Rusya’nın Ukrayna’da sürdürdüğü işgal Avrupa’da yeniden Soğuk Savaş’ın zillerini çalarken, bu defa tüm dikkatler ABD Temsilciler Meclisi başkanı Nancy Pelosi’nin tartışmalı Tayvan ziyaretiyle yeniden Doğu Asya’ya kaydı.
Taipei’de yaptığı açıklamada Pelosi, dünyanın demokrasi ile otokratlık arasında bir tercihle karşı karşıya olduğunu söyledi. Çin, Pelosi’nin bu gezisini daha gerçekleşmeden şiddetle kınamış, hatta uçağını düşürmekle tehdit etmişti. Pelosi ise Çin’in bu tehdidine aldırış etmedi ve ziyareti gerçekleştirdi. Tepki olarak Çin, hem Tayvan’ı bütünüyle abluka altına alacak bir askeri tatbikatı başlattı, hem de ABD ile askeri, ekonomik ve küresel sorunlara dair işbirliğine son verdiğini ilan etti.
Her ne kadar Beyaz Saray tarafından onaylanmamış, hatta gerçekleşmemesi konusunda uyarılarda bulunulmuş olsa da, Pelosi’nin ziyareti Pekin-Washington ilişkileri açısından bir dönüm noktası olabilecek önemde bir olay. Pelosi bu ziyaret için ideal bir isimdi, zira hem Beyaz Saray’ın mensubu olmaması nedeniyle kriz kontrolü sağlandı, hem de Kongre’nin bir mensubu olarak verilen demokrasi mesajı güçlendirildi. Yine de Tayvan’ın tüm Çin üzerinde hakimiyet iddiası nedeniyle, adaya yapılan herhangi bir üst düzey ziyaret Çin tarafından kendi milli hakimiyetine yönelik bir meydan okuma olarak kabul ediliyor. Çin Cumhuriyeti her iki tarafın da kurucu lider olarak gördüğü Sun Yat-Sen tarafından 1912’de anakarada kurulmuş, 1928’de onun ölümüyle yerine daha radikal sağcı fraksiyonun lideri Çan Kay Şek geçmişti. Milliyetçi lider, Sun Yat-Sen’in komünistlerle kurduğu ittifakı dağıtarak, neticede kendisinin mağlup ayrılacağı ve bugün Çin-Tayvan gerilimi olarak devam eden iktidar kavgasını başlattı.
Milliyetçilerle komünistler arasındaki iç savaşı sonunda Mao liderliğindeki komünistlerin kazanmasıyla, 1949 yılında Çin Halk Cumhuriyeti kuruldu. Çan Kay Şek ise ordusuyla Tayvan adasına sığınarak burada kendi devletini kurdu. Aslında Çan Kay Şek yeni bir devlet kurmadığını, sadece kendisinin başkanı olduğu Çin Cumhuriyeti’nin yerini taşıdığı iddiasındaydı. Tayvan bu nedenle kendisini Çan Kay Şek’in mirasçısı olarak, sadece adanın değil, bütün Çin topraklarının meşru devleti olarak görüyor. Bunun yanısıra anakaradan gelen milliyetçi Çinlilerin Tayvan’ın kendisine özgü dilini ve kültürünü asimile etmeye çalıştığını savunan yerel Tayvan milliyetçiliği de güçleniyor. Çin’e dair yüksek güvenlik kaygıları taşıyan Tayvan milliyetçiliği, kendisini Çin tarihi mirasının ve kavgalarının bir parçası olarak görmüyor ve Çin’e geri dönüş rüyasını paylaşmıyor.
Buna karşılık Pekin ise, Tayvan’ı Japon ve Batılı emperyalist işgal döneminin bir sembolü olarak görüyor ve tamamen kendi toprağı olarak kabul ediyor. Tayvan’ın Çin ya da ABD açısından önemi elbette sadece tarihi ve sembolik değil. Ada, Doğu Çin Denizi ile Güney Çin Denizi’ni birleştiren boğazı kontrol ediyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllarda Batı Tayvan’ın iddiasını kabul etse ve hatta savaş sonrasında kurulan BM’de ve Güvenlik Konseyi’nde Taipei üye olarak kabul edilmiş olsa da, gelişen süreç içerisinde bu durum değişti. Bugün bütün dünyada Çin’in sahip olduğu ekonomik güç nedeniyle Çin tarafının iddiaları kabul ediliyor. ABD de bu değişikliği 1972’de başlattığı “Tek Çin” politikası adını verdiği stratejik dönüşümle uygulamaya koydu. Ancak Washington Tayvan’ı devlet olarak tanımasa da, savunma paktı ile askeri koruma vaadettiği bir stratejik müttefik statüsünü devam ettirdi. Şimdi ise ilişkilerde yeni bir döneme giriliyor.
