Kamuoyu dış dünyadaki gelişmelerle oldum olası çok fazla ilgilenmemiştir. Yanı başımızda devam eden kanlı Ukrayna savaşı tüm dünya medyası tarafından yakından izlenirken bizi de çok ilgilendirmesine rağmen medyanın dikkatini çekmemektedir. Aynı şekilde en az üç aydır devam eden ve şimdiye kadar kadın ve çocuk dahil 500’den fazla sivil ve masum göstericinin ölümüne yol açan İran’daki teokratik rejime karşı ayaklanma da medyamızda bir futbol maçı kadar dahi yer almıyor. Oysa ülkemiz İslamlaşırken İran halkının canı pahasına da olsa İslami rejimden kurtulmaya çalışmakta olmasının daha fazla dikkat çekmesini beklerdim.
İran konusunu şimdilik kenara bırakayım. Bugünkü yazımda yine kamuoyunun ilgisini çekmeyen Çin’e değinmek istiyorum.
Çin konusu kamuoyunun gündeminde olmasa dahi eski solcu/ulusalcı/Avrasyacıların ilgisini çok çekiyor. Onlar Çin’in hala Mao döneminde olduğu gibi eşitlikçi, piyasa ekonomisi değil tam devlet kontrollü bir yapılanma içinde olduğunu düşünüyorlar sanki. Oysa yine çok sevdikleri bugünkü Rusya gibi Çin de epeydir böyle bir ekonomik modelden uzaklaştı, servet ve gelir uçurumları hiçbir Avrupa ülkesinde ve hatta ABD’de görülemeyecek kadar derinleşti. Ancak bizdeki Batı düşmanları hem Türkiye’de demokrasi ve hukukun ayaklar altına alınmış olmasından şikâyet ederler, hem de Rusya ve Çin gibi diktatörlükle yönetilen ülkelere ve onları yönetenlere hayranlık duyarlar. Oysa her iki ülke de özellikle 2022 yılında tek adamla yönetilmiş olmanın bedelini bir hayli ağır bir şekilde ödedi. Rusya diktatörü Putin başarısız Ukrayna savaşının halkına muazzam bir maddi yük ve can kaybı getirmesini umursamaz bir şekilde yoluna devam ederken, komşusu Çin de farklı bir şekilde de olsa yine halkına çok ağıra mal olan, baştaki tek adamın iradesinden başka bir dayanağı olmayan politikalar uygulamaya devam etmektedir.
Aslında hem Rusya hem de Çin komünist bir geçmişe sahip olmakla beraber hiçbir zaman tam anlaşamamışlar ve birbirlerini rakip olarak görmüşlerdi. Stalin Mao’yu küçük görmüş, Mao ise Stalin’den sonra gelenleri Marksist-Leninist ideolojiye ihanet etmekle suçlamıştı. Hatta iki ülke 1969 yılında yedi ay kadar süren kanlı bir hudut savaşında çarpışmışlardı.
Bugün Rusya Marksist ideolojiyi tamamen terk etmiş, Çin ise buna sadece kâğıt üzerinde bağlı kalmıştır. Mao’nun Kültür Devrimi ve ondan önceki özel mülkiyeti hem toprakta hem de sanayide kaldıran uygulamaları neticesinde milyonlarca insan açlık ve sefaletten ölmüştü. Bu süre zarfında Çin ekonomisi bir türlü kalkınamamış, geri kalmaya devam etmişti. Mao’nun 1976 yılındaki ölümünden sonra başa gelenler ülkenin hür teşebbüse imkân vermediği takdirde kendisi ile Batı ekonomileri arasındaki uçurumu kapatamayacağını düşünerek Mao uygulamalarını birkaç yıl sonra ama hızla kaldırmışlardı. Bu sayede hele 1980’den sonra ilk dönemde Çin baş döndürücü bir şekilde kalkınabildi ve bazı hesaplara göre dünyanın en büyük ikinci ekonomisi konumuna oturabildi. Mao sonrasında yapılan reformlar ülkeyi çoğulcu ve demokratik bir yapıya kavuşturmadı tabii. Zaten Çin’in 4000 yıla kadar uzanan tarihinde demokratik bir yapıya uzaktan veya yakından benzeyen bir rejimle yönetildiğinin vaki olmadığı malumdur.
