Bir filmi sevmek için sebepler aramaya gerek yok kuşkusuz. Oturduk, seyrettik, içimizde bir yere dokundu, o kadar…
Ama, vakit ayırmak dışında neredeyse hiçbir zahmete girmeden bunca farklı mecradan farklı türlerde filmlerin hayatımızın içine akıvermesi, sinemaya gitme mecburiyetinin ortadan kalkması, bünyede farklı anlam verme kaslarının devreye girmesine sebep oluyor ve çoğumuz artık bazı sebeplere içgüdüsel olarak dikkat ederken buluyoruz kendimizi. Bir nevi “profesyonel izleyiciler” olduk.
Bunca film hiç olmadığı kadar çok vaktimizi alırken, bir kısmı süresini doldurup çekip gidiyor, çok azı da kafamızda bir yer işgal etmeye devam ediyor. İşte bu yer işgal edenlerin bazıları film bittikten sonra da kafamızda dönüp duruyor. Farkında bile olmadan, çoğunlukla filmin akışının ters yönünde yol alarak neyin neden öyle olduğunu anlamaya çalışıyoruz zihnimizde. Otomatiğe bağlamış bir nedensellik örgüsü kurma ve keşfetme çabası… Hem filmi hakkını vererek anlamak hem de filmde anlatılanları hayatla bağdaştırıp empati kurabilmek için, neredeyse eğlenceli bir süreç bu aslında.
Mesela, “The Power of the Dog” izleyip bitirdiğimizde bitmeyen, kafamızda geriye ileriye sarıp yeniden düşündüğümüz bir filmdi. Filmi izlediyseniz hatırlayacaksınız; erkek olmanın sanki doğal sonucu gibi kabul edilen öfkelilik hâli ilmek ilmek işleniyordu. Sorguya suale gelmeyen “içi seni, dışı beni yakar” durumları… İçi filmin “en erkek” kahramanını yakıyordu, dışı bu öfkeye maruz kalan kadınları, çocukları ya da erkeklik örtüsünü üzerine geçirmemiş herkesi. Erkek öfkesi neredeyse vücut buluyor, önce kendini zehirleyor, sonra da yoluna çıkan her şeyi silip süpürüyordu. Sonunda o çok ince, hiçbir şekilde erkekliğe yatırım yapmayan genç erkek, hayat gibi filmin de çok daha fazla imkân içerdiğini bize hatırlatıyor ve “en erkek” kahramanı sinsice alaşağı edecek formülü sakince ve ustaca kullanıyordu. Filmi oradan oraya gidip gelerek yeniden düşünürken bütün bunları daha net anlayabiliyorduk. Karakterler derinleşiyor, sebep sonuç ilişkisi belirginleşiyordu. Filme bu denli kafa yoran, tane tane detayları birbirine eklemekle uğraşan ve gerçek hayat derinliğine taşıyan yönetmenine, Jane Campion’a hayranlık duymamak elde değildi.
“The Power of the Dog”da hayatta gayet aşina olduğumuz klasik rol dağılımı ile karşılaşmıştık: Yıkan, yakan, güçlü ama güçlü olduğu kadar kırılgan erkeklerin karşısında hayatın akışına, sürekliliğine yol arayan güçsüz ama güçsüz olduğu kadar dirayetli ve azimli erkek olmayanlar ya da sayılmayanlar. “Su akar yolunu bulur” deyip geçiyoruz ama o suların o yolları nasıl bulduğunu, bir de bulduranlara sorun.
“The Power of the Dog”dan tesadüfen bahsettiğimi sanmayın. Berkun Oya’nın geçtiğimiz hafta Netflix’te gösterilmeye başlanan “Cici” filmi de tıpkı “The Power of the Dog” gibi, yaralananların zarar vermeyi göze alarak, hatta açık seçik zarar vererek hayatın akışını sağlamaya çalışmalarını merkezine alıyor bana göre. Hemen çevresine de hatırlamak, hatta bir türlü unutamamak, hatırladıkça daha da ağırlaşan anılar, çocukluğun ne kadar da gerçek memleketimiz olduğu konularını yerleştiriyor…
Bir zamanlar Almanya’da “bir göz” odada yaşayarak para kazanmış olan Bekir (Yılmaz Erdoğan) artık köyüne geri dönmüştür. Köyün uzak bir köşesinde kocaman bir arazide karısı Havva (Funda Eryiğit) ve üç çocuğu ile yaşamaktadır. Kendi kimsesizliğinden dem vurup öksüz ve yetim bir çocuk olan Cemil’i de aileye büyük bir şefkatle kabul eder, çocuklarına “artık dört kardeşsiniz” der.
