Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIÇok kollu canavar

Çok kollu canavar

Çocukluğumda masallardan, filmlerden homurdanan canavarlar ya da hayal gücüyle korku nesnesine dönüştürülen insan-hayvan “yaratık”lar âlemi daha sadeydi sanıyorum. Zamanla çeşitlendi sanki. Trafik, enflasyon, “üç harfiler” filan derken, ahtapot da bugünlerde güncellendi. Ben onu çocukluktan da tanıyorum, adını 10 yıl önce resmileştirmedikleri “Derin ahtapot”tan da…

Korku simgeleri ülkeye, kültüre, devre göre değişebiliyor. Bizim çocukluğumuzda masallardan, kitaplardan, filmlerden homurdanan canavarlar ya da hayal gücüyle korku nesnesine dönüştürülen “yaratık”lar âlemi daha tenhaydı sanıyorum.

Sinemanın “dehşet yönetmenleri” de az esasında. Alfred Hitchcock “Kuşlar”ı bile peşimize taksa da korku yelpazesi bugünkü gibi geniş sayılmaz.  Hele Yeşilçam’da… Şöyle elle tutulur bir gerilim seyredip ağız tadıyla korkmak imkânsız.

Ama çocukken izlediğim nadide bir örneğini bugün bile hatırlıyorum: “Kötü Tohum (1963)” Bir sahnesi hâlâ aklımda… Siyah beyaz filmde annesi Lale Oraloğlu birlikte rol alan ilkokul talebesi Alev Oraloğlu üzerinde kukuletalı bir yağmurlukla okulun havuzun başında.

Geceyarısı, şimşekler çakıyor, yağmur deli gibi… Az önce sınıfın en çalışkan ve en sarışın oğlan çocuğunu havuza itip boğmuş. Elinde tırpanla havuzun içinde sınıf birincisi olduğu için ona verdikleri madalyonu bulup, almaya çalışıyor. “Kötü Tohum” o.

“Şeytan” kundakta bebek

Lâkin ekilen korku tohumları, doğaüstü kâbus nesneleri piyasası daha sade. Gulyabânî ile babalarımız savaşmış, “Şeytan” Linda Blair kundakta bebek, zombiler, “Yaşayan Ölüler” topluca hortlamamış, uzaydan gelen canavarlar da henüz uzun yolda.

Gelişen, türleri çoğalan korku edebiyatı, sineması sayesinde tüyler ürperten palyaçoları, Stephen King’in korkunç dünyasından “Pennywise”ın çocukların peşine taktığı “dron balonları”nı bile seviyoruz o zamanlar.

Sevimli hayaletler, devler

Hayaletler de “hortlak”tı diye hatırlıyorum. Çizgi serisi sayesinde “Sevimli Hayalet Casper” zaten ailenin hortlağı: “Friendly Ghost”… Hayaletler gibi masallardaki devlerle de arkadaş olmak mümkün. Güliver, Cüceler Ülkesi’nde insancıkları avucuna alıyor seviyor, boylarının yetmediği işlerde yardımcı oluyor. Sömürgeci olmasına rağmen insanî, merhametli bir yönü var.

Eh, cadılar da ecnebi masallardan, çok çocuk işi… Hem günlük hayatta mahalle, okul adıyla sanıyla “cadı” dolu. Sınıftaki cadı kızlar eğlenceli de… Yaptıkları cadılıklara gülüyoruz. Kızsak ve/veya âşık olsak bile yakmak yerine hafifçe saçını çekiyoruz en fazla.

Ah o “üç harfliler”

Bugün koskoca insanların bile adını anamayıp “Üç harfliler” diye geçiştirdiği cinler de bizi çarpmıyor henüz. Pek korkutmuyor da doğrusu. “Cin gibi çocuğuz” nihayetinde… Mahallede de gece gündüz kalabalık. İn cin top oynamıyor, biz oynuyoruz.

