Çin ve dünya

Seçimleri izlemek için ülkemize gelen Avrupalı bir gazeteciyle Pazar günü yaptığım görüşmede, Sayın Kılıçdaroğlu’nun demecinin Economist dergisinde yayınlanan makalesinden çok farklı olduğunu, Çin ile ilişkiler için kullandığı ifadelerin gerçek görüşleri hakkında tereddüt uyandırdığını söyledi. Ben de kendi tecrübelerime dayanarak siyasilerin gerçek görüşlerinin genelde başkaları tarafından yazılmış olan metinlerde değil, ağzından çıkan sözlerde yer aldığını, bu bakımdan Sayın Kılıçdaroğlu’nun pek gerçekçi bulmadığım demecindeki görüşlerin iktidara gelmesi halinde değişeceğini ümit ettiğim cevabını verdim.

Çin, adı dünyada en fazla duyulan ülkeler arasında geliyor. Özellikle ülkemizde yaygınlaşmış olan Batı düşmanlığının da etkisiyle Çin’in ekonomik, siyasi ve askeri etkinliği göklere çıkarılıyor, bizim gibi birçok bakımdan az gelişmiş ülkeleri emperyalizmin pençesinden kurtaracak, yeni ve daha adil bir dünya düzenini kuracak, tek kutuplu dünyayı çok kutupluya çevirecek yeni bir süper güç olarak görülüyor. Tabii Çin’in bu veçhelerini, fakir dünyayı emperyalizmden kurtaracak bir güç olup olmadığı, hatta Batı emperyalizminin yerine kendi nüfuz bölgelerini kurma niyeti olup olmadığını tek bir yazıda ayrıntılı bir şekilde irdelemek mümkün değildir. Ben sadece konunun ana hatlarına değinmek istiyorum.

Belki ilk önce Çin’in dünya ekonomisindeki ağırlığına bakmakla başlayabiliriz. Çin’in Mao döneminden sonra muazzam bir ekonomik kalkınma hamlesi yaşadığı herkesçe malum.  Deng Xiao Ping’in Mao’dan sonra başlattığı ekonomik serbestleşme modeli ülkeyi yıllar içinde bir ekonomik dev haline getirdi. Çin’in çok yüksek tasarruf oranı neticesinde oluşan sermaye birikimi sayesinde ülke özellikle Asya ve Afrika ülkelerinde büyük altyapı projeleri finanse ederek siyasi güç de elde etmiştir. Gerçi nüfusu artmayan Çin’in -bu yıl içinde Hindistan dünyanın en büyük nüfuslu ülkesi olarak onu geçecektir- ekonomik performansını sürdürüp sürdüremeyeceği ve örneğin ABD’yi geçip geçmeyeceği konusunda farklı tahminler yapılıyor. Çin istatistiklerinin çok da güvenilir olmaması haliyle bu tereddütleri artırıyor.  

Her hal ve kârda Batı’nın hayali, ekonomik kalkınma ile birlikte Çin’in belki hemen değilse de zaman içinde demokratikleşeceği ve dünya ekonomisiyle bütünleşmesi nedeniyle uluslararası hukuk düzenine uyacağı yolunda idi. Bu dönemde Çin uluslararası finans kuruluşlarına ve Dünya Ticaret Örgütüne de katıldı. Batı Çin’in oyunu kurallarına göre oynayacağını umuyordu.  Hong Kong’un 1997 yılında, Macao’nun da 1999 yılında sırasıyla Birleşik Krallık ve Portekiz tarafından Çin’e iade edilmesinden sonra 50 yıl boyunca garanti altına alınan kapitalist hukuk sisteminin Çin’i bu sisteme bağlayacağı ümidini beslemişti. Yapılan hesap, Tayvan adasını barışçı bir şekilde kendisine bağlamak isteyecek olan Çin’in bu sistemi ve Hong Kong ile Macao’daki göreceli serbestlik düzenini bozmayacağı, zira Tayvan halkını ürkütmek istemeyeceği yolunda idi. Çinlilerin sevdiği cinsten bir slogan olarak da bu düzene “Tek ülke, iki sistem” deniyordu. 

Bütün bunlar Xi Jinping’in 2012 yılında yönetimin başına geçmesi ve seleflerinden farklı olarak Mao’dan sonra kurulmuş olan liderin 10 yıl sonra görevi bırakma geleneğini sürdürmek niyetinde olmadığının anlaşılmasıyla değişmeye başlamıştır.  Sadece o değil, Xi Hong Kong’daki göreceli serbestiyi sonlandırmış, Doğu Türkistan nüfusunun önemli bir bölümünü çalışma kamplarına tıkmış, komşularıyla ilişkilerinde de saldırgan politikalara başvurmaya başlamıştır.

