Benim de içinde olduğum birkaç kuşaktan bazılarımız, Cüneyt Arkın’ın ölümünü çok farklı iki hissi/fikri aynı anda yaşayarak karşıladık. Hem aileden bir büyüğümüzü kaybetmişiz gibi bir burukluk hissi hem de o günlere şimdiden bakınca karşılaştığımız manzaranın verdiği rahatsızlık…
Bu türden çocukluğumuzun büyük yıldızlarının kaybında, bir anda, bir arkadaşımın ifadesiyle “Tekrardan annemizin, babamızın gidiş sızısını hissediyoruz.” Çoktan uzaklaşmış çocukluk dünyamızdan, gerçek yurdumuzdan ya da içimizden birer parçanın daha kopması ile yavaş yavaş yok olmak gibi bir his. Peki, geçmiş çok mu güzeldi?
Çoğumuz, bu soruyu sormuyoruz. O zaman da ilk anda hissettiğimiz o tuhaf “nostaljik” histe kalakalıyoruz. Böylesi, belki daha kolay ve rahat ama hepimiz için mümkün değil.
Nostalji, üzerine ne kadar yazılsa o kadar uzayacak çok katmanlı bir mevzu. Düşünsenize, hayatın ne kadarını deneyimleyerek, yeni şeyler görerek/duyarak/düşünerek geçiriyoruz? Diğer yandan, geçmişi didikleyerek, daha önce deneyimlediklerimizi anarak geçirdiğimiz kısım ne kadarı acaba? Bu oran ikincinin lehine artıkça, hayat da yaşamakla yaşamamak arasında başka bir yere doğru savruluyor.
Nostaljinin çekiciliği faydalarında saklı. Faydaları da say say bitmez.
Bir kere, bizi kendi kimliğimize, olduğumuzu sandığımız kişiye bağlıyor, aynaya bakınca gördüğümüz kişiyi bir bütün olarak algılamamızı sağlıyor. Yıllar içinde doğrusal bir çizgide ve tutarlı bir biçimde olgunlaşıp şimdi olduğumuz kişi olmuşuz sanki.
Nostalji, geçmişin sadece iyi ya da bize iyi gelebilecek yanlarını hatırlayıp özlemektir. Bu da yapay olduğu kadar faydalı başka bir özelliğidir geçmişi özlemenin. Hem kendimizle hem de çevremizdeki başka insanlarla ilgili hep iyi şeyler gelir aklımıza nostaljiye daldığımızda. Biz çocukken, gençken hayat daha masumdur sanki. Bu masumiyet üzerinden o yıllardaki “iyi” insanlara da bağlar bizi nostaljik hisler. Kötü anlar, hiç gerçekleşmemiş gibi bir kenara bırakılır, nostalji görünmeyen mekanizmalarla son derece seçici davranır.
En basit, en hafif bir yerden girelim mevzuya. “Siyah beyaz televizyonlar” deyin mesela, “ahh” sesleri yükselir çevrenizde hemen. “Tek kanaldı”, “Hepimiz aynı şeyleri merakla ve heyecanla izlerdik”, “Akşam 11 civarında yayın biterdi”, “Tüfeeek omza!” “İstiklâl Marşı okunurdu”. Herkesin yüzünde bir gülümseme, bir ışıltı peydahlanır.
Bugünden bakınca, aslında bunların özlem duyulacak bir yanı yok. Ama o “masum” bakışımızı, kendimize dair o bütünlük algısını özleriz işte. O zamanki dünya/hayat tasavvurumuzu, umut dolu oluşumuzu… Az kaldı, dünya düzeliyor gibi bir his.
Oysa bu sadece bugünden bakınca öyledir. Aklımızda o zamanlar da kırk tilki dolaşıyordur büyük ihtimalle de, biz onca şeyden sonra birini bile hatırlamayız. Zaten, dolaşmıyorsa, ortalıkta şüphelenilecek bir şey olmadığından değil, politik doğruculuğun henüz pek keşfedilmemiş ve refleks hâline gelmemiş olmasındandır muhtemelen.
Hatırlamayanlara birkaç kuple hatırlatabilirim: “Kürt”, “Ermeni”, “Rum”, “Yahudi” gibi kelimeler hakaret olarak kullanılıyordu mesela, bu kelimeleri uluorta küfür olarak söylemek gayet sıradandı.
İzmir’de bir basketbol maçına gitmiştik. Kaf Sin Kaf ile Yunanlı bir takım arasında. Bütün salon “Ermeni uşağı i..e Yunanistan” diye bağırıyordu. Neresinden tutsