23 Eylül tarihli “90’lar: Şehre yaşam öpücüğü vermek” başlıklı yazıma kaldığım yerden devam ediyorum…
Peki, sonra ne oldu? “90’lar Akımı” nasıl buharlaştı? Bugün geldiğimiz noktaya baktığımda, bu soruyu sormanın ve cevaplar aramanın tam zamanının geldiğini düşünüyorum.
90’larda kamu sahasında öyle garip şeyler yaşandı ki, sanki ülkede devletle toplum ilişkilerinde köklü bir değişimin gerçekleştiği ve bunların kalıcı olacağı düşünüldü.
Örneğin şiddete dayalı güvenlik politikalarının değişebileceğini hayal ettiler insanlar, bu tarihlerde. Tam da köylerin yakıldığı, yargısız infazların yaşandığı bir dönemin hemen ertesinde.
Cesaret sahibi kişiler ortaya çıktı ve hemen her alanda; kadın, mahpus, çevre, insan, hayvan, şehir hakları gibi başlıklarda, İstanbul’da düzenlenecek Birleşmiş Milletler Konferansı’nı vesile ederek, yerel ve uluslararası dayanışma ağları oluşturdular. Sivil toplumun enerjisi ile devletin politikalarını etkilemeyi başardılar.
99 felaketi sonrasında yardım çalışmaları yanında kamu kuruluşlarının yapamadığı bir işi, koordinasyon işlevini üstlendiler. Olağanüstü bir performans, dünyada eşine az rastlanır bir yönetimsellik deneyimi örneği sergilediler. Yaşam çevrelerine yapılan müdahalelerle ilgili her zamankinden çok daha etkili ve güçlü bir ses çıkardılar. Örneğin Taksim’e Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılması planlanan tünelli AVM’li projeyi, kamusal alanlara müdahaleleri, imara açılan parkları, yeşil alanları, nükleer enerjiyi ve santrallerini tartışmaya açtılar. Arnavutköy’e 3. Köprü’nün yapılmasını engellediler.
Bunlar ve başka sayısız örnekte görüldüğü gibi bağımsızlar işbirliği içinde çalıştılar ve kamu tarafı ile ilkeli ilişkiler kurdular. Katılım meselesini bu ilkelerle yeniden tanımladılar.
Peki sonra ne oldu? 90’larda yaşanan bu göz kamaştırıcı gelişmeler nasıl buharlaştı? Çok yönlü, katılımcı, “şehirselleştirilmiş” bir yönetimsellik fikri nasıl adım adım askıya alındı? Şehirle, yaşam alanlarıyla ilgili meseleler nasıl yeniden “merkeziyetçi gerilim hattı”na taşındı?
Bu süreçte kamu-özel karışımı ilişkiler içinde sivil toplum yeniden kutupsallaştırıldı. Kamuda görev alan uzmanlar, düşünce üreten kişiler içindeki kimi topluluklar, kamu imkanlarını kendi çıkarları, kariyerleri için kullanan güç odakları, imtiyaz sahipleri mevzilerini yeniden tahkim ettiler. Bağımsız düşünce, araştırma, güncel sanat, mimarlık, yaratıcı işlevler “filantropi” alanına, yani büyük sermayenin müzelerine, özel alanlarına izole edildi. Popülist, neoliberal politikaları uygulayan iktidarlarla sanki gizli bir anlaşma yapılmış gibi, bağımsızlar kamusal alanlardan çekildiler.
Peki sonra ne oldu? 90’larda yaşanan bu göz kamaştırıcı gelişmeler nasıl buharlaştı?
Yalnızca Seretonin 1’in düzenlendiği Feshane’de yaşananlara bile bakmak zannedersem bu dönüşüm hakkında bir fikir veriyor.