Demokratik bir yapısı olmadı ama en azından Mao sonrasındaki dönemde bir süreliğine de olsa tek adam rejimine son verdi. Mao Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurucusu, iç savaşın galibi sıfatıyla ve uzun bir süreden sonra ilk defa ülkeyi birleştirmiş olmasından aldığı güçle Çin’i ölünceye kadar tek adam olarak yönetmiş ve bu sırada yukarıda da değindiğim gibi ülkeye ve halkına çok büyük maliyet getiren aşırılıklardan çekinmemişti. Ancak başta Deng Şiaoping olmak üzere halefleri belki aynı prestije sahip olmadıklarının bilinciyle bu tecrübeyi bir daha yaşatmayacak bir düzen kurmaya çalışmışlardır. Bu suretle Komünist Parti diktatörlüğüne son vermeden parti içinde yönetimin on yılda bir değişmesini sağlayacak bir düzen getirildi.
Mao sonrasındaki ilk 30 yıllık dönem, Çin ekonomisinin dünya ekonomisiyle bütünleşmesinin gerçekleştiği dönem olmuştur. Batı dünyası Çin liderliğinin bu iradesine karşılık vermiş ve özellikle ABD ÇHC kurulduğundan beri kapattığı pazarını Çin’e açmış, ülke IMF, DTÖ gibi uluslararası ekonomik örgütlere girmişti. Batının düşüncesi, Çin rejiminin bir günden ötekisine değişmeyeceğini bilmekle beraber, ekonomik açılmanın Çin’i zamanla değiştireceği yönündeydi. Demokrasi olması beklenmiyordu ama ülke dış dünyaya açıldıkça halkın bilincinin artacağı yönündeydi. Bundan hem Çin halkı hem de dış dünya yararlanacaktı.
Aslında bu dönemden itibaren Çin rejiminin bir “sosyal mukaveleye” dayandığı söylenebilir. Şöyle ki Komünist Partisi yönetimi halka artan bir refah, istihdam vs gibi hayatın temel ihtiyaçlarını karşılamayı taahhüt ediyordu, buna karşılık da halk partinin diktatörlüğünü kabul ediyordu. Tabii böyle bir mukavele hiçbir zaman açıkça yapılmadı, zımnen kabul edilmiş oldu.
Bu sosyal mukavelenin uzunca bir dönem gayet iyi çalıştığı gerçektir. Bu dönemde Çin çift haneli kalkınma hızlarıyla gelişmiş ülkelerle arasındaki açığı süratle kapatmaya başlamış, teknolojisini geliştirmiş, Avrupa ve özellikle Alman sanayii için gittikçe önemi artan bir pazar oluşturmaya başlamıştı. Bunun yanında ÇHC dış dünya ile barışık, BM Güvenlik Konseyinin veto hakkına sahip daimî üyesi olmasına rağmen kendi bölgesi dışındaki ülkelerin sorunlarıyla ilgili ihtilaflara pek karışmamıştır. Kendi bölgesinde ise Kuzey Kore tehdidine karşı yapıcı bir rol oynamış, ülkenin nükleer silah edinme programını imkân ölçüsünde frenlemeye çalışmıştır. Aynı zamanda kendisi için ABD’ye karşı bir tampon rolü oynayan K. Kore rejiminin ayakta kalması için asgari düzeyde de olsa yardımlarını esirgememiştir. Tayvan meselesini büyütmemiş, adanın bir gün ana vatana iltihakı hedefini gündemde tutmuş, ancak bu istikamette tehdit sayılabilecek herhangi bir adım atmamıştır. Yayılmacılık politikasını, Çin denizindeki etki alanını başka ülkelerin çıkarlarını düşünmeksizin sürdürmüş ama orada de ufak tefek sürtüşmeler dışında bölge barışını tehdit sayılabilecek adımlardan çekinmiştir. 1997’de Hong Kong’u Birleşik Krallık’tan, 1999’da da Macao’yu Portekiz’den geri aldıktan sonra her iki yerde koloni dönemlerinden kalan göreceli hürriyetlere saygı göstermiş ve hatta yerleşik düzene 50 yıl dokunmama taahhüdünü dahi üstlenmiştir.
