor.
Fakat eleştirilere rağmen iktidar heyecanlı, yayılmacı, atak, tepkisel dış politikasına dönmüyor.
Çünkü artık ne bunu kaldırabilecek bir dünya var, ne de Türkiye’nin bunu taşıyabilecek ekonomik ve politik gücü.
Kötü tecrübelerle oluşmuş frenler çalışıyor.
Son olarak İran-İsrail meselesinde Cumhurbaşkanı henüz hiç birşey söylemedi, bütün açıklamalar Dışişleri Bakanı’na bırakıldı.
Tarafsızlık, mesafe, olaylara fazla karışmama yeni dış politikanın esası oluyor.
İktidar bunu ne kadar sürdürülebilir, tam tersine alıştırılmış iktidarın tabanı bundan ne kadar memnun ve tatmin olur gibi soruların bir cevabı yok. Gazze’deki diplomatik politika, AK Parti’ye yerel seçimde bir miktar oy kaybettirmiş gibi görünüyor.
Peki, buna karşı muhalefet ne yapacak?
Sadece iktidarın çelişkilerini teşhir mi edecek, yoksa dış politikada, Türkiye’nin bu tekinsiz dünyada nerede durması ve ne yapması gerektiğine dair kendi fikirlerini oluşturacak mı?
Yoksa Yurtta Sulh Cihanda Sulh gibi bir tarafsızlık sloganının arkasına saklanmaya devam mı edecek?
CHP’nin dünya algısında iki birbirine zıt renk görünüyor.
Bir tarafta tabana da hakim ana ideolojik çizgi solcu, ulusalcı bir anti-emperyalizm, anti-Amerika, anti-NATO çizgisi.
Ama resmi dış politika söylemi emekli büyükelçilere emanet.
Onlar da her konuda Batı ittifakı içinde kalalım, başımız ağrımasın çizgisini savunuyor.
Peki bu çizgi ve çizgisizlik, merkezi, patronu kalmamış, çok başlı ve tekinsiz dünyada Türkiye’nin çıkarlarını savunmayı, Türkiye’yi güçlendirmek ve korumayı sağlar mı?
Bu sorular, sadece dış politika uzmanlarına bırakılmayacak kadar önemli ve iç siyasetle doğrudan ilişkili sorular.
Bu sorulara verilecek cevaplar, dış politikadan önce Türkiye ve gelecek tahayyülümüzü de belirleyecek.
Ama nedense genel seçimlerin sonucunu belirleyen bu mesele üzerinde ciddi bir tartışma yürütülmüyor.
Siyasi sömürü için kullanılmaktan bıkkınlık veren “beka kaygısı” derken, kaşınanın gerçek bir kaygı olabileceği ihtimali pek düşünülmüyor.
Halbuki bütün dünyada hissedilen tekinsizlik duygusu Türkiye’de de hissediliyor.
Ve önümüzdeki dört yılda dünyanın düzene kavuşacağını, herkesin kendini güvende hissedeceğini herhalde kimse iddia edemez.
Belli ki krizler derinleşecek, çok başlı dünya daha da tekinsiz hale gelecek.
O zaman en baştaki soruyu bir daha sorarak bitirelim;
Peki, 2028’de daha da tekinsiz dünyada Türkiye’yi kim koruyabilir?