SALT Beyoğlu’nda açılan “Sahnede 90’lar” başlıklı sergide 1989 yılında Feshane’de ve 1993 yılında Yedikule Gazhanesi’nde düzenlenen Seretonin etkinlikleri de yer alıyor. Bu etkinlikleri ilginç kılan gönüllü sanatçıların, mimarların hiç bir bütçeleri, sponsorları olmadan, kendi imkanları ile gerçekleştirdiği bu etkinliklerin ve gene aynı şekilde diğerlerinin şehirdeki sanat ve mimarlık kanonlarını değiştirmeleriydi.
Sonrasında ise kamu yönetimleri ve özel kuruluşlar bu işlevini yitirmiş mekanlar için büyük bütçeler buluyorlar, harcıyorlar. Ancak bu mekanlarda yeni fikirlerin sergilenmesi, yerleştirmelerin yapılabilmesi için düzenlemeleri, elektrik tesisatlarını, aydınlatmaları bile kendileri yaptıran bu bağımsız girişimler, kişiler kadar bile etkili olamıyorlar.
Dönüşüm şöyle başlıyor: Büyük sermayeyi arkasına alan, şehrin öncü sanat kuruluşu, bu girişimin, Seretonin’in yarattığı göz kamaştırıcı etkiyle Feshane’yi güncel sanat müzesi yapmak üzere Büyükşehir ile anlaşıyor. Büyük bir bütçe ayırarak bir “Modern Sanatlar Müzesi” kurmaya çalışıyor. O sırada, yeni açılmakta olan Paris’in en büyük kamu modern sanat müzesinin mimarıyla. Orsay Müzesi’nin mimarı Gae Aulenti’ye mimari proje işleri yaptırılıyor. Seretonin’den sonra, büyük bütçeler harcanarak ve mimarlar devreye girerek hazırlanan proje iki açıdan fiyasko ile sonuçlanıyor. Birincisi fiziki olarak, proje çok baştan savma yapılıyor. Daha ilk sergide salonları su basıyor. İkinci olarak ve daha da önemlisi vakıf, o zamanın siyasal koşulları içindeki taraf olan yapısıyla stratejik olarak kamu ile ortaklığını iyi çalışmıyor.
Nitekim 94 seçimlerinde Refah Partisi yerelde iktidara gelince, Büyükşehir’den aldığı bu mekanı terk ediyor. Maslak’ta merkezi yönetimin desteği ile, şehir dışı bir alanda “sanatı kampüsleştirme” çabasına girişiyor. Bu girişimin başarılı olamayacağı baştan belli oluyor. Çünkü bağımlılık ilişkisi projede sürekli bir istikrarsızlık yaratıyor.
Bir de zannedersem değinilmesi gereken “kültür merkezi” olarak ilan edilmişken müteahhit projeleriyle “kültürden bozma kongre merkezi”ne dönüşen Sütlüce örneği var. Bu mekanlara Centre Pompidou, Sidney Opera binası, Tate Modern… gibi çığır açıcı girişimlerden çok daha büyük bütçeler harcanıyor. Ama bu büyük bütçeli ve bitmeyen projeler 90’larda bütçesi bile bulunmayan Seretonin gibi girişimler kadar bile bir etki yaratmıyor.
Müşterekler erk-merkezci kamusallığın şiddetiyle nasıl özelleştiriliyor?
Seretonin 2 düzenlendiğinde henüz Yedikule havagazı fabrikası faaliyette. İçinde işçiler, ustalar çalışıyor. Karanlıkta kor halini almış kömürlerin ışıltısı gözleri yakıyor. Bir taraftan da sanatçılar oradaki işlerini kaybetmek üzere olan emekçilerle ilişkiler kuruyorlar. Yerleştirmelerini çalışmaları engellemeyecek şekilde gerçekleştiriyorlar. Bu girişimin bir amacı da kısa bir süre sonra uluslararası doğalgaz şebekesine bağlanacak olan şehrin 19. yüzyıldan kalan bu endüstriyel tesisleri nasıl dönüştüreceğine dikkati çekmek.
