Cumhuriyet’in 75. Yılında (1998), şehircilik alanındaki en başarılı uygulamalarını değerlendirmek için tekliflere açık bir seçki hazırlanmıştı.
Seçici kurulun içinde İlhan Tekeli, İhsan Bilgin, Uğur Tanyeli gibi tanınmış uzmanlar, mimarlık tarihçileri bulunuyordu.
Toplanan teklifler değerlendirildiğinde –mimarlar arasındaki adıyla- “Prost Vadisi” (Taksim-Şişli arasında yer alan) Cumhuriyet döneminin “En Başarılı şehircilik uygulaması” olarak değerlendirilmişti.
Seçici kurulun değerlendirme raporunda “içindeki kültür yapılarıyla, rekreasyon alanlarıyla İstanbul’un kamusal hayatına yenilik getirmesi ve daha sonra kimi yerleri oteller ile işgal edilmiş ve ikiye bölünmüş olsa da, bu düzenlemenin günümüze (1998) kadar işlevini yerine getirmesi” yer alıyordu.
Elektrikli tramvayın kullanılmaya başlanması (1914) ile şehrin modern yerleşim merkezi Beyoğlu’ndan Şişli’ye uzanır. Bu sırada bir önceki sınırların dışında sayılan mezarlıklar, bostanlar, hastaneler, kışlalar, ahırlar, gazhaneler bu iki semt arasında kalır.
“Prost Vadisi” olarak anılan mekan nasıl şekillenir?
Paris’in planlama bürosunun başında olan Fransız mimar-şehir plancısı Henri Prost, Atatürk’ün davetiyle, 1936 yılında İstanbul’u planlama işini üstlenir. Gerçekleştirdiği düzenlemede Beyoğlu ile 20 yüzyılın, Cumhuriyet döneminin yeni yerleşim alanı Şişli ile arasında kalan bu alanı ele alır. İşlevsiz kalan bölgenin şehrin kamusal hayatına katılacak bir şekilde dönüştürülmesini hedefler.
1939 yılında “Yenilenen İstanbul” başlıklı kitapta İstanbul Valisi-Belediye Başkanı Lütfi Kırdar “yapılmakta olanın alelade bir park olmadığını, burasının bir prömanad ‘gezi) alanı” olduğunu söyler. “Park” sözcüğü de Fransızca’dan geldiğine göre, Kırdar da “prömönad” sözcüğünü de kullanmakta bir çekince görmez.
Her yönüyle “Prost Vadisi” olarak adlandırılan bu alanın ulus-devletin
kamusal alan deneyimi açısından “müstesna” bir örnek olduğunu söylemek mümkün.
Cumhuriyet’in mimarlık ve şehircilik alanındaki yönelimlerini değerlendirmek için müstesna bir örnek: “Prost Vadisi”
Kırdar’ın bu karşılaştırmasından hareket edersek, Gezi’nin Osmanlı döneminde kurulan ilk modern yerel yönetimin, “6. Daireyi Belediyye”nin gerçekleştirdiği parklarla farkı daha iyi anlaşılır. Tepebaşı’nda açılan ilk park (Petit Champs) Tünel’den çıkan toprakla mezarlık alanı doldurulması ile elde edilen platformun üzerinde kurulmuştur. Bu alanın tiyatro, konser, sinema salonları, gazinoları ile ilk modern kamusal alan deneyimi olduğu söylenebilir. Bu ilk parkın kültürel açıdan bir “kuluçka alanı” olduğunu söylemek mümkün.
Onu bir Fransız şirketine satılmış olan, spor, gösteri gibi etkinlikler için kullanılan Taksim’deki Topçu Kışlası ve arkasındaki “Belediye Bahçesi” izler.
“Prost Vadisi” ise parklar gibi yalnızca bir yerel yönetim deneyimi değildir. Kültür, sanat ve spor yapılarıyla, merkezi yönetimin kamusal alan ideallerini temsil eder.
Bu devasa alanda büyük bir “çok amaçlı salon” (Spor ve Sergi Sarayı), Açıkhava Tiyatrosu, Şehir Tiyatrosu, Şehir Stadyumu (İnönü Stadyumu), spor alanı (Tenis Eskrim Dağcılık Kulübü), Belediye Gazinosu gibi yapılar yer alır. Büyük Savaş’ın sonunda, Batı ile ilişkilerin yeni bir boyut kazandığı dönemde “Prost Vadisi” şehrin kamusal hayatını zenginleştiren ve küresel ilişkilere açılmasını sağlayan bir platform halini alır.
Burası sergilerin, müzik yarışmalarının, spor karşılaşmalarının, konserlerin, folklor ve dans gösterilerinin gerçekleştirildiği devasa bir kamusal alandır. Şehre gelen yeniliklerin de sergilendiği yerdir. Buz revüleri, ilk insanlı uzay kapsülü, dünyaca meşhur şarkıcılar, orkestralar… Bu kamusal alan programının “resmi” baş aktörü ise hiç kuşkusuz yapımı geciken “Şehir Operası” ya da yapıldığı tarihteki adıyla “Kültür Sarayı” (AKM) olur.
Cumhuriyet nasıl bir kamusal alan modeli üzerine kuruldu?
Bu soruya cevap verebilmek için Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl bir kamusal alan fikri üzerine kurulduğunu hatırlamakta yarar olabilir.
Kırım Savaşı ile, Tanzimat reformları ile ortaya çıkan farklı milletlerden oluşan “Osmanlı yurttaşlığı kavramı” imparatorluğun klasik döneminin bir mirası değildir. Bu süreçte Avrupa’nın bir parçası olduğu düşünülen imparatorlukta inşa edilmeye çalışılan modern bir siyasal bir projedir. Milletler sistemi Avrupa’da ulus-devletler kurulurken imparatorluğun hayatta kalma stratejisidir.
Sivil alanı kamusal alana dahil eden çok-milletli sistemin bir taraftan toplulukları seçkinleri aracılığıyla demetleyerek bir arada tutacağı varsayılır. Okullar, kültür kurumları toplulukların imgeselliklerini modellere dönüştüren, “millet” olarak inşa eden, onları seçkinleri aracılığıyla merkeze bağlayan yapılardır. Ancak sekülerleşmemiş kamusal alan ve kültür yapısı bu sistemin kırılganlığını oluşturuyor.
Buna karşılık ilk modern yerel yönetim deneyimleri, kamusal alanlar, parklar, tiyatrolar, operalar, kahveler, tren istasyonları, vapur iskeleleri… Bunlar farklı kimlikleri taşıyan toplulukların nispeten ilişki içinde olabildiği mekanlardır. Parklar müşterek bir kamusal alan fikrinin en somut göstergeleridir.
Ulus-devletin aşağı yukarı bu kamusal alan modelini devraldığı ve dönüştürdüğü söylenebilir.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, İstanbul’da hakim olan Yeni-Osmanlıcı “neo-klasik” mimari programa karşı davet edilen “yabancı” mimarlar bu açıdan bir kopuşa işaret eder gibidir. Keza 2. Dünya Savaşı’ndan sonra esen özgürlük havası, ya da 90’lardaki sivil toplum, kültür ve sanat alanındaki kıpırdanma, bunlar Cumhuriyet tarihindeki önemli dönüm noktalarıdır. Ama diğer taraftan küresel gelişmelerden etkilenen merkeziyetçi bir stratejiyi de gösterir.
Ulus-devletin mimarlık programının da bu “gerilim hattı” üzerine kurulduğunu söylemek zannedersem yanlış olmaz. Cumhuriyet’in mimari kamusal alanı da bu yüzden birbirine rakip olan farklı hafızalaştırma girişimlerine ve soylulaştırma dinamiklerine sahne olur.
“Prost Vadisi” nasıl kemirildi, ya da yok edildi?
Cumhuriyet tarihinin en önemli simgesi, ülkenin en önemli kamusal alanının zaman içinde birtakım değişiklikler geçirmesi, güncellenmesi beklenen bir gelişmedir. Ancak bu devasa kamusal alanın bir yönetim planı ve organı yoktur.
Bu alanın en simgesel bölümü, tören alanı olarak tasarlanmış meydanına 90’larda bir otoyol kavşağı ve Gezi’ye de bir AVM yapılmaya çalışılır. Bu projeyi yapan kişiler aynı zamanda Eminönü, Beyazıt, Karaköy, Tophane, Mecidiyeköy, Beşiktaş gibi şehir meydanları için de benzer projeler hazırlamışlardır ve karşı çıkanları “ulaşım bilimsel bir konudur, tartışılmaz” diyerek susturmaya çalışmaktadırlar. Bu proje her yönetim döneminde tekrar gündeme gelir ve her seferinde bir kriz yaratır.
Cumhuriyet tarihinin belki de en önemli kamusal alan düzenlemesi daha 1950’lerde tam ortasından ikiye bölünmüştür. Belediye Hilton Oteli’nin bahçesinin halka açık olması şartını getirir ama gene bizzat kendisi tarafından ortasına inşa edilen Park ve Bahçeler Şefliği deposu ve onu çevreleyen dikenli teller ile yaya geçişlerine kapatılır. Böylece mimari ana fikri, iki semti birleştirme amacı iptal edilir.
Önce Belediye Gazinosu, sonra Tenis Eskrim Dağcılık Kulübü programdan çıkarılarak yeni otellerin inşa edileceği bir boş alan olarak değerlendirilir. Dönüm noktalarından biri de planlarda yapılaşma izni olmayan, “Prost Vadisi”nin gelişme alanı olan arazinin üzerine Gökkafes’in inşa edilmesidir. Bu arada şehir stadyumu devredilir ve trafiği alt üst edecek şekilde büyütülür. Diğer taraftan Spor ve Sergi Sarayı farklı etkinliklere açık çok amaçlı bir salon olmaktan çıkarılır, mimari özellikleri yok edilir. Bitişiğine de nasıl kullanılacağı belli olmayan devasa bir kongre merkezi inşa edilir. Önündeki meydan gereksiz bir otoyol tüneli ile bir beton platform halini alır. Böylece “Prost Vadisi” bu projeyle birlikte bir “Kongre Vadisi”ne dönüştürülür. En ilginç olan da Gezi’nin bitişiğinde yer alan Pasteur Hastanesi’nin Fransızlar tarafından Büyükşehir Belediyesi’ne verilmesi teklifinin yönetim tarafından değerlendirilmek yerine rezidanslar yapılmak üzere -bir yatırımcıyla görüşülerek- devredilmesidir.
“Prost Vadisi”nin dönüşümü üzerine daha anlatacak o kadar çok şey var ki. Üzerine bir dolu kitaplar, tezler falan hazırlanabilir. Bana kalırsa bu mekanın tarihi toplumu tasarlama ideallerinin, yerelin merkeziyetçi politikalarla askıya alınmasının kamusal alanı nasıl işgal edilebilecek bir boşluğa dönüştürdüğünü gösterir.