Ancak bu dönem 2012 yılında şimdiki lider Şi Jinping’in başa geçmesiyle değişmeye başlamıştır. Bir kere Şi, Mao sonrasında Deng Şiaoping’in yürürlüğe koyduğu göreceli çoğulcu sistemi ortadan kaldırmış, kendisini tek adam konumuna oturtmuştur. Normalde görev süresi 10 yıl sonra yani 2022 yılında bitecekken ilk baştan itibaren bu kurala uymayacağını belirtmiş, hatta Çin anayasasını değiştirip kendisini Mao’dan sonra ülkenin ikinci en büyük lideri konumuna oturtmuş, kendi felsefesini parti programı olarak kabul ettirmiştir. Serbest teşebbüse dayalı ekonomik politikayı yavaş yavaş değiştirmeye, yeni tür bir devlet kapitalizmi modeli oluşturmaya başlamıştır. İddiası daha eşitlikçi bir toplum kurmak ve gelir ile servet uçurumlarını azaltmaktır. Döneminde büyük servet sahipleri sıkıştırılmaya başlamış, kimisi de soluğu yurt dışında almıştır. Örneğin Türkiye’de de önemli yatırımları olan Ali Baba ve Ant Group’un kurucusu Jack Ma, rejimi eleştirdiği gerekçesiyle ülkeyi terk etme, geçtiğimiz günlerde de sahip olduğu şirketlerdeki hisselerini elden çıkarma mecburiyetinde bırakılmıştır.
Hong Kong’da demokrasi ve hürriyet için düzenlenen gösteriler şiddet yoluyla bastırılmış, Türkiye’de pek bir yankı uyandırmayan ancak Batı dünyasının üzerinde ısrarla durduğu Doğu Türkistan’daki Uygur soydaşlarımıza çok büyük eziyetler yapılmaya başlamıştır. Bunun yanında Tayvan’a karşı da daha saldırgan bir politikaya geçilmiş, adanın gerekirse şiddet yoluna başvurarak önümüzdeki yıllarda anavatan ile birleşeceği söylemi gittikçe sık bir şekilde kullanılmış, askeri tatbikatlar yoluyla ada zaman zaman tehdit edilmiş ve dış dünya huzursuz edilmiştir. Bu politika halen de devam etmektedir.
Ancak kendisinden çok daha küçük bir ülkeye saldıran Putin’in Ukrayna’da en azından şimdiki halde uğradığı hezimet muhakkak ki Şi’yi düşünmeye sevk etmiştir. Denizden yapılacak bir saldırı yıllardır hazırlık içinde olan Tayvanlıların mukavemeti ile Şi için benzer bir hezimetle sonuçlanabilir. Böyle bir riski göz önüne alıp almayacağını zamanla göreceğiz.
Bunların neticesinde gelişmiş ülkeler Çin’i zaman içinde bir ortak olarak değil, tehdit olarak görmeye başlamışlardır. Çin’in yüksek teknoloji yarışında ABD ve Avrupa ülkelerini geçebileceği, elindeki imkânları da casusluk için kullanacağı şüphesinin yaygınlaşmasıyla ABD başta olmak üzere birçok Batı ülkesi Çin’i dışlamaya, özellikle elektronik sanayide Çin ürünlerine olan bağımlılığı azaltma yoluna gitmeye, küreselleşmeyi tersine çevirip sanayinin kendi bölgelerinde yoğunlaşmasına gayret etmeye yönelmişlerdir.