Nixon’un Sürpriz Pekin Ziyareti
Pelosi’nin bu sürpriz ziyaretinden tam 50 yıl önce ABD Başkanı Richard Nixon, Tayvan, Japonya ve tüm bölgesel müttefiklerinden habersizce, soluğu Pekin’de alarak, komünist Çin’le ilişkileri tesis etti. Stratejik mimarisi dönemin Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger’a ait olan bu hamleden sonra, Çin hızla Batı ekonomik sistemine entegre edildi ve böylece Sovyet hattından koparıldı. Sonrasında da Tayvan BM’deki daimi üyeliğini Pekin’e devretmeye zorlandı.
Mao ile görüşmesinde Nixon şöyle konuşuyordu:
“Bizi bir araya getiren, dünyanın gelmiş olduğu şartlara dair ortak kanaatimizdir. Bir milletin iç siyaset felsefesinin ne olduğu bizim için önemli değildir.”
2022’de Pelosi ise: “Bugün dünya demokrasi ve otokrasi arasında bir seçimle karşı karşıya. Amerika’nın burada, Tayvan’da ve dünyada demokrasiyi koruma kararlılığı sarsılmazdır.”
İki liderin konuşmalarından bazı diğer alıntılar:
Nixon (1972): “Farklılıklarımıza rağmen, ABD ve Çin’in kendi yöntemleriyle güvenli bir şekilde kalkınabileceği bir dünya yapısı inşa etmek amacıyla, ortak bir zemin bulabiliriz. Bu durum dünyadaki diğer bazı devletler için söylenemez.”
Pelosi (2022): “Tayvan bir dayanıklılık örneğidir. Tayvan çok önemli ve bugün verdiğimiz mesaj bu… Tayvan ile güvenlik, ekonomi, yönetişim olmak üzere üç konuda işbirliği yapacağız”
Nixon (1972): “Tarih bizi bir araya getirdi. Karşı karşıya olduğumuz asıl soru şudur: farklı felsefelere sahip, ancak ayakları yere basan ve halktan gelen bizlerin, önümüzdeki yıllarda sadece Çin’e ve Amerika’ya değil, tüm dünyaya hizmet edecek bir atılım yapıp yapamayacağımızdır. Biz bu amaçla buradayız.”
Pelosi (2022): “Bugün, Tayvan’a olan bağlılığımızdan vazgeçmeyeceğimizi ve kalıcı dostluğumuzdan gurur duyduğumuzu açıkça belirtmek için buraya geldik.”
ABD’nin Asya’ya Dönüşü ve Çin’i Kuşatma Stratejisi
İkinci Dünya Savaşı’ndaki Çinli milliyetçi müttefiklerini Çinli komünist rakipleriyle değiştiren ABD, bugün Tayvan’a yeniden dönüş yapıyor. Aradan geçen yarım asırlık sürede ne oldu ki, ABD’nin stratejisi değişti ve Çin’i dünya siyasetine ve ekonomisine entegre etme stratejisi bütünüyle çöktü? Gerçekten de hem Mao’yu, hem de Çan Kay Şek’i mezarında ters döndürecek bir strateji dönüşüm yaşanıyor.
Aslında dünya siyasetinde hiçbir şey yeni değil. ABD benzer bir stratejik dönüşümü İkinci Dünya Savaşı sonrasında Japonya’da gerçekleştirmişti. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu düşmanını bir rakip olarak tarih sahnesinden silmeye dönük hedefini, Soğuk Savaş’ın başlamasıyla birlikte değiştirmiş, Sovyetler Birliği ve Çin’e karşı ekonomik ve askeri açılardan güçlü bir Japonya hedefine geçiş yapmıştı. Öyle ki geçtiğimiz ay hayatını bir suikast sonucunda kaybeden Japonya Başbakanı Shinzo Abe’nin dedesi Nobusuke Kishi gibi savaş döneminden kalma eski Japon liderler yeniden iktidar koltuğuna oturtulmuştu. Amerikalılar uzun dönemde kalıcı olanın sadece çıkarlar olduğu ilkesini hiçbir zaman terketmediler ve her zaman şaşırtıcı bir stratejik esneklikle hareket ettiler.
