spot_img
Ana SayfaGÜNÜN YAZILARICemal Kaşıkçı Davası’nın talihsiz serüveni

Cemal Kaşıkçı Davası’nın talihsiz serüveni

Kaşıkçı kararıyla Türkiye, hukuk sisteminin bağımsızlıktan ne denli uzak olduğunu tüm dünyaya göstermiştir. En azından imaj düzeyinde dahi olsa hukuk sistemimizin koruyabileceği asgari düzeyde bir itibar tamamıyla kaybedilmiş, neyin karşılığında yapıldığı bile belli olmayan bu “fedakârlıkla” Türkiye, tüm devlet ağırlığından vazgeçerek sessizce kenara çekilmiştir. Üstelik bu, Suudi Arabistan’la suçluların iadesi gibi yükümlülükler öngören herhangi bir ikili veya çok taraflı uluslararası antlaşma olmadığı hâlde yapılmıştır.

Sonda söyleyeceğimizi daha en başta ortaya koyalım: Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’da canice katledilmesinin ele alındığı ceza davasının kapatılarak dosyanın Suudi Arabistan’a devredilmesine yönelik 7 Nisan tarihli mahkeme kararı sadece kamuoyunun vicdanını ve hukuka güvenini derinden yaralamakla kalmadı. Aynı zamanda, Türkiye Devleti’nin, kendi egemenliğine ket vurması anlamına geldi.

Dahası, bu karar Türkiye’nin hukuk sisteminin bağımsızlıktan ne denli uzak olduğunu tüm dünyaya göstermiştir. En azından imaj düzeyinde dahi olsa hukuk sistemimizin koruyabileceği asgari düzeyde bir itibar tamamıyla kaybedilmiş, neyin karşılığında yapıldığı bile belli olmayan bu “fedakârlıkla” Türkiye, tüm devlet ağırlığından vazgeçerek sessizce kenara çekilmiştir. Üstelik bu, Suudi Arabistan’la suçluların iadesi gibi yükümlülükler öngören herhangi bir iki veya çok taraflı uluslararası antlaşma olmadığı hâlde yapılmıştır.

Uluslararası hukuk açısından bakınca, sadece bir vahşet olmakla kalmayıp Türkiye’nin egemenlik haklarına ağır bir tecavüz ve tüm diplomasi kurallarının hiçe sayılması olan Cemal Kaşıkçı cinayetinin her dakikası ve failleri -kamuoyuna açıklansın veya açıklanmasın- tüm delilleriyle Türkiye yetkililerinin elindeydi. Zaten Türkiye Hükümeti, bunun getirdiği özgüvenle Kaşıkçı skandalını aylarca tüm dünyaya duyurmuştu. Hâl böyleyken, bu cinayetin bir fail-i meçhul gibi örtülmeye çalışılmasının ve dosyanın Suudi Arabistan’a devredilmesinin davayı cinayetin faillerine emanet etmek anlamına geleceği açıktır. 7 Eylül 2020’de Suudi Arabistan’da sonuca bağlanan göstermelik bir yargılamada verilen göstermelik cezalar da bunun açık bir göstergesidir.

Öte yandan, Cemal Kaşıkçı cinayetinin tüm detayları BM kayıtlarına girmiş, yani uluslararası gözlemcilerce de “tasdik edilmiştir”. BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği (OHCRC) Özel Raportörü Agnes Callamard’ın titiz araştırmaları sonucunda hazırlayıp BM İnsan Hakları Konseyi’ne sunduğu 19 Haziran 2019 tarihli raporu, Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan’ın en üst seviyedeki yetkililerinin bilgisi ve plânı dahilinde öldürüldüğünü açıkça tespit ediyordu. Sonuç olarak, tüm uluslararası kamuoyuna mâl olmuş böylesi bir cinayetin üstünün kapatılması, Türkiye Devleti’nin dış politikasındaki değişikliklerin, ceza hukukumuzdaki en ağır yaptırımlara tâbi olması gereken eylemlerin dahi yargılanmasının önüne set çekebileceğini gösteren büyük bir hayal kırıklığı olarak tarihe geçmiştir. Uluslararası ve ulusal hukukun temel kurallarının bir çırpıda hiçe sayılması, dış politika kazanımlarını önceleyen pragmatik yaklaşımla izale edilemeyecek kadar vahimdir. Kaldı ki dış politikada gerçek anlamda neyin kazanıldığı da büyük bir soru işaretidir. Türkiye’deki hukuk sisteminin yürütme tarafından araçsallaştırılması, yarın başka vakalarda Türkiye’deki hükümetlerin yargı bağımsızlığını öne sürerek kazanabileceği manevra alanını da daraltmıştır. Belki de gün kurtartılmış ama gelecek riske atılmıştır.

Kaşıkçı dosyasının Suudi Arabistan’a devri kararına kadar bu davanın takipçisi ve savunucusu gibi gözüken Türkiye Hükümeti’nin pozisyonu da bugün tartışmalı hâle gelmiştir. Evet, Türkiye uluslararası çapta etki doğuran bir savunuculuk yaptı, Kaşıkçı cinayetinin “gerçek” faillerinin uluslararası itibarının zedelenmesine büyük katkıda bulundu. Ancak bakış açısı biraz değiştirilip cinayetin hemen akabindeki gelişmelere bakınca “hedefin tam olarak ne olduğu belirsizdi” tespiti de yapılabilir. Kaşıkçı cinayetinin araçsallaştırılması yolunun taşlarını en baştan döşeyen en önemli gelişmelerden biri, Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosu’nun Türkiye’yi terk etmesine hiçbir engel çıkarılmaksızın müsaade edilmesiydi ki bu durum Callamard’ın yukarıda anılan raporunda Türkiye’nin üzerine düşen yükümlülüklerden birini yerine getirmemesi olarak daha 2019 yılında eleştirilmişti. Türkiye’nin Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’na, yani suç mahalline girmemesi konsolosluk ilişkilerine dair Viyana Sözleşmesi uyarınca sahip olunan dokunulmazlıklara saygı duyma yükümlülüğü çerçevesinde anlaşılabilirdi. Ancak Başkonsolos’un, büyükelçilerin aksine herhangi bir cezai dokunulmazlığı yoktu ve en azından soruşturmaya tâbi tutulması pekâlâ mümkündü. Sonraki aşamada, Kaşıkçı cinayetine dair iddianamenin hazırlanıp ceza davasının açılması da çok gecikmiştir. Bu da dikkate değer bir husustur. Aylar sonra nihayet açılan dava ise günümüze kadar ağır bir şekilde ilerlemiş, nihayetinde bugünkü noktaya gelinmiştir.

Ne olacak?

Suudi Arabistan’da müsamere tarzında yürütülen ve kapatılan davadan sonra Kaşıkçı cinayetinin faillerine karşı az veya çok adaletin yerini bulabileceği bir imkân olan Türkiye’deki dava da kapatılmıştır. Her ne kadar Cemal Kaşıkçı’nın nişanlısının avukatı Adalet Bakanı’nın dosyanın devrine verdiği olumlu görüşün iptali talepli dava açmış olsa da bundan bir sonuç çıkmayacağını görmek için müneccim olmaya gerek yok.

Türkiye’nin ihlal edilen egemenlik hakları ve konsolosluk ilişkilerine dair Viyana Sözleşmesi kurallarının ihlalinden ötürü Suudi Arabistan’dan Türkiye’ye yönelik herhangi bir açıklama da yapılmış değildir. Bir özür dilenmesi dahi söz konusu olmamıştır. Kısacası, sadece Kaşıkçı ve yakınları değil, Türkiye de ihlal edilen haklarının karşılığında bir şey alamamıştır.

Kaşıkçı cinayetine dair adaletin bir nebze dahi olsa tecelli etmesi için bundan sonra elde kalan tek umut ise pek beğenmediğimiz, ABD’de görülen ve 2020’nin sonunda açılmış olan hukuk davasıdır. Suudi Arabistan Veliaht Prensi’nin de davalıları arasında yer aldığı bu davanın ABD’nin dış politika dinamiklerinden tamamen bağımsız yürüyüp yürümeyeceğini bilmiyoruz ancak davanın üstünün burada olduğu şekilde kapatılamayacağı kesin ve faillerin en azından yüksek seviyede tazminatlara maruz kalabileceği ihtimal dahilinde.

Başta söylediğimizi şimdi bir de sonda tekrarlayalım: Ülkemizde ve coğrafyamızda temel insan haklarının korunmasının büyük bir lükse dönüştüğü ve adaletin kaçınılmaz bir şekilde yine “Batı”nın mahkemelerine kaldığı gerçeği, Kaşıkçı dosyasının talihsiz serüveniyle yüzümüze sert bir şekilde vurulmuştur. Ancak en azından devlet itibarımızı koruyabilseydik…   

- Advertisment -