Bu arada tek adam Şi Jinping’in çok da başarılı olduğu söylenemez. Şişirilmiş bir inşaat sektörü balonu patlayınca beraberinde çok büyük banka ve şirketleri götürmüş, peşin ödemeyle yaptıkları yatırımların heba olduğunu gören yüz binlerce vatandaş bölge bölge Komünist rejim kurulduğundan bu yana görülmemiş bir şekilde sokaklara dökülmüştür.
Daha önemlisi ve ciddisi, birçok kaynağa göre Covid-19 pandemisinin başlangıç noktası olan Çin virüse karşı mücadelede kendisinden çok daha düşük gelişme düzeyindeki ülkelerin gerisinde kalmıştır. Tek adam Şi’nin tercih ettiği anlaşılan aşılama yerine kapanma politikası ülkeye çok pahalıya mal olmuş, kalkınma hızı sıfıra yaklaşmıştır. Bu arada aşı üretimi ve teknolojisi geliştirilmemiş, özellikle yaşlılar arasında aşılanma son derece yetersiz kalmıştır. Üstelik kullanılan yerli aşılar inaktif ve nispeten etkisiz olan türden olup, Çin rejimi mRNA tipi etkili aşıların ülkede geliştirilmesini ve üretimini sağlayamamış, dışarıdan ithal edilmesini de prestij kaybı olarak gördüğü için olsa gerek bu yola da girmemiştir. İlk mRNA aşılarının denemeleri yeni yeni yapılmaktadır.
Ancak, ekonomik sıkıntıların sosyal mukaveleyi bozma tehlikesine yol açması ihtimali karşısında rejim birdenbire keskin bir viraj alarak kapanma politikasını terk etmiş, dolaşım ve seyahat kısıtlamalarını da kaldırmıştır. Aşılamanın ve hastane alt yapılarının yetersizliği karşısında yüz milyonlarca insanın virüse yakalanması ve bunların azımsanmayacak bir bölümünün hayatını kaybetmesi beklenmektedir. Şu anda hastalanan insan sayısı günde 36 milyonu bulmakta, ancak rejim ölüm rakamlarını açıklamadığı için kesin kayıp sayısı bilinmemektedir.
Nispeten eğitimli, gelir düzeyi yüksek ve refahının da son yıllara kadar düzenli bir şekilde artmasına alışmış olan Çin milletinin bu şoklara tahammül edip etmeyeceğini tahmin etmek mümkün değil. Gerçi yasakların kalkmasıyla ve birikmiş talebin birdenbire patlamasıyla Çin ekonomisinin 2023’te değilse dahi, 2024’te yeniden hızlı bir kalkınmaya kavuşabileceği tahmin edilmektedir. Ancak virüsün kontrolden çıkarak hızla yayılmasının ve sağlık alt yapısı yetersiz olduğu için ölümlerin hızla artmasının yaratabileceği tepki bilinmemektedir. Şu da gerçek ki, Çin tarihine bakıldığında rejimler, daha doğrusu geçmiş dönemlerde hanedanlar tabii afet, kıtlık, kaybedilen savaş gibi nedenlerle halkın ayaklanmasıyla devrilmişlerdir. Çin Komünist Partisi’nin 4000 yıllık tarihi boyunca Çin’i yönetmiş ancak teker teker ve çoğu zaman halk tarafından devrilen hanedanlardan daha dirençli olup olmadığını da zamanla göreceğiz.
Ancak Çin tek adam rejiminin Rusya’daki kadar olmasa da başarısız olduğu açıktır. Şi Jinping, 2022 yılında yeni bir beş yıllık dönem için parti liderliğine tekrar seçildi. Önümüzdeki haftalarda da devlet başkanlığına yine beş yıl için tekrar seçilmesi mukadderdir. Eski sistem devam etmiş olsaydı, haleflerin ortaya çıkması beklenirdi. Ancak son parti kongresinde bu yönde herhangi bir hazırlığın meydana gelmemiş olması Şi’nin iktidarı kolay kolay bırakma niyetinde olmadığının teyidini teşkil etmektedir. Ben yaptım oldu politikasının bedelini Çin halkının uzunca bir süre daha ödemeye devam edeceği anlaşılmaktadır.