Tayvan sorununun gerekirse şiddete başvurularak bir şekilde çözüleceği söyleminin yayılmaya başlaması, ayrıca Pasifik Okyanusundaki deniz alanlarını diğer ülkelerin çıkarlarına pek aldırmadan genişletmeye çalışması Çin’in barışçıl yöntemlere ne kadar bağlı olduğu hakkında komşuları arasında tereddütlerin uyanmasına ve yeni oluşumların şekillenmesine yol açmıştır. Obama döneminden itibaren de Çin ABD için işbirliği yapılabilecek bir partner olmaktan çıkmış, bir rakip, hatta hasıma dönüşmüştür. Avrupa’daki tehditlerin azaldığı sonucuna varan ABD, dikkatini ve askeri gücünü Uzak Doğuya ve Çin’e çevirmiştir.  Burada sadece ABD’nin Çin ile ekonomik, askeri ve siyasi bir rekabete girmek istemesi değildir sorun. Çin’in komşuları, hatta NATO bile Çin’in yayılmacı ve saldırgan tavrından rahatsız olmaya başlamış ve yeni askeri ittifaklar ile silahlanma yarışı başlamıştır.  Örneğin ABD, Avustralya ve Birleşik Krallık’ı biraraya getiren AUKUS; Avustralya, Hindistan, ABD ve Japonya’yı bir araya getiren Dörtlü Güvenlik Diyalogu (QSD, Quadrilateral Security Dialogue) gibi oluşumlar bölge ülkelerinin Çin hegemonyasından duydukları rahatsızlığın ve bu rahatsızlıktan dolayı ABD’ye döndüklerinin işaretidir. Özellikle geçmişte Çin ile zaman zaman silahlı çatışmaya girse dahi bu tür oluşumlardan uzak duran, bağlantısızlığına ve tarafsızlığına değer veren Hindistan’ın ABD desteğine duyduğu ihtiyaç gerçekten dikkat çekicidir.

Son dönemlerde Çin’in Tayvan adasını ablukayla tehdit etmesi, Pasifik Okyanusunda Fiji, Samoa, Solomon Adaları gibi ülkelerde askeri üsler kurmaya çalışması, karşılığında da onlara ekonomik çıkar sağlaması veya vaat etmesi, komşu ülkeleri daha da rahatsız etmeye başlamıştır. Filipinler’in yeni Cumhurbaşkanı Marcos yönetime geldiğinden bu yana, ülkesini geleneksel müttefiki ABD ile yakınlaştırmış, hatta iki hafta önce ABD ile düzenlenen çok sofistike silahların da kullanıldığı bir askeri tatbikata bizzat katılarak güçlü bir mesaj vermiştir. Güney Kore Cumhurbaşkanı Yoon da geçtiğimiz haftalarda Vaşington’a yaptığı ziyaret sırasında ABD’den, ülkesinde konumlu 28500 Amerikalı askerin orada kalacağına, hatta bir nükleer güçlü denizaltının da orada sürekli olarak konuşlanacağına ilişkin teminat almıştır.

Bütün bu gelişmeler, Çin’in üst perdeden sürdürdüğü söylemin ve savurduğu tehditlerin bölge ülkelerini rahatsız ettiği ve herhalde hedeflemediği bir şekilde ABD’nin bölgedeki mevcudiyetini arttırdığı neticesini doğurmaktadır. Şimdi strateji oyunlarının teması Çin ile ABD arasında bir savaşın çıkıp çıkmayacağı yolundadır. Bu konuda Batı medyasında sayısız miktarda yorum yapılmaktadır. Ancak genelde bir savaşı tetikleyecek Tayvan’a saldırının önümüzdeki dönemde pek olası olmadığı, Çin’in Rusya’dan çok farklı olarak dünya ekonomisiyle bütünleşmiş olduğu ve bir savaşın yol açacağı ekonomik tahribatı göze alamayacağı yolundadır. Rusya’nın şimdiye kadar başarısız olan Ukrayna istilasının derslerini Çin liderliği muhakkak almıştır.  Üstelik Ukrayna’dan farklı olarak Tayvan’ın ada olması nedeniyle Çin ile kara hududu olmaması, tersine Adaya saldıracak olan Çin kuvvetlerinin 160 kilometre genişliğinde bir boğazı aşmaları gerekeceği gerçeği karşısında, Xi Jinping’in birkaç defa düşüneceği açıktır. Nitekim son zamanlarda Tayvan ile ilgili söylemini yumuşattığı söylenebilir.

