Pazar gecesi ekranlarda gördüğümüz çarpıcı haritanın bize anlattığı çok şey var. En önemlisi nedir diye sorarsanız, rejimin olanca otoriter yapısına rağmen Türkiye’de seçimlerin ne kadar can alıcı olduğunu kanıtlıyor olmasıdır derim.
Sonu gelmez seçim başarısızlıklarının yarattığı sonuçlardan birisi de, muhalefetin vizyonsuzluğu, kapsamlı siyasal dönüşüm programından yoksunluğu ve alternatif ideoloji üretmedeki kısırlığına dikkat çeken eleştirilerin yoğunlaşmasıydı. Ekonomideki olağanüstü başarısızlığa, siyasi tutarsızlıklara, yargı sistemindeki çürümüşlüğe, onca şatafat ve yozlaşmaya rağmen iktidarın gücünü koruyor olması, muhalefetin bahsettiğim zaaflarına bağlanıyordu. Bu durum sadece seçimlerin kazanılamamasının nedeni olarak görülmekle de kalmıyordu. Asıl önemlisi; muhalefetin bu haliyle seçim kazanmasının bile Türkiye’ye pek bir hayrı dokunmayacağını düşünenler çoğalıyordu. Giderek, seçimlere odaklı popülizme ve lider kültüne bel bağlayan yöntemlerle gerçek bir demokratik alternatif oluşturmanın aksine, bu imkânın önünü kapattığı yazılır söylenir olmuştu. Üstelik muhalefetin gövdesini oluşturan laik sosyolojide, ayrımcı, otoriter, rövanşist değerlerde bir aşınma, melezleşme işaretleri de yoktu. Bu vasıfsızlıkla seçimler kazanılsa da pek önemli değildi.
Bu argümanların bütünüyle haksız olduğunu söyleyemeyiz. Ancak her türlü zafiyete rağmen iktidarı sandıkta yenmenin güçler dengesi üzerinde yaratacağı olağanüstü etkiyi önemsizleştiren; rejimin geriletilmesinde seçimlerin tartışılmaz önemini gözden kaçırmaya varan değerlendirmelere katılmak mümkün değil.
Kanımca bu eleştirel yaklaşımın hatası neden-sonuç ilişkilerini ters kurmasındaydı. Gerçekten muhalefet cephesinde göze batan bir siyasetsizlik, ideolojik sığlık yaşanıyordu ama bu ağırlıklı olarak rejimin koyulaşan otoriterleşmesiyle ilgiliydi. Bir yandan ideoloji üreten kurumlar üzerindeki hegemonyasıyla, diğer yandan doğrudan devletin yasaklayıcı, cezalandırıcı mekanizmalarının yoğun kullanımıyla siyasal alan aşırı daraltılmıştı. Muhalif dinamiklerin fikir ve eylem üretme kapasitesi, rejimin dayattığı ideolojik ve siyasal duvarları aşabilecek bir performans göstermeye elverişli değildi. Farklı tarihsel köklerden gelen çok parçalı yapı söz konusuydu. İttifaksız başarı mümkün gözükmüyordu; ittifakla da alternatif, kapsamlı, bütünsel bir siyaset ve ideoloji üretmek imkansızdı.
Kanımca bu şartlarda gerçekçi olan tutum, seçim kazanmak için kapsamlı bir siyaset ve alternatif ideoloji oluşturmayı önermek değil; tersinden bakıp, bunları yapabilmenin yolunu açabilmek için seçim kazanmaya odaklanmaktı. “Lider kültü”, “popülist söylemler”, “ne pahasına olursa olsun kitlelerin oyunu almak”… Bütün bu zaaflar rejim aktörlerini sandıkta yenmenin karşısında ikincil sorunlardı ve seçim kazanmadan önce çözülebilir olmaktan uzaktı.
Şu parantezi açmadan geçmemek gerekir: Eğer 2023 seçimlerinde masanın bütün aktörleri, hiçbir nedenin seçim kazanmayı riske atacak kadar önemli olmadığını kabul ederek ve buna göre konumlanmayı hazmederek davransalardı Türkiye’nin kaderini değiştirirlerdi kanısındayım. Bu tahminin spekülatif olduğunu düşünebilirsiniz – ki tabiatı itibarıyla öyle- ancak ben, şimdi karşılaştığımız sonuçların bu öngörüyü teyit ettiğine inanıyorum. Erdoğan’ın başarısını -hem başkan adayının belirlenmesi, hem de dışa vuran ağır iç kriz nedeniyle- muhalefetin yeterince güven verememiş olmasına borçlu olduğunu düşünüyorum. Sonuçları kararsızlar belirledi ve her türlü ideolojik manipülasyona rağmen iktidarı heves ve heyecanla değil kerhen desteklediler. İşte bu seçimlerde evlerinde oturup Erdoğan ve arkadaşlarını yalnız bırakanlar da onlar.