1972’de kendi iç düşmanları milliyetçilerin ve dış düşmanları Japonya’nın müttefiki, Cumhuriyetçi anti-komünist, Başkan Richard Nixon’ı Pekin’de ağırlayan Mao Zedong için de benzer bir stratejik esneklikten bahsedilebilir. Moskova ile 1960’larda gerginleşen ilişkiler ve sınır çatışmalarının yanısıra, giderek ağırlaşan ekonomik koşullar Mao’nun geçmişteki ideolojik katı görüşlerini bir tarafa bırakmasını sağlamıştı. Çin bu tarihten sonra kağıt üzerinde sosyalist, uygulamada ise otoriter kapitalist bir ekonomik kalkınma stratejisi izledi. ABD’nin ve diğer Batılı ülkelerin yatırımlarından ve açtığı geniş pazar imkanlarından faydalandı. Bu anlamda Çin modelinin özgün bir kalkınma modeli olup olmadığı son derece tartışmalıdır. Çin tıpkı Japonya ve Güney Kore gibi, ABD ile yakın ilişkiler geliştirerek, öncelikle otoriter yapısıyla sağladığı istikrar yoluyla, küreselleşmeden sonuna kadar istifade ederek, aldığı dış yatırımlar ile ihracatını ve teknoloji transferini artırarak kalkınmasını sürdürdü. Komünist blok içerisindeki rakibi Sovyetler Birliği çökerken, Çin ekonomik anlamda sosyalizmi değilse de, tek parti diktatöryal yapısını muhafaza ederek, ayakta kalmayı başardı. Zamanla ekonomisi ve ona oranla artırdığı askeri gücü, ABD’yi ve bölgedeki komşularını tehdit edecek boyutlara ulaştı.
Rusya’nın Ukrayna işgali yaşanmamış olsaydı, Washington ve Moskova arasında da benzer bir süreç beklenebilirdi. Aslında Kissinger ve Mearsheimer dahil bir çok Amerikalı realist stratejisyen “tersine 1972” denilen bir süreci desteklediler. Obama döneminde başlayan ve Trump döneminde devam ettirilen Avrupa’dan ve Orta Doğu’dan çekilme ve Asya’ya dönme stratejisi tam bu hedefe yönelik adımlardı.
Hatta bir çok Amerikalı güvenlik uzmanına göre, Ukrayna krizi, ABD çıkarları açısından çok daha önemli olan bu küresel stratejiye mani olmamalıydı. Rusya’nın haklı tezleri kabul edilmeli ve fazla provoke edilmemeli, Rusya-Çin işbirliği engellenerek yerine bir Çin kuşatması tesis edilmeliydi. Ancak Putin’in Slav imparatorluk arzuları onun Mao kadar esnek bir strateji ustası olmadığını ortaya koyuyor. Putin lüzumsuz şekilde gücünün sınırlarını test ederek ve Avrupa’nın tarihi korkularını kışkırtarak fırsatı kaçırmış görünüyor. Ancak Rusya dahil olmasa da, Çin’in etrafındaki kuşatma merkezinde ABD’nin yer aldığı, Hindistan, Vietnam, Endonezya, Japonya ve Avustralya’nın dahil olduğu bir güney hattı ile oluşturuluyor.
Pelosi’nin Tayvan ziyareti bu kuşatma konusunda ABD’nin ciddiyetini ortaya koydu. Böylece ABD, Ukrayna krizi ortamında bütün dikkatini Avrupa’ya çevirip Asya’yı ihmal edeceği konusunda Çin’in yanlış bir mesaj almasını önlemek istemiş olabilir. Ancak kesin şu da var ki, her dış politika olayının içeriye de bakan bir yüzü var. Pelosi, Taipei ziyaretiyle Çin’in olabilecek en hassas damarına bastı ve kendisini bir kahraman olarak konumlandırdı. Bu yönüyle Pelosi, Tayvan ziyaretini Çin’i lüzumsuz yere provoke edip, Rusya ile yakınlaştıracağı kaygıları ile eleştiren temkinli demokratlardan daha çok, kendisine muhafazakar sağ cenahtan alkış getiren bir hamle yapmış oldu. Bu sayede Pelosi, Kasım ayında yapılacak Kongre seçimlerinde demokratları pasif görünümden kurtarıp, daha şahin bir konuma oturtmak istemiş olabilir. Diğer tarafta Çin Başkanı Şi Cinping de Kasım ayında Çin Komünist Partisi’nin 20. Ulusal Kongresi’ne girecek. Kendisinin parti genel sekreteri olarak görev süresinin uzatılmasının beklendiği ve gelecek beş yıl boyunca Çin’in en üst makamlarına gelecek isimlerin tespit edileceği bu Kongre öncesinde, Şi’nin diplomatik dengeleri gözeterek riskli hareketlerden kaçınması, ancak diğer tarafta özellikle Tayvan gibi hassas bir konuda tavizsiz ve güçlü görünmesi beklenebilir. Yine de şurası bir gerçek ki, hem Avrupa, hem de Asya boyutlarıyla Soğuk Savaş’ın tam anlamıyla dönüş yaptığı, gergin bir dünya siyasetine doğru adım atıyoruz.
*Prof. Dr. Hasan Kösebalaban, Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü