[2 Temmuz 2022] Girişi bu satırlarla yapayım dedim, derken vazgeçtim dalga geçmekten. Önce gülmüş, sonra kızmıştım. Nihayetinde, hepsi yerini kedere bıraktı. Bilemedim, sığlığın, cehaletin, yalanın, küstahlığın, propaganda hamasetinin, kof böbürlenmenin, açığa çıktığında ise tınmamanın, herkesi kendine güldürdüğünü algılamaksızın babalanmanın, bunda ne var ki havalarına girmenin bu derecesiyle nasıl başa çıkacağımı. Mizah gücümün buna yetmeyeceğine karar verdim. Ciddiyete döndüm.
Son zamanlarda kendime dalmış, biraz unutmuştum etrafımı. Meğer iyi geliyormuş, Türkiye’yi, dünyayı biraz unutmak. Her şeyin ne kadar süflîleştiğinin farkında olmamak.
Adana petrolleri
Şimdi şimdi idrak ediyorum ki Haziran ayının son günlerinde bazı dramatik açıklamalarla sarsılmışız. Önce Adana’da 1 milyar dolar değerinde bir petrol rezervi bulunduğunu öğrenmişiz. Ardından, Melih Gökçek’in işletilmesi gelmiş. İkisi bağlantılı birbiriyle. Petrol hikâyesini okuduğumda bir yeri bana da garip gelmişti. Neden miktarı varil yerine dolar üzerinden belirtiliyor demiştim kendi kendime. Varil (= yaklaşık 136 kilo) fizikseldir, sabittir, objektiftir. Dolar ise değişken bir ölçüdür, varil fiyatına göre artar veya azalır. Yeryüzünde eski yeni bütün petrol rezervleri varil üzerinden hesaplanır ve listelenir. 1 milyar dolar çok gibi geliyor da, gerçeği nedir bu işin? Bu sabah, bu yazıya oturduğumda, oturup hesaplayayım dedim. Ham petrolün varil fiyatı, türüne göre şu anda 108-111 dolar civarında. Ortalama 110 diyelim. 1 milyarı 110’a böldüğünüzde, 9,090,909 çıkıyor. Yani kabaca 9 milyon varil.
Fakat (milyar ölçeğinden küt diye milyon ölçeğine indiğinizde) nedir ki 9 milyon varil, dünya ölçeğinde, ya da Türkiye’nin ihtiyaçları karşısında? Büyük bir keşif midir? Ülkemizin petrole bağımlığını değiştirir mi? Yeni bir kalkınma hamlesini besleyebilir mi? Ne gezer. Ülkelere göre petrol rezervleri sıralamasında ilk 40 ülke, 1 milyar varilden yüksek rezervlere sahip. Venezuela neredeyse 300 milyar, sonra Suudi Arabistan 267 milyar, Kanada 160 milyar, İran 157 milyar, Irak 143 milyar, Kuveyt 101 milyar varille başı çekiyor. Türkiye ise 312 milyon varille 53. sırada. Yani yok mesabesinde. Kaldı ki, bunun sadece üçte ikisi üretilebilir (çıkarılabilir) nitelikte. Ve onun da dörtte üçü (yüzde 75’i) şimdiden çıkarılıp tüketilmiş olduğundan, geriye kalan, Türkiye’nin bir yıllık tüketimini ancak karşılayabilecek düzeyde.
Adıyaman jelibonları ve özel toprak elementleri
Görülüyor ki bu rakamlar karşısında 9 milyon varil küçük bir damladan ibaret. Dahası, çok muhtemelen çıkarılıp işletilemeyecek kadar küçük. Yani bir Adana petrol sahası herhalde hiç olmayacak. Öyleyse neden bu kadar gürültü patırtıya konu oluyor? Bir noktada, 2021 yılında Berat Albayrak’ın Karadeniz’de doğal gaz bulunduğu ve hemen 2023’ün ilk çeyreğinde kullanılmaya başlayacağı “müjdesi”ni hatırlatıyor. Herhalde aynı şekilde, iktidar medyasına böyle “sürpriz”ler dışında çok fazla tutunacak dal kalmadığı için şimdi 1 milyar doların da üzerine atlanıyor. Gene bu yüzden olmalı ki karşılığında birilerinin de aklına “Adıyaman’da da 6 milyar dolarlık jelibon rezervi bulundu” esprisi geliyor. Bu sosyal medyada yayılıyor ve Çirkin Ankara’nın mimarı Melih Gökçek de bunu okuyup inanıyor, gerçek sanıyor ve televizyonda çıkıp anlatıyor. O kadar kafası karışık ki, hem “hani çocuklar yer ya” diyor, hem de “nadir bir toprak elementi” diye söz ediyor, gerçekliğinde ısrar ediyor ve “araştıracağını” belirtiyor. Sonra da komik duruma düştüğünde, kabahati solcularda buluyor.
İnsan bu adam ne okumuş, ne biliyor, nasıl bir kültüre sahip (ve tabii, bizi kimler yönetmiş ve yönetiyor) diye düşünmeden edemiyor, ister istemez. Gerçi başkaları da var, aynı soruları sordurtan. Hem de pek çok ve daha kötü. Sizi iki buçuk ay öncesine götüreyim. 19 Nisan’da (Yeni Akit Ankara Temsilcisi) Hacı Yakışıklı diye bir gazeteci, TV100’ün Taksim Meydanı programında, Osmanlı İmparatorluğu’nun ihtişamını anlatmaya girişiyor. Çeşitli Arap ülkelerinin bugünkü başkentlerinin bir zamanlar hep Osmanlı toprağı olduğunu anlatıyor. Heyecanlandıkça heyecanlanıyor. Derken, bundan 100-150 sene önce, diyor, “İstanbul havaalanının İç Hatlar terminalinden bindiğinizde Mekke’ye gidiyordunuz.” Programın moderatörü Gürkan Hacir hafif yutkunuyor; “100-150 sene önce [mi]” diyecek oluyor. Hacı Yakışıklı ısrar ediyor: “Evet, İç Hatlardan Mekke’ye gidiyordunuz.” Eğer şöyle olsaydı da böyle olsaydı da “gidebilirdiniz” filân demiyor. Bunun fiilen olduğunu, böyle cereyan ettiğini savunuyor.
1872’den 1922’ye, uçuş teknolojisi
Sosyal medyadan nasibini aldığı (lâyıkını bulduğu) gibi, tek tük kalmış bağımsız sitelerde de çokça değinilmiş zaten. Ama şimdi ben de bir şeyler ekleyeyim. Dönüp de tekrar okuduğumda (ve youtube’da üç dört kere baştan seyrettiğimde), ben bunu tarih metodolojisine giriş derslerimde nasıl okutabilirim diye düşünmeden edemedim. Mükemmel bir örnek, “tarihsel düşünmek” (historical thinking) açısından, tarihsel düşünememeye. Vereceksiniz bir sınavda alıntı diye; soracaksınız, bu pasajı kaç açıdan eleştirebileceklerini. (1) Zaman aralığı çok büyük. 150 sene önce derseniz 1872’ye geliyor. 100 sene önce derseniz 1922’ye geliyor. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında olayların akışı çok hızlı. Elli yılda çok şey farkediyor. Ama ister 150 yıl, ister 100 yıl öncesinde, bırakın böyle bir olayın cereyan etmesini, Hacı Yakışıklı’nın iddiasının yaslanabileceği olabilirlik koşulları (conditions of possibility) hiçbir şekilde yerine gelmiyor.
Çünkü (2) tabii en basiti, 1872’de ve daha otuz yıl, uçak yok ortada. İnsan ister istemez şunu düşünüyor: hiç mi çocukluğunda Büyük Adamlar, Mucitler ve Âlimler, ya da Büyük Keşif ve İcatlar türünden kitaplar okumamış? Wilbur ve Oliver Wright kardeşlerin yaptığı Wright Flyer, ilk motorlu, havadan ağır uçuşu gerçekleştirdiğinde tarih 17 Aralık 1903. Deve kervanıyla giderdiniz de diyebilirdi, trenle de. Biraz daha gerçekçi olurdu. Ama hayır, öyle demiyor. İllâ günümüze benzetecek, uydurma iddiasını uydurma ayrıntılarla süsleyecek. Tekrar pahasına: İstanbul havaalanının İç Hatlar terminalinden uçağa binip gidiyordunuz diyor. Bunu bir gerçeklik olarak sunuyor.
Hava Şehitleri
Ve burada karşımıza hemen (3) 1903’ten on yıl sonra dahi, yani 150 sene öncesini bir yana bırakıp 100-110 yıl öncesine, meselâ 1910’lara gelirsek, teknoloji İstanbul – Mekke uçuşlarına elverir miydi sorusu çıkıyor. Sahi, bir veya iki pilota ilâveten yolcu da taşıyabilecek güçte uçaklar var mıydı (ve menzilleri ne kadardı) o sırada?
Belki “Hava Şehitleri” bize bir şey söyler bu konuda. 1912-1913 Balkan hezimetinin ardından, İttihatçı yönetimi, artık Enver-Talât-Cemal triumviri demek lâzım, gerek modernliğini, gerekse elde kalan toprakları ve özellikle Arap eyaletleri üzerindeki egemenliğini simgeler umuduyla, 2250 kilometrelik bir “İstanbul-İskenderiye Hava Seyahati” düzenliyor. Muavenet-i Milliye adı verilen uçakta 27 yaşındaki Yüzbaşı Mehmet Fethi Bey ile gözlemci Üsteğmen Sadık Bey, Prens Celalettin isimli uçakta ise Pilot Teğmen Nuri Bey ile gözlemci Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey var. Uçaklar 8 Şubat 1914’te törenle hareket ediyor. Fethi ve Sadık beylerin uçağı, İstanbul-Eskişehir-Afyonkarahisar-Konya-Tarsus-Halep-Humus-Beyrut rotasında inip kalkarak, iki haftayı aşkın bir sürede Şam’a ulaşıyor. 27 Şubat’ta ise Şam’dan Kudüs’e uçarken Taberiye Gölü yakınlarında düşüyor. İki subay şehit oluyor. Pilot Yüzbaşı Fethi Bey ile Üsteğmen Sadık Bey, Emeviye Camii içindeki Selahattin Eyyubi Türbesi’nin yanındaki bir kabre defnediliyor. İkinci uçakta yer alan Pilot Teğmen Nuri Bey ile Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey, arkadaşlarının cenaze namazına yetişiyor. Ancak Pilot Teğmen Nuri Bey de 11 Mart’ta Yafa’dan kalkışı sırasında uçağının denize düşmesi sonucu şehit oluyor ve gene Selahattin Eyyubi Türbesi’nin yanında bulunan kabre defnediliyor. Yarım kalan seferi tamamlamak üzere Pilot Yüzbaşı Salim Bey ve gözlemci Yüzbaşı Kemal Bey görevlendiriliyor. Yeni satın alınan bir uçak, buraya dikkat ediniz, önce bir gemi ile Beyrut’a gönderiliyor. 1 Mayıs’ta Beyrut’tan hareket edip, Kudüs-El Ariş-Port Said-Tel El Kebir-Kahire-Sakkara-Maadi El Habiri-Kahire-Tanta rotası üzerinde gene inip kalkarak, iki haftadan sonra 15 Mayıs’ta İskenderiye’ye ulaşıyor. “Hava Şehitlerimizi Anma Günü” 1926-35 arasında 27 Ocak’ta, 1935’ten itibaren 15 Mayıs’ta kutlanıyor. Fakat böylece İttihatçıların emperyal iddiası, eh, kabul etmek gerekir ki Hacı Yakışıklı’nın iddialarından biraz daha ete kemiğe bürünüyor. Gerçi püff, iki üç yılda o da buharlaşacak (bkz aşağıda, Mekke İsyanı). Gene de, o yıllarda bu tür yolcu seferlerinin hem teknik, hem ticarî imkânsızlığı, sırf bu örnekle ortaya çıkıyor.
Hangi havaalanı? Ne zaman?
(4) Hacı Yakışıklı “Evet, gidiyordunuz” dediği anda, uçaklarla birlikte havaalanlarına ve havayolu ilişkin bazı sorular da doğuyor. İstanbul’da ilk havaalanı (veya pisti) 1912’de Yeşilköy civarında tesis ediliyor. Tamamen askerî. Sivil uçak ve uçuş diye bir şey yok. Türk Hava Yolları ise (Türk Devlet Hava Yolları adıyla) 20 Mayıs 1933’te kuruluyor. 1935’te Savunma Bakanlığı’ndan Bayındırlık Bakanlığı’na, 1938’de Ulaştırma Bakanlığı’na devrediliyor. 1956’da şimdiki THY oluyor. Bu arada, Yeşilköy’deki sivil, uluslararası havaalanı 1949-1953 arasında inşa edilip 1 Ağustos 1953’te açılıyor ve Atatürk Havaalanı adını alıyor.
(5) Bu gelişme sürecinde, bırakalım 150 sene önceyi, yani 1872’yi; 100 sene önce, yani 1922’de de, İstanbul’da herhangi bir sivil havacılık kurumu veya şirketi, gene herhangi bir sivil havaalanı, dolayısıyla tarifeli uçuşlar, dolayısıyla iç ve dış hatlar ayırımı, dolayısıyla müstakil bir iç hatlar terminali bulmak olanaksız. Hepsi palavra, hepsi yakıştırma. Üstelik, 1950’lerde THY’nin ilk uluslararası uçuşları da Lefkoşe, Beyrut ve Kahire ile sınırlı. Listede Mekke yok. Neden yok? Mekke’de (veya civarında) havaalanı yok da ondan. Suudi Arabistan’ın ilk havaalanı 1960’lı yıllarda Dahran’da yapılıyor ve açılıyor. Mekke’ye 70, Taif’e 30 kilometre mesafedeki Taif havaalanı ise ancak 1976’da vücut buluyor. Görüldüğü gibi burada da, Hacı Yakışıklı’nın fantezisinin Türkiye ve İstanbul ayağı gibi Mekke ayağı da tamamen boşlukta kalıyor.
Mekke İsyanı ve Hicaz Krallığı
(6) Teknoloji bir yana, bundan 100 sene öncesi, yani 1922 yılı siyasî bakımdan da çok sakat. Bir kere, 1922’de (veya 1919-1922’de), Anadolu’da Millî Mücadele sürerken hangi İstanbul? İşgal İstanbulu mu? İşgal İstanbulu’ndan mı Mekke’ye düzenli yolcu seferleri düzenleniyor? Ama ikincisi ve asıl komiği, o tarihte bunlar (olsaydı bile) Osmanlı İmparatorluğu’nun değil, belki ancak Britanya İmparatorluğu’nun “iç hat” uçuşları olabilirdi.
Çünkü Mekke, Osmanlı değildi artık. Birinci Dünya Savaşı’nın Arap İsyanları’nın bir parçası olarak, Haziran-Temmuz 1916’da Mekke Ayaklanması da patlak vermiş; Benî Haşim klanının (veya Haşimîlerin) reisi, Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali’nin başlattığı isyanda, iki ay süren çarpışmaların dönüm noktası, İngiliz generali Wingate’in Sudan’dan yolladığı eğitimli bir topçu bataryasının Osmanlı tahkimatını yıkmasıyla yaşanmış; son Osmanlı garnizonu 4 Temmuz 1916’da teslim olmuş; başkenti Mekke olan (İngiliz himayesindeki) Haşimî Hicaz Krallığı kurulmuştu. Mekke Şerifinin Aden’den Halep’e uzanacak bir Haşimî imparatorluğu hayali hiç gerçekleşmediği gibi, kendisi de daha sonra devrildi, rakibi İbn Suud tarafından. Ama daha 1916-18’den itibaren, Osmanlının Arap eyaletleri yoktu artık. İster bağımsız ister yarı-bağımlı bir dizi Arap devleti ve devletçiği vardı.
Bilgi ve kültür sorunlarımız
Onu bunu bilmem; benim lisans öğrencilerimin hemen hepsi geçer(di) böyle bir metodoloji veya tarihsel düşünme sınavından. Olabilirlik koşulları sınavından. Hacı Yakışıklı ise yüzde yüz kalır(dı), hem doğrudan doğruya içerik, hem de sonrasında gerekli bilimsel dürüstlüğü göstermemesi açısından. Zira derhal tevil ediyor, çevir kazı yanmasın operasyonlarına girişiyor. Montajlanmadan dem vuruyor. 22 Nisan’da aynı programa tekrar çıktığında, “Kırptılar” diyor: “Havayolu derken, eğer bugün havalimanı olsaydı diyorum. 100-150 yıl önce İstanbul Havalimanı olsaydı, biz Mekke, Medine, Şam, Kudüs, Varna, Kırım, Belgrad, Sırbistan, bu toprakların tamamına iç hatlardan Türkiye’nin toprağı olarak gidiyorduk. 150 yıl evvel İstanbul’da havalimanı olsaydı biz Medine’ye, Mekke’ye iç hatlardan giderdik, bu bir tarihi gerçek, bu Türkiye’nin büyüklüğü aslında [vurgular bana ait – HB]” Ve çok öfkeli, çok haksızlığa uğramış havalarda devam ediyor: “Bunu kırptılar ve ‘150 yıl önce havalimanı mı vardı?’ dediler. Bunu açıklamış olduğumuza inanmak bile güç.”
Ama maalesef öyle. Hacı Yakışıklı’nın sözde savunması gerçek dışı. Dediğim gibi, hem 19 Nisan, hem 22 Nisan youtube kayıtlarını defalarca izledim. Hayır, “olsaydı” demiyor. Hiçbir maddî-sosyal şarta bağlamıyor. Vardı ve yapılıyordu, bu seferler cereyan ediyordu, gidiliyordu diye konuşuyor. Kayıtların orijinalleri böyle, tamamı böyle. Derken düştüğü durumu biraz idrak eder gibi oluyor. İlkinde de kendi dediğine çok inanarak, ikincisinde de kendi dediğine çok inanarak (rol modeli Doğu Perinçek olabilir mi), ben bunları tabii biliyorum, ne var bunda, ben aslında şunu dedim diye, konuşuyor da konuşuyor.
Burada kişisel bir sorun var kuşkusuz. Bir kişilik ve ahlâk sorunu. Lâkin tümüyle bireysel mi, “münferit bir olay” mı acaba? Sanmıyorum. Etrafımız böyleleriyle doldu ve sanki habire çoğalıyorlar. Ionesco’sunu arayan yeni bir gergedanlaşma kuşağı. Düştükçe düşüyoruz. Bilgi, bilim, ciddiyet, kültür, gerçeklik, vicdan, özeleştiri, ayıp hissi… yerlerde sürünüyor.