Lâkin uzun yıllar sonra, 2016’da Melih Gökçek’ten duyduklarımız ürpertici, insanlık adına korkutucu esasında. CNN’de moderatör  “Fethullah Gülen bu kadar insanı nasıl bir güçle harekete geçirdi?” diye sorunca şöyle yanıtlıyor:

“Belki size çok komik gelecek ama bunu enteresan bir metotla yapıyor. Üç harflilerle yapıyor…” Sunucu ne, nasıl, “Yani cinlerle mi…” filan diye kalırken gizemli bir tonla yineliyor: “Evet, üç harflilerle yapıyor. İnsanları esir alıyor…”

İn midir, cin midir”

Programı modere etmekte zorlanan sunucu “Aman efendim, bu mümkün mü, bilimsel olarak böyle bir şey olabilir mi” babından itiraz, ısrar edince de kendinden emin: “Tabii olmaz mı, evet mümkün… Etrafınızdakilere bakın belli bir zamanda, belli konularda esir alındığı, sonra belli şekillerde kurtarıldığı çok aşikâr…”

Ekranlarda samimiyetle bu itirafı yapan Gökçek de dâhil koskoca bir “camia”, hükümet üzerindeki etkisi, ilişki ağı, bağlantıları, ahtapot misali sarmaş dolaş “kolları” düşünülünce bir tür “esaret”, bir tebaiyet, tâbilik var da tabii… “İn midir, cin midir” çok şüpheli.

Yatak odasındaki vampir

Sinemaya çok sık giden/götürülen bir çocuk olarak ben vampirlere karşı temkinliyim. Ailelerde “çocuk filmleri filtresi” trend olmadığı için vampir filmleri geldi mi kaçırmıyoruz.

Beyazperdenin en ünlü vampiri Christopher Lee’yi bugün gibi hatırlıyorum. “Kont Dracula”… Gözleri kan kaçağı, geceleri uyumuyor. Etkileniyor insan; gece kuşu, “nocturnal animal” olmak harika. Belki ömrün kısalsa da, “hayat”ı herkesten “uzun” yaşıyorsun. Ortalıktan el ayak çekilince sen ayaktasın… O gün ışırken tabutuna, biz de yatağa giriyoruz.

O serinin ürküten cazibesi herhalde insan suretinde olduğu için. Esmer, kerli ferli, smokinli, asık suratlı klasik politikacıları da andırıyor sanki. Sadece gece saklambaç oynarken değil her yerde karşımıza çıkabilir.

Filmlerde öyle. Dev, vahşi canavarlardan farklı olarak evimize, yatak odamıza kadar girebilir, yatağının altına, perdenin arkasına bile saklanabilir. Bizi her an duyuyor, dinliyor, bir yerlerden görüyor gibi. “Big Brother”ın sivri dişlisi, kendi kanunu var.

Mezarlıkta evcilik…

Kurt adam vampir kadar ürkütücü, belki de “olası” gelmiyor nedense… Ankara’ya köyden gelen bir arkadaşımız kurtlara “canavar” diyor zaten. Köylerine bile iniyormuş kışları. Geceleri ulumalarını duyunca yorganı başına çeker, bazen babaannesinin koynuna girermiş. O da kurt masalları anlatırmış tabii. Çivi çiviyi…

“Canavar”la ilgili anlattığı hikâyeleri ortaokulda, Erdek Narlıköy’e gittiğimizde hatırlıyorum. Mürüvvet Teyze’nin yaz aylarında pansiyona çevirdiği evi, köyün mezarlığının tam karşısında. Hafızamda bugün gibi net; üç-dört yaşındaki kızı, güneşle de hep “kara” Elmas orada “evcilik” oynuyor.

O yıllarda köyde elektrik, jeneratör filan yok, lüks lambaları… Ay çıkmazsa ortalık zifiri karanlık. Yattığımız odanın penceresi de öndeki bir mezara bakıyor. Hiç unutmuyorum. Sekiz yaşında bir kız çocuğunun mezarı… Bitlenince başına DDT sürmüşler, kurtarılamamış. Karanlık gecelerde mezarlık dekorunu bazen sansar uluması, çığlıkları tamamlıyor. Alışıyoruz…

“Öcü” her eve lazım

Çocukken -her eve lazım- “Öcü”ye de alışmışız. Neye benzediği, ne olduğu pek belli değil. Her surette çıkabilir karşına. Aileler öcünün korkutan tahayyülünü muhtemelen çocuğun sonsuz hayal gücüne bırakmışlar.

Masallardaki, filmlerdeki canavarlar, ejderhalar da korkutmaktan çok enteresan. Bazısı komik de… Bugünkü teknolojiyle “aslı gibi” değil zira. Kanatlısı, ateş püsküreni daha eğlenceli, hatta sempatik bazen. Perdeye çıkınca çığlık, alkış, kıyamet… “Game of Thrones”la eski bir dosta kavuşmuş gibi oluyorum. Seyrederken neredeyse bağıracağım: “Drakar!..”

Huysuzlanırsa elinde tahta kılıcın, sahici gibi okun var, savaşıyorsun. Ama derisi kalın… Hele çok başlı olursa mücadele etmek zor, zaman alıyor. Ayırt etmek için olsa gerek, bazıları “Ejderha canavarı” diyor ona. Bugün meyvesi piyasada.

Medyanın canavarları…

Bir de medyanın yarattıkları manşetlerde tabii. Korkunç cinayetlerin failleri gazetelerde “canavar” olarak anılıyor. Genellikle yaşadıkları yerin ismiyle… Neredeyse her yörenin bir canavarı var. “Toros Canavarı”Ahmet Tarık Tekçe’li filmiyle de biliyoruz.

Aziz Nesin’in kitabıyla da ünlü. Gariban kiracı Nuri Pakyürek’in hikâyesi… Ev sahibi her türlü yolla, baskıyla, eziyetle onu evden atma derdinde. Ama polis Pakyürek’i Toros Canavarı’na benzetip içeri atınca işler değişiyor. Ailesi artık dokunulmaz. Velâkin gerçek canavar yakalanınca işler değişiyor. Canavar olmayınca bir itibarı yok artık.

“Beyaz Toros” canavarı

Aynı adla bir de kısa film duymuştum yıllar sonra. Oradaki canavar katil bir araba; beyaz Toros. Stephen King’in “Katil Araba”sı Christine gibi hayal ürünü de değil. “Yerli” beyaz Toros gerçek… İçine binen/bindirilen kayboluyor.

Toros canavarının en inandırıcısı, en korkuncu, zâlimi “resmen” de o. Öyle ya da böyle “resmi plakalı” olduğunu herkes biliyor. Devletin derin galerisinden, her zulme, işkenceye uygun “garaj”larından… Sokakta görünce ürperiyor insanlar.

1990 yapımı travma

Zamanla canavarlar çeşitleniyor. “Van Gölü Canavarı” eğlenceli de, Trafik Canavarı, Enflasyon Canavarı öyle değil. Hele 1990’larda TV’lerde kamu spotu olarak dönen “Trafik Canavarı” filmi… Yeniden baktım feci! Bırakın çocukları, ille gösterilecekse +21 olmalı.

Şahin marka otomobilleriyle çoluk çocuk, güle oynaya yola çıkan ailenin direksiyondaki babası aniden gaza basmaya başlıyor. Çocuklar çığlık çığlığa… Anne korkuyla uyarırken “Bi şey olmaz” karşılığıyla yüzü de değişiyor birden. Korkunç bir canavar artık.

Hem o konuda yapılan röportajlara, hem de Ekşi Sözlük’e bakıyorum… O dönemin çocukları korkudan deliye dönmüş, bazısı travma geçirmiş seyredince.

Eldeki malzemeyle yaratmak

Denizde insan görünce bir telaş taşların altına kaçanlar dışında… Hayvanlar Âlemi’nden canavarlar arasında “dev ahtapot”lara da rastlanıyor çocukluğumuzda. Henüz insan suretinde değiller. Bizzat tanığım; Jules Verne’in “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah” romanında Kaptan Nemo’nun Nautilus’a saldıran dev ahtapotla savaşını kaç kez, heyecanla okudum, resimlerini de gördüm.

Yirmi yıl önce Hürriyet’te “Kaptan Nemo’nun dev ahtapotu yaşıyor” haberi bile çıkıyor. Pasifik’te Japon zoologlar görüntülemiş, “en az bir otobüs kadar”mış. Gazete abartmış biraz. Zira sekiz metre, anca midibüs kadar. Otobüs suretinde olanı bazen Trafik Canavarı.