Parantezi kapatıyorum…
Muhalefetin temel sütununu oluşturan laik sosyoloji de analize muhtaç. Önce biraz provakatif bir soruya baş vurabiliriz. Türkiye neden diğer bazı “seçimli otoriter” rejimler gibi, örneğin Putin Rusya’sına benzer bir yapı inşa edemedi? Elbette kolay ve tek nedene bağlanabilecek karşılığı olmayan geniş bir soru bu. Fakat herhalde cevabı modernleşme tarihimizin ürettiği kültürel-sosyolojik yapıda aramak gerekir. Çok hacimli ve dirençli bir laik sosyolojinin varlık bulduğunu görüyoruz. Bu sosyolojinin zihinsel evreni, muhafazakarları kamusal alanın dışında bırakan, değersizleştiren, katı bir laiklik üzerinden şekillendi. Gösterdiği bütün ontolojik reflekslerle, son yirmi yıldır tanık olduğumuz iktidar pratiklerinin de sorumluluğunu paylaşıyor; bu doğru. Fakat bu katı ve dirençli kimliği ve geniş gövdesiyle Türkiye’nin Putinleştirilememesinin de önemli bir dayanağını oluşturuyor. Rejimin seçimsiz bir diktatörlüğe dönüştürülememesinin de seçimlerin göstermelik değil, iktidarın mecbur kaldığı zayıf karnı olarak önemini korumasının da altında yatan nedenleri düşünürken bunu ihmal edemeyiz kanısındayım.
İkinci büyük soru şu: Bu sosyoloji seçimleri kaybettikçe mi ayrımcı, otoriter, katı laikçi değerler evrenini yumuşatmaya, melezleşmeye yönelir; yoksa seçim başarılarıyla gelişen bir süreç mi daha elverişlidir bu değişim için?
Benim öngörüm, seçim başarılarının zihniyet değişimi için daha uygun bir iklim yaratacağıdır.
İktidarın da yıllardır aşırı abandığı kutuplaştırıcı, hınçlandırıcı, nefreti kışkırtan politikalarıyla içine kapanıp kavruklaşan laik sosyolojinin seçim mağlubiyetlerinden “ders çıkartarak” ılımlı, uzlaşıcı, barışçı yöne evrilemediğini yeterince gözleme imkânı bulduk. “Eğer bu kafayla gidersek seçim kazanamayız. Muhafazakâr dünyayla çatışmak yerine uzlaşmak, onların duygularını, taleplerini anlamak gerekir” gibi basit, düz, rasyonel bir mesajın neredeyse hiç işlemediğinin tanığıyız. Çünkü kimlik söz konusu olduğunda duygular kapılarını akla sıkı sıkıya kapatıyor.
Bu değişimin en azından imkân dahiline girebilmesi için seçim kazanan elitlerin güçlü biçimde vereceği normalleştirici mesajlara ihtiyaç var. Başarı sağlayan, özgüven kazandıran lider kadronun, bu başarının devamı için kucaklayıcı politikaların önemini fark etmeleri beklenir. Nitekim ilk sıcak mesajlar bu yöndedir ve bu yeni söylem onların kazandığı saygınlığın sonucu olarak kulaklara, duygulara ulaşacaktır. Sert, hınçlı, rövanşist sesler itibar kaybedecektir.
Kuşkusuz siyasi süreçlerde hiçbir şeyin garantisi yoktur. Sadece ortaya çıkan imkanlardan bahsedebiliriz. Nitekim yıllarca kitleleri sürükleyecek elit üretmekte kısır kalan laikler, bugün şaşırtıcı biçimde üç etkili sözcüye kavuşmuş gibi gözüküyor. Onların da ilk verdikleri mesajlar çok net ve güçlü: “Türkiye’nin partisi olmalıyız ve olacağız…”
Bu sonuçlarla siyaset alanının genişleyeceğini, sorunların daha özgürce tartışılabileceğini; önümüze, korkutularak, bastırılarak susturulamayacak çok sesli bir sahne açılacağını bekleyebiliriz. Giderek kucaklayıcı söylemlerin güç kazanacağını; bunun bütün kesimler için rahatlatıcı olacağını, toplum olmanın önünü açacağını, “siyasetsiz siyaset” duvarının buradan aşılacağını ummak gerekir.
Evet; Türkiye’de dün olduğu gibi bugün de seçimler çok önemliydi.
Herkese hayırlı olsun…