Bunu düşünmek için elbette ki fabrikanın kapatılması gerekmiyor. Dünyanın birçok yerinde o tarihlerde benzer bir dönüşüm yaşanıyor ve Büyükşehir’in şehirde bu dönüşüm yaşanırken bir stratejisinin olması bekleniyor. Şehir küresel enerji ağına bağlanırken bu tesislerin hala kömürden gaz elde etmek için çalıştırılmayacakları çok belli.
Şehrin yalnızca havagazı fabrikalarında değil, bütün kamusal alanlarında benzer bir durum var. Kompartımanlaşmış ve tepeden inmeci kamu fikrinin şehri neoliberal saldırılara dirençli kılamayacağı söyleniyor. Bu girişimin üyeleri şehrin yağmalanmasına karşı verdikleri mücadele ile de tanınıyorlar. Bu amaçla başka şehirle bağlar kurarak, kamusal işlevleri yaratıcı enerjiye açarak, yalnızca itirazla sınırlı kalmayan katılımcı bir yönetimsellik fikrini geliştiriyorlar. Diğer tarafta, kamuda, siyasal kurumlarda ise bu dönüşüme ilişkin hiç bir hazırlık yok. Yalnızca Sütlüce’deki bir kör yatırıma dönüşen, ya da Galataport, Tersaneler’deki gibi gayrımenkul yatırımlarını bu işlevini yitirmiş alanlara çekecek projeler tartışılıyor.
Gazhanelerin endüstri mirası olarak tescil edilmiş olması da bir engel olarak görülüyor ve Büyükşehir tesislerin hurdaya gitmesini amaçlıyor. Yanındaki demiryollarına ait alanla birlikte ele alınamıyor. Kamu birlikte hareket etmiyor, rant kavgasına tutuşuyor. Marmaray projesi de aynı şekilde, yalnızca bir raylı sistem projesi olarak şehrin tarihi merkezine sanki ortalığa pamukları savuran bir hallaç gibi giriyor. Bugün bile, Yedikule’deki fabrika hurdaya gittikten 30 yıl sonra bile Büyükşehir hala burada ne yapacağını düşünüyor. Şehir açısından baktığınızda, ne müthiş gecikme, zaman kaybı değil mi?
Hasanpaşa Gazhanesi neredeyse otuz sene boyunca yağmalanıyor. Şehri yeniden enerji katması, bölgenin dönüşümünde yer alması mümkünken yalnızca bir inşaat alanı olarak görülüyor, bağımsız bir proje yönetimi tesis edilemiyor. Bu süre içinde buraya Romanlar yerleşiyor, küçük çocuklar yaşıyor burada, yanıklar içinde. Çünkü ebeveynleri gündüz atık toplamak için uzaklaşıyor. Onlar da ısınmak için kağıtları, plastikleri tutuşturuyorlar. On yıllarca endüstri mirasının nasıl yönetileceği, yerel halkla ilişkisi, program organlaşması, işlevi belli olmuyor. Burada yalnızca sivil bir girişim, Gazhane Gönüllüleri etkinlikler düzenleyerek alanın kamusal niteliğini korumaya çalışıyorlar.
Aynı şekilde şehrin merkezini bir duvar gibi kapatan Antrepolar 80’li yıllardan itibaren işlevsiz kalıyor. Galataport projesi ülkenin en eski mimarlık kurumunun yanında gerçekleştiriliyor.
Gezi direnişi gösteriyor ki, her an 90’lara dönmek mümkün
90’lar nasıl buharlaştı? Soruyu bu şekilde sormak zannedersem mümkün.
İktidarlar çok bildik bir yöntemle 90’ları bastırmayı başardılar. Nasıl mı? Eskiye dönerek de diyebilirim, imtiyazlar tanıyarak, kutupsallaştırılmış bir zemin yaratarak. Ülkenin her açıdan küresel normlardan, demokrasiden uzaklaşmasını sağlayarak….