Bir de unutulmaz “Tarkan: Viking Kanı” (1971) filmi elbette. Oradaki plastik, gözü patlak-tek kaşı kalkık ahtapot yalancıktan olsa, pek inandırıcı gelmese, benzemese de “eldeki malzeme, imkân” o kadar; öyle kurgulayacak, yaratacak, senaryoya uyduracaklar. Aktör karizma, milli kahraman (Kartal Tibet), senaryo da “İdare eder, tutar” olunca çıkarıyorlar piyasaya. (¹)

Cirmiyle-cürmüyle ahtapotlar

Bütün bunları düşününce bugün gündeme getirilen “dev ahtapot”, “ahtapot tipi suç örgütü” de aklıma geliyor tabii. Ahtapot mitolojide, edebiyatta, sinemada “canavar”lığa yüzyıllardır müsait. Siyaset ummanı için de gayet uygun, kullanışlı bir benzetme…

Uzandığı yere vantuzlarıyla yapışan çok kolu var, “ağzı kollarının ortasında”, kendini iyi kamufle edebiliyor. Zeki, dönüşebilen, kendini yenileyen bir canlı da… Her örgütün, kuruluşun, partinin, iktidarın-muhalefetin kolları var ne de olsa. En çok, her yerde kolu olandan, kolu en uzun olandan başlayıp tasnif etmek, cirmine-cürmüne göre sıralamak, sınıflamak bile mümkün.

“En derin ahtapot FETÖ” ama…

Bence “FETÖ” cinden çok ahtapota, “çok kollu canavar”a benziyordu esasında. Tam “FETÖ ile mücadele” sırasında bulunması gereken canavar. Herkes fark eder, ak saçlı-takkeli, “nur yüzü”ne, masallarına kanmaz, eteğine oturmak, elini öpmek için kuyruğa girmez, korkardı o zaman belki.

Ama Google’a baktım, o mücadele başladığında, o süreçte yaygın değil. Sadece 16 Ocak 2014’de Sabah’da rastlıyorum: “Derin ahtapot her yerde”. O günlerde her koldan, ekrandan öyle dile getirilmediği için belki tutmamış.

Haberde de ahtapotun adı henüz resmen (bugün Dışişleri Bakanlığı’nın sitesinde bile öyle anılıyor) “teröristbaşı FETÖ” filan değil zaten. “Pensilvanya” ve “Cemaat”… “Muhterem Fethullah Gülen Hoca Efendimiz”den “FETÖ”ye geçişin ara dönemi. 

“Dostmodern” darbenin kolları

Başbakan Erdoğan’ın 10 Ocak’taki “28 Şubat postmodern ise, 17 Aralık da (Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu) dostmodern darbedir…” açıklamasına birkaç gün sonra atıfla hazırlanan haberin spotu şöyle: “Dostmodern darbe Pensilvanya’nın kollarının nereye kadar uzandığını ortaya çıkardı.

Açığı bulunan işadamlarını yargıyla tehdit eden, soruşturma dosyalarını kapatan, sponsorluğa zorlayan, yakın şirketlere kolay finansman sağlayan organizasyon, kendini deşifre etmeye de başladı.”

Haberde ahtapotun kollarının “iş dünyası, polis, yargı, medya, eğitim, lobiler, kurumlar, finans”a uzandığı da ayrıntılarıyla sıralanıyor: “Ahtapotun en güçlü kolları devlet ve özerk kurumlarda. Burada kilit konumlara yerleştirilen bürokratlar aracılığıyla incelemeler ve raporlar hazırlanıyor.”

“Sekiz ayak” 10 kol

2016’da “15 Temmuz darbe girişimi”nden hemen sonra ise ahtapot muhalefetin dışında iktidarda da biraz daha çok görülüyor. Henüz “Cumhur İttifakı”nda olmayan Devlet Bahçeli’nin bir açıklamasında da kullanılıyor o benzetme: “Gülen çetesi devlet ve toplum hayatımıza sekiz ayaklı bir ahtapot gibi sarmalamıştır:

Bu ayaklar şunlardır: Türk Silahlı Kuvvetleri, yargı, emniyet, kamu kurum ve kuruluşları, basın ve yayın organları, sosyal medya, üniversiteler ve eğitim kurumları, iş dünyası, siyaset kurumu, siyasi partiler.” Sayılan “ayak”lara bakınca sekiz değil tam 10 kollu üstelik, tam canavar.

Canavarlardan canavar beğenmek

Aynı yıl, 15 Aralık 2016’da ahtapot “T.C. Cumhurbaşkanlığı Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu”nun düzenlediği “FETÖ/PDY Dinî ve Sosyo-psikolojik Boyutları Çalıştayı”nda da ortaya çıkıyor. “FETÖ her yeri bir ahtapot gibi” sarmış.

Prof. Dr. Burhanettin Duran da Çalıştay’da sunduğu bildiride FETÖ hareketi ile ilgili bir kitap hazırladıklarını söylüyor. Kitabın kapağı için canavarlardan canavar beğenmişler: “SETA’dan arkadaşlar kitabın kapağıyla ilgili bazı çalışmalar yapmışlar. Bukalemun ve ahtapottan oluşan üç tane seçenek vardı önümde; baktım bukalemunu sayfaya koymaya kıyamadım çünkü çok sevimli bir hayvan.

Ahtapotu koymaya da gözüm kesmedi çünkü hareketi tam olarak açıklamıyor. Aslında bu hareket, bukalemunla ahtapot karışımı bir şey. Ama bu kolların hiçbir zaman tamamının nerede bağlandığını siz göremiyorsunuz. Çünkü bu kollar bukalemun özelliğine sahip.” (Ahtapotun da bukalemun gibi kamuflaj ustası olduğunu gözden kaçırmışlar.)

Retro olanı güncellendi

Sonraki konuşmacılar da seviyor, benimsiyor o benzetmeyi. Fethullah Gülen ölünce geçen yıl da bir ahtapot benzetmesine rastlıyorum. Sosyal medyada “Derin ahtapot öldü” başlığıyla yazımın fotoğrafındaki şemada canlandırılıyor yeniden. Ama şemada adı yine “Pensilvanya”, “Cemaat” olarak kalmış.

Gerçek canavarlar, yarattığımız canavarlar, yaratılan, tasarlanan, servis edilen canavarlar, modası geçenler, yeniden kurgulanıp “Retro” olanlar… İçimiz dışımız yine canavar. Zıpkınlanan, özsuyu çıksın diye taşlara vurulan garibim ahtapotun dili olsa ne der bilemem ama… Son yerine nedense Edip Cansever dizeleri geçiyor içimden:

“Taş kovuğundan düz kumlara seğirten /Mor gözlü, arsız bir ahtapotun /-Her bitişi bir başlangıca ekleyen /Sürekli- /O doyumsuz seyircisiyim ben.”

(¹) Ahtapotun yaratılış hikâyesi: Yazımın fotoğrafındaki“dev” ahtapotun yaratılışı da ayrı film. “Ekşi Şeyler: Sinema”dan okuyorum. Senaryonun temel taşlarından dev ahtapot harika bir buluş da, “imâlat”ı kolay değil. Bayrampaşa’daki bir plastik fabrikasına sipariş ediyorlar.

Eh, idare eder. Zaten seyirci gösterildiği gibi göreceği için o kadar kusur dert değil. Yalnız hareket etmesi mesele. Kollarına spiraller takılsa da o günlerde onu hareket ettirecek bir mekanizma uyduramıyorlar.

Onun da çaresini buluyorlar. Kollarını suyun altında, derinden, görünmeden dalgıçlar hareket ettirecek, gerçek gibi gösterecekler. Bodrum’da bazı çekimler yapıyorlar ama sualtı çekimi de gerekiyor. Sualtı kamerası bulmak da imkânsız gibi o devirde.

Onu da İzmir’deki Efes Oteli sayesinde çözüyorlar. Otelin barı havuzun altında, duvarı camdan. Oturanlar yüzenleri görüyor. O sahneleri de kamerayla camdan çekip montajlıyorlar. İşte böyle…

- Advertisment -