Ancak Çin, ABD ve bazı Batı ülkeleri için bir tehdit olarak görülmeye devam etmektedir.  Bunun neticesinde özellikle yüksek teknoloji dalında Çin’e bağımlılığın azaltılması, bu tür ürünlerin ABD’de üretilmesi için teşvikler verilmeye başlaması neticesinde yirmi yıl önceki ticaret yoluyla ekonomik bağımlılığı arttırmak ve dolayısıyla ihtilaf tehlikesini azaltma politikasının sona erdiği söylenebilir.  Yine de Çin’in elinde bulunan ve miktarı trilyon dolarları bulan ABD hazine bonolarını elinden çıkarmak gibi bir niyetinin olmadığı görülmektedir. Bunu yapacak olsa, bonoların değeri süratle düşecek ve kendisine büyük zarar verecektir. Ancak değerleri düşen bonoların ABD faizlerinin yükselmesi sonucunu doğurması o ülkeye de zarar verecektir. Karşılıklı zararın her iki tarafın yararına olmayacağı olgusu karşısında her iki taraf da ihtiyatı muhafaza etmeye çalışıyor.

Bu arada Çin diplomasisinin ilginç bir özelliğine değinmekte fayda var. Xi Jinping’in saldırgan ve tehditkâr politikaları diplomatlarının söylemlerine de yansımaktadır. O kadar ki bunlara “savaşan kurtlar” lakabı verilmiştir. Bulundukları ülkelerde her türlü aşırı demeçler vermekten çekinmemeleri bunların bir özelliğidir. Son örnek Paris Büyükelçisi Lu Shaye’nin bir Fransız televizyon kanalında katıldığı söyleşide, Sovyetler Birliğinin çökmesinden sonra bağımsız olan Ukrayna ve hem NATO hem de AB üyesi olan Baltık ülkeleri gibi eski Sovyet Cumhuriyetlerinin meşruluğunun tartışılır olduğunu söylemiştir. Bunun üzerine kıyamet kopmuş, Çin Dışişleri Bakanlığı bu ifadenin ülkenin resmi görüşünü yansıtmadığını açıklamak mecburiyetinde kalmıştır. Buna rağmen, ilişkilerinin güçlü olduğu anlaşılan Büyükelçi Lu en azından şimdilik görevden alınmamıştır. Sık sık tevali eden bu tür demeçler bugünkü Çin diplomasisinin özelliklerinden birini teşkil etmekte ancak haliyle ülkenin dış dünyada itibarının yükselmesine katkıda bulunmamaktadır.  

Aynı şekilde özellikle “Kuşak Yol” ağının geliştirilmesi çerçevesinde Çin tarafından finanse edilen altyapı projeleri için sağlanan kredilerin geri ödenememesi durumunda Çin’in bunlara el koyması potansiyel partnerleri düşündürmektedir. Bunun bir örneği Çin parasıyla Sri Lanka’da inşa edilen bir deniz limanının bu şekilde Çin mülkiyetine geçmesi ve bir deniz üssüne dönüştürülmesi üzerine Pakistan dahil bazı bölge ülkelerinin Çin’e borçlanmayı gerektirecek projeleri askıya almalarıdır. Aynı şekilde IMF gibi uluslararası finans kuruluşlarının sıkıntı içindeki ülkelerin borçlarını yapılandırma teşebbüsleri, kendi alacaklarının yapılandırılmasının da yolunu açacağı endişesiyle Çin tarafından bloke edilmektedir. Haliyle bu tür davranışlar Çin’in kendisini az gelişmiş ülkelere sevdirmesine yardımcı olmamaktadır.  

Bu bakımdan Kuşak-Yolun başka bir tezahürü olan “İpek Yol” fikrini Sayın Kılıçdaroğlu’na kim övmüşse ve onu bu fikri “hayatının en önemli projesi” olarak takdim etmeye ikna etmişse, yeniden düşünmesinde fayda var.  Her hal ve kârda Sayın Kılıçdaroğlu’nun yaptığı gibi altyapı projelerinin gerçekleşmesi ile Çin’in Uygur mezalimine son vermesi arasında bir bağlantı kurmaya çalışmak maalesef günümüzde bir çıkmaz yoldan ibarettir. Nitekim seçimleri izlemek için ülkemize gelen Avrupalı bir gazeteciyle Pazar günü yaptığım görüşmede, Sayın Kılıçdaroğlu’nun demecinin “Economist” dergisinde yayınlanan makalesinden çok farklı olduğunu, örneğin demecinde AB ile ilişkilerden hiç bahsetmezken Çin ile ilişkiler için kullandığı ifadelerin gerçek görüşleri hakkında tereddüt uyandırdığını söyledi. Ben de kendi tecrübelerime dayanarak siyasilerin gerçek görüşlerinin genelde başkaları tarafından yazılmış olan metinlerde değil, ağzından çıkan sözlerde yer aldığını, bu bakımdan Sayın Kılıçdaroğlu’nun pek gerçekçi bulmadığım demecindeki görüşlerin iktidara gelmesi halinde değişeceğini ümit ettiğim cevabını verdim.           