Bu “restorasyon” sürecinde kamu özel karışımı ilişkiler içindeki kurumlar, piyasaya ve erke bağımlı koşullar şehrin entelektüel kapasitesini felç ediyorlar. İşlevini yitiren eski kamusal alanlar şehrin yaşantısını zenginleştirecek, istihdam yapısını geliştirecek şehircilik deneyimlerine sahne olmak yerine gayrımenkul yatırım operasyonlarına kurban ediliyor. 99 felaketi sonrasında uzmanlık alanlarının, üniversite gibi kurumların kentsel dönüşümde amacına uygun raporlar alınmasını sağlamaları gibi.
Ancak entelektüel üretimin patronaja alınmasının çok ince ayarlı çalışmalar gerekirdiği de açık. Örneğin güncel sanatın hayırseverlik alanına izole edilmesi. Kamudaki, üniversitelerdeki karşı cephenin kendi çıkarlarını kariyerlerini temsil eden topluluklara dönüştürülmesi… Ortaklık fikri temsil dışı yapılar gerektiriyor, oysa erk ile karanlık ilişkiler kuran eksperler, sanatçılar, sermaye sahipleri tam tersini: Kendi çıkarlarını, imtiyazlarını, kariyerlerini…
AKM, Taksim meydanı, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan bölgelerdeki uygulamalar ile tartışmalar… Bu dalganın bastırılmasında yalnızca siyasal kurumlar değil, özellikle kurumsal bürokrasinin içinde yer alan iktidar odakları, eksperler kendi kamu yararı kavramlarını yeniden inşa ederek, bağımsız inisiyatifleri bastırmayı kısmen de olsa başarıyorlar. Böylece kamu gücünü kullanan imtiyaz grupları arasında örtük bir anlaşma gerçekleşiyor.
“90’lar Akımı”nın belki de son girişimi şehirselleştirilmiş bir kültürel alan yaratma çabası oluyor. Sivil bir inisiyatif tarafından gerçekleştirilen Avrupa Kültür Başkenti Adaylığı içine AKM, Sulukule, Hasanpaşa, azınlıklara ait mekanlar konuyor. Ancak bu girişimin de, bir ara pırıldar gibi gözüken AB adaylığı meselesinin de 28 Şubat süreci sonrasında yeniden tesis edilen devlet içi koalisyonlara, mutabakatlara kurban gittiği söylenebilir.
28 Şubat sürecinde kamu erkini kullanan imtiyaz grupları 90’larda açılan bu yarığı kapatmak, kamu aracılığıyla elde ettikleri imtiyazları, kariyerleri yeniden elde etmek için bütün gayretleriyle çırpınıyorlar. Görünüşte popülist siyaset ile devlet kurumları arasındaymış gibi gösteriliyor, mücadele. Gerçekte bu imtiyaz mücadelesinin hedef aldığı küresel normlar ve sivil toplumdu. Bu süreç şehirselliği, çok yönlülüğü, açıklığı, bağımsızlığı askıya alan bir merkeziyetçi gerilim hattı yaratıyor, her alanda. Sivil toplum kutupsallaştırılıyor, kamplar altına alınıyor. Böylece devletle ilkeleri konuşabilen bir sivil toplum buharlaşıyor. Herkes kendi iktidar alanlarına çekiliyor. Bağımsız inisiyatiflerin yerini kamu ile ilişkileri kendi çıkarları, kariyerleri için kullanan imtiyaz grupları alıyor.
Ancak Gezi’de yaşamı askıya almaya, gerilim hattına taşımaya çalışan iktidarlar önce başarılı olamıyorlar. Onların bu başarısızlığı yüzünden kamusal alan onların kontrolünden çıkıyor. Epey bir süre sonra, kamusallık kavramı tekrar aynı çatışmacı eksene taşınarak bastırılıyor.
Bu da gösteriyor ki, her an 90’lara dönmek mümkün… Maxence Klein’ın dediği gibi “kopuş işaretleri dünyanın her yerinde kendini gösteriyor, ancak şimdilik gerçekliğin çölüne nüfuz edemiyorlar” (*)
(*) Athena, ya da isyanın mantığı. Maxence Klein, ve’saire, Venedik Film Festivali’nde gösterildikten sonra tartışmalara yol açan Athena (Romain Gavras, 2022) filmi hakkında bir yazı.