CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme” çağrılarının ardından birkaç aydır gündemde olan Diyarbakır ziyareti nihayet 10 ve 11 Mart’ta gerçekleşti. Bu ziyaret öncelikle, ülkedeki üçüncü büyük parti olan HDP’nin lideri Selahattin Demirtaş’ın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarına rağmen cezaevinde tutulması, Türkiye’nin pek çok büyükşehrinin kayyımlarla yönetilmesi gibi akıl almaz uygulamaların; zırhlı araçlarla çocukların kendi evlerinin önünde oynarken öldürülebilmesinin asıl sebebi olan Kürt meselemizin varlığının kabul edilmesi anlamına geliyor. Binlerce insanın hayatını kaybetmiş olması, binlerce faili meçhul cinayet, hala ölü bedenlerine ulaşılamamış insanlar, insanın aklını donduran işkenceler, binlerce köyün boşaltılması gibi yakın geçmişte yaşanan olaylar da diğer önemli konular.
Bu durumun ilk planda mağduru elbette canlarını, sevdiklerinin canlarını kaybeden, hayatları bir anda alt üst olan Kürtler olsa da aslında tüm Türkiye halkı bu durumdan zarar görmektedir. Bu durum Türkiye yöneticileri için hesap vermekten kaçınılmasını mümkün kılan bir vasat da üretmiştir. Zaman içinde Susurluk kazası ile açığa çıkan mafya, siyaset ve güvenlik sektörü arasındaki kirli ilişkilerin üremesine zemin hazırlamıştır. Daha yakın zamanda ise Sedat Peker ve eski MİT Kontr-terör Dairesi Başkanı Mehmet Eymür’ün ifşaları ile bunun devam etmekte olduğu anlaşıldı ve konu kamuoyu ve siyasetin gündemine tekrar girmiş oldu. Devletlerin kamuoyunu belirleme gücünü Rusya-Ukrayna Savaşında bir kez daha gördük: Ukrayna’da yıkıntılar altında bir kız evlat, Rusya’da yaşayan annesine Rusya’nın Ukrayna’yı bombaladığına inandıramadığını söylüyordu. Yine saldırıya maruz kalmış dokuz aylık hamile bir kadının kurgu olduğunu Rusya yetkilileri rahatlıkla söyleyebiliyor ve halkını buna inandırabiliyor. Bu örnekler ışığında “özgür” ve “bağımsız” basının neden elzem olduğunu, aksi takdirde yöneticilerin yaptığı her şeyi nasıl temize çıkarabileceklerini görmüş oluyoruz.
Basın tekeliyle ve başka iş birlikleriyle yaşananların Türkiye ölçeğinde doğru bir şekilde yansıtılamaması nedeniyle hem büyük mağduriyetler yaşanmış hem de siyaset çok kirlenmişti. 90’lı yıllarda faili meçhul cinayetler, köy boşaltmalar olabilmiş, Susurluk kazası ile bunların aydınlatılabilme ihtimali o dönemin siyasetçilerinin öngörüsüzlüğüyle heba edilmişti. Zaten hemen arkasından gelen 28 Şubat süreci ile bu siyasetçiler de tasfiye edilmiş ve eski düzen tahkim edilmişti. Şimdi yeni Susurluk kazası gibi görülen Sedat Peker ve MİT eski çalışanı Mehmet Eymür’ün iddiaları bugünün siyasetçi-güvenlik bürokrasisi-medya ilişkilerini yeniden değerlendirmeyi mümkün kılıyor. Bu açıdan ana muhalefet partisi olarak CHP’nin bu konuyu gündemine almasından daha doğal bir şey yoktur.
Türkiye’de başka parti ve liderler de bu konu ile bazen daha cesur bazen daha örtük olarak ilgilenmişlerdir. Rahmetli Özal’ın ilgisi, AK Parti’nin Kürt açılımı, akil insanlar çalışması gibi pek çok teşebbüs yapıldı, bu itibarla CHP’nin bugünlerdeki konuya ilgisi de değerlendirmeyi hak ediyor.
Her şeyden önce CHP’nin Türkiye’nin siyasi tarihindeki yeri nedeniyle bu ziyaret anlamlıdır. Türkiye’nin ilk 25 yılında tek bir parti olduğu için bu dönem uygulamalarından sadece CHP’yi sorumlu tutmak, dönemin tüm dünyayı kasıp kavuran ırkçı rüzgarlarının yansımalarını değerlendirme dışı bırakmak doğru olmasa bile Cumhuriyetin kurucu partisi olarak CHP’nin bugün bu ziyareti yapması bu açıdan da anlamlıdır. AK Parti kurulurken “devlet-millet” beraberliğini sağlayacağız veya daha sonra “devlet millet beraberliğini sağladık” ifadelerinin altında yatan mesajı CHP anlamış görünüyor, bu ziyaretle de bunu gösteriyor bence.
Bu ziyarette kullanılan dile, ziyaret edilenlere bakacak olursak şunları söyleyebilirim:
İlk olarak CHP liderinin bölgede tasvip görmemelerinin sebebini açıklarken söylediği “kabahat bizde” yaklaşımı hem iletişim stratejisi açısından hem de aslında süreçte kendilerini belirleyici olarak gördüklerini yansıttığı için değerlidir. Genelde kendini temize çıkarmak Türkiye siyasetinde geçer akçe olduğu için “kabahati kendinde gören” anlayış iyi bir başlangıç için önemli. Kabahat başkasında olunca bir anlamda çözüm de başkasında oluyor ve çözümün kendinizde olmadığını aslında tersinden kabul etmiş de oluyorsunuz.
İkincisi, Türkiye’nin üçüncü büyük partisi HDP’nin cezaevinde olan lideri Selahattin Demirtaş’ın ve seçimle Diyarbakır Belediye Başkanı seçilen Selçuk Mızraklı’nın ailelerinin ziyaret edilmesi anlamlıdır. Gönül bu akıl almaz durumun hiç gerçekleşmemesini sağlayacak bir muhalefetin sergilenmesinden yana ama hiç olmazsa bu durumun kabul edilemezliğinin ifade edilmesi de olması gerekendir.
Diyarbakır baro başkanı iken suikast sonucu öldürülen Tahir Elçi’nin eşi ile görüşme de Kürt meselesinin nasıl faili meçhuller, izah edilemeyen karanlık bir ortam ürettiğinin fark edilmesi anlamına geliyor.
Yine Diyarbakır Cezaevinden bahsetmek Kürt meselesinin ortaya çıkışını anlamak ve nasıl yaklaşmak gerektiğine yönelik ipuçlarını barındırıyor.
Türkiye’nin kendi Anayasasının 90. Maddesi, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmaların” ülkenin yasaları üzerinde olduğunu kabul eder. Hal böyle iken, Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne göre yargılama yapan AHİM’in birkaç kararını uygulamadı, hatta bu uğurda Türkiye’nin kurucusu olduğu Avrupa Konseyi’nde zor durumda kalması dahi göze alındı. Kılıçdaroğlu’nun ziyaretinin bu husustaki bazı ilerlemelerin vesilesi olabileceğini de düşünüyorum.