Avrupa Birliği ülkelerinin Çin’e bakış açısının ABD’den farklı olduğunu 24 Nisan 2023 tarihli yazımda hatırlatmıştım. Ekonomik bağlar konusunda AB ülkeleri tek vücut hareket edemiyorlar. Özellikle Almanya için Çin pazarı vazgeçilmez boyutlarda. Yine de AB, ABD’den aldığı örnekle Çin ile ilişkilerde riskleri azaltma güdüsüyle yüksek teknoloji dalında Çin’e bağımlılığı azaltmak ve bu tür sanayi ürünlerinin aynen ABD’nin yaptığı gibi Avrupa’da gelişmesini sağlamak için Dünya Ticaret Örgütü kurallarıyla ne ölçüde uyumlu oldukları tartışılır teşviklere başvurmaya başladı. Ekonomik liberalizm ve küreselleşmenin yerini korumacılığa bıraktığı bir dönemde bu tür politikalar şaşırtıcı sayılmaz.

Yine de Çin ile Batı arasındaki ilişkilerin Rusya ile olduğu gibi kopma noktasına gelmesi beklenmemelidir. Hem karşılıklı menfaatlerin boyutu hem Xi Jinping’in Rusya’ya karşı uyguladığı politikada söylemlerinden farklı olarak silah verme çizgisini aşmaktan çekinmesi bağları kopartmak niyetinde olmadığını göstermektedir. Tamamen Rus görüşlerini yansıtan bir sözde barış planını sunup onun ciddiye alınmaması fiyaskosu üzerine, geçtiğimiz günlerde Ukrayna savaşı başladıktan sonra ilk defa olarak ve Batının ısrarlı taleplerine uyarak Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenskyy ile yaptığı telefon görüşmesi olumlu bir jest sayılmalıdır. En azından Zelenskyy’nin kendisi bu görüşmeden büyük memnuniyet duyduğunu söylemiştir.

Bununla birlikte Çin’in Ukrayna savaşının Rusya’nın mağlubiyeti ile sonuçlanmasını istemeyeceği yorumları epey yaygındır. Rusya’nın mağlubiyetinin sonucu muhtemelen Putin’in sahneden kaybolması, zayıf bir ihtimal olsa da yerine demokrasi ve hukuka saygılı bir rejimin kurulmasıdır.  Demokrasi ve hukuktan şeytan gibi korkan Xi Jinping’in en son isteyeceği şey bu olacaktır.  Onun için ideal formül, Rusya’nın bir anlamda Kuzey Kore gibi Çin’e bağımlı, diktatörlükle yönetilen, dolayısıyla Batı ile sıcak ilişkiye girmeyecek bir rejimle yönetilmesidir. Bu amaçla da Kuzey Kore’de yaptığı gibi Putin’in ayakta kalması ancak fazla güçlenmemesi için gerekeni yapmak isteyecektir. Batının da bu politikaya itiraz etmediği, zira onun da Putin’in devrilmesi konusunda farklı nedenlerle de olsa hevesli olmadığı açıktır.  Batı Putin’in yerine demokrasi ve hukukun geleceğini garanti gözüyle görse muhakkak bunu isteyecektir. Ancak öyle bir garanti olmadığı gibi Putin’in yerine kendisinden daha katı ve mümkünse uzlaşmaz bir askeri diktatörlüğünün kurulması tehlikesi mevcuttur. Bu durumda paradoksal bir şekilde de olsa Çin ile Batının Ukrayna’daki menfaatleri en azından şimdilik örtüşüyor. Tabii Rusya’nın savaşı kaybetmemek için Çin’den sofistike silah almasının şart olduğu bir durum ortaya çıkarsa bunun sonucu Çin ile Batıyı karşı karşıya bırakmak olabilir.  Dolayısıyla mevcut durumun istikrarlı olduğu söylenemez.                                      

- Advertisment -