Aslında tüplü televizyonda Özay Gönlüm türkü söylerken kalkıp oynayacak kadar keyifli bir hayat sürmektedir Bekir. Fakat evde sebebi film boyunca anlaşılamayan bir tuhaflık vardır: Bekir bir baba olarak Cemil’in de içinde bulunduğu üç çocuğuna karşı şefkatli, büyük oğlu Kadir’e karşı ise zalimdir. Filmin ilk sahnelerinden itibaren açıkça anlaşılmaktadır ki, Bekir küçük oğluna (Yusuf’a) ve kızına (Saliha’ya) tatlı tatlı babalık yaparken, büyük oğlunu eline geçen her fırsatta aşağılamaktadır. Karısı Havva ve büyük oğlu Kadir de Bekir’i hiç mi hiç sevmemektedir, hatta ikisinin de Bekir’den nefret ettiği açıkça görülmektedir. Ama bu net nefretin sebebi konusunda filmin sonuna kadar elimize hiçbir veri geçmez. Ne olmuş, neler yaşanmış da bu tatlı bile denebilecek adamdan karısı ve büyük oğlu nefret etmiştir?
Havva, Bekir’den kaynaklandığına şüphe olmayan ama bizim bilmediğimiz sebeplerle sürekli depresiftir, büyük oğlu Kadir de daha 8-9 yaşlarında olmasına rağmen “kayıp”, hınçlı ve acayip bir çocuktur. Film bu nefretin sebepleriyle açılacak herhalde derken, karakterlerin farklı kişilikler arasında gidip geldiği, çok iyi diyaloglarla bezeli, ilginç ama bir türlü nedensellik takip edemeyen sahneler izliyoruz. Ancak filmin çatısındaki bu önemli iki yönlü nefreti anlayamadığımız için bütünlük hissinden gittikçe daha fazla uzaklaşıyoruz. Sonra başka detaylar ve konular da ekleniyor bu anlayamama hâlimize.
Bekir’in ölümü ile ailenin kalan kısmı çocukların okumasını kafaya koymuş olan Havva’nın kararıyla büyük şehre göçüyorlar. Kimsesiz Cemil köyde yaşamaya devam ediyor, ailenin hayatından bir 25-30 yıllığına silinip gidiyor.
Huysuz hınçlı çocuk Kadir büyüyünce yönetmen oluyor ve çocukluğunun en travmatik anılarının geçtiği eve dönüp, adeta kişisel terapi seansına benzeyen bir film çekmeye çalışıyor. Ama filmi bir türlü bağlayamadığından bitiremiyor, bitiremedikçe de köye yerleşiyor. Onun vesilesiyle ailecek, bu sefer bir gelin ve iki torun da eklenmiş olarak köydeki evde yeniden bir araya geliyorlar. Hatıralar, akıl sağlığı yerinde olmayan yaşlı annenin anlatmaya çalıştıkları, Cemil’in kısa süre için de olsa, yeniden aileyle buluşması, büyük torun Naz’ın sahneye girmesi…
2,5 saatlik film boyunca, çok iyi oyuncular, çok iyi diyaloglar ve çok iyi sahnelerle karşılaşıyoruz…
Evin kızı Saliha’nın çocuklukta Bergen’in “Acıların Kadını” şarkısı eşliğinde dans ettiği sahne, kimsesiz Cemil’in küçükken ve yetişkinken incelikli bir mahzunlukla söylediği türküler, Naz’ın Kadir dayısı ile cuk oturan konuşmaları, Havva’nın yaşlılık halindeki şahane performansıyla Nur Sürer, Yusuf’un yetişkin halindeki rolüyle her zamanki gibi sıcacık bir karaktere bürünen Fatih Artman… Bunlardan dolayı film zevkle izlenebiliyor. Doğru, ama, her güzel ve dokunaklı sahnenin bir yanı boşlukta kaldığından bir sonraki adıma hiçbir zaman salim kafayla geçilemiyor.
Bu tür boşluklar daha az olsa bile, “Bir Başkadır”da da vardı aslında. Ama ince politik mesajlarının bağlayıcılığından olsa gerek, dizinin peşine takılıp gitmek daha fazla ihtimal dahilindeydi. Elle tutulur gözle görülür toplumsal uzlaşma ihtiyacını anlatmak başka, doğrudan kişisel travmaları ele almak başka tabii. Dolayısıyla, yazının başında da söylediğim gibi, filmi izleyip, içimizde bir yerlere temas etmesinden hareketle sevmek mümkün. Ancak profesyonel izleyicilerin aklında yer işgal edip, bütün bir hikâyenin içinde yaşananlarla empati kurabilmek, kişisel hayatları konumlayabilmek derseniz, film fena hâlde sınıfta kalıyor. Belki, Berkun Oya kendi yeteneğinin kurbanı oluyor diye düşünüyorum. Bir yönetmen olarak özgüveni biraz daha az olsaydı, bu şipşak parlak sahnelerle parlak bir film yapamayacağını kendisi de görürdü.