Russian Doll adlı harika Netflix dizisinin ikinci sezonunda Nadia annesiyle ilgili sorular sorar Ruth’a.
Annesinin arkadaşı psikolog Ruth konuşmanın duygusu en yüksek kısmında şöyle söyler, çok da kafaya takma minvalinde:
‘’Travma, çocukların üzerine yazılmış topoğrafik bir haritadır. Ve okuması bir ömür sürer.’’
Nihayet bu yaşımda anca öğrenmeye başladığım, benden genç insanlara da anlatmaya çalıştığım hayat deneyimim; travmasız insan evladı yoktur, neredeyse tek vazifemiz kendimizi anlamaya çalışmak olmalıdır. Elbette anlatması en tatlı travma kendininkidir. Tabii ki arkadaşlık-dostluk; sohbet, muhabbet ve dertleşme üzerine kuruludur fakat sürekli çevremizdekilerle travma paylaşmamız da pek doğru değil. Herkeste kendine yetecek kadar var. Gücün yetiyorsa bunları sana yaşatan muhataplarınla halledecek, yüzleşecek ve yüzleştireceksin. Mümkün değilse profesyonel dinleyicilere, yani “nasıl baş edeceğim?” sorusuna cevap verme eğitimi almış insanlara anlatacaksın.
Sanat da hayatla baş etme yollarından biri. Dışarıdan gelen bir güncelleme gibi, bir çeşit insan “update”i. Bir eserle karşılaşıp etkilenmek, yaratıcısının neyi kastettiğini anlarken içeride kendi kendine yaşadığın ama tarif edip ortaya çıkaramadığın duygunun ortak olduğunu anlamak. Etkileşim yani. Acayip filmler var neredeyse kokusunu duyuyorsun hissettirdiği duygunun. O film senin filminmiş de izinsiz almışlar, yazmışlar, çekmişler gibi hatta. “Ayıptır” diyorsun “düpedüz hırsızlık bu.” Kişisel geçmişimize dokunulması birazcık rahatsız edici de olabiliyor. Ama güçlü sanat eserleriyle karşılaşmanın en şahane tarafı bugünümüzdeki, bu andaki yaklaşımlarımızı değiştirme ihtimali ve iyileştirme güçleri.
“Cici” filminin eleştirilerine baktım biraz. En sık söylenen şey “hikâye bütünlüğü.” Sanki gerçek hayatlarımızda çok varmış gibi. Benim maalesef bağ kurduğum filmlere eleştiriye pek tahammülüm yok. Bu hangi travmamın izleri, çocukluk haritamda hangi tepelere veya hangi çukurlara denk geliyor kim bilir. Belki biraz uçurum, biraz da şelale. Dümdüz ovalar da biraz sıkıcı zaten. Seviyorum haritalarımı keşfettiğim kadarıyla.
Neyse diyorum sonra, isteyen istediği gibi anlatsın neden beğenmediğini, neden olmadığını falan. Ben “Cici”den neden dayak yedim ve bazen de merhametle başımı okşadı film; onu anlatayım.
Mesleğimden dolayı filmlerin nasıl yapıldığını az çok bildiğim için yerli işleri seyrederken Ortadoğululuk mağlubiyeti hissiyatını kambur gibi sırtımda taşıyorum hep. Fakat bazı filmleri, yönetmeni ve oyuncuları sebebiyle bir miktar kredi vererek başlıyorum izlemeye. Berkun Oya ve bu filmin oyuncuları da bende böyleler. Filmin başından itibaren kredime ihtiyaçları olmadıklarını kabul ettim. Bir atmosfer var ve ben inandım. Sanat yönetimi, görüntü yönetimi şıkır şıkır. Oyunculuklar harikulade. Senaryonun da filmin kurgusu da neredeyse kusursuz çalışıyor. Sete girmeden uzun uzun çalışıldığı çok belli.
Benim için teknik meseleler tamamsa karakterleri takip etmeye başlıyorum. Karton değiller yaşıyorlar. Film geçmiş dönemi anlatırken birkaç kez gelecekten resimler gösterdiğine göre bugüne geçeceğiz. Baba ve anne arasındaki, baba ve büyük oğul arasındaki gerilimin hikâyesini hiç merak etmedim, çünkü bu çatışmaların ayrıca anlatılmasına ihtiyaç yok bence. Çok kadim hikâye değil mi bu zaten? Babayla oğlu neyi paylaşamaz? Baba neden çok kolayca zalim olur? Aldım kabul ettim. Havva’nın hangi dürtülerle oğlunu babasından korumaya çalıştığını da biliyorum.
Kadir çocukluğu boyunca dokunamadığı kameraların yönetmeni olmuş ve babasına filmin nasıl çekileceğini gösteriyor. Adam gitti ama bir önemi yok bunun. Sonra “Abla ben bu filmi bağlayamıyorum” diyor. Ablasına dökülüyor Kadir. Biraz şefkat lazım bize, anne yoksa abladan alabiliriz. Hangimiz bağladık ki filmi be Kadir sıkma canını. Sarılırız geçer. Oksitosin şeyleri.
Sonra yönetmen annemi gösteriyor. “Sen kimsin küçük kız?” diyor aynaya bakıp. Yumruklar başlıyor karnıma karnıma, ameliyatlı yerlerime. Arada yabancılaşıyorum durduruyorum filmi. Nur Sürer acaba demans mı oldu diyorum. Nasıl oynanır ki bu karakter böyle? Annesi daha yeni yeni unutmaya başlayan bir arkadaşım da burada durdurmuş filmi. “Annemi gördüm” dedi, “dayanamadım vazgeçtim seyretmekten.” Aynı anda herkesin annesi olamazsınız Nur Hanım.
Travmalar üzerine yapılmış bir film bizdekilerle yüzleşme imkânı veriyorsa daha ne isteriz?
Bu bir çeşit terapi değil mi? Kaçtığımız duygularımızı tekrar hissetme imkânı? Hayata bakışımızı ve yaklaşımımızı gözden geçirme fırsatı?
Sonra filmin gerisini seyrederken çok rahatladığımı fark ettim. Şahane film olmuş ‘Cici’.
Valla güzel şeyler de oluyor memlekette diye düşündüm. Bu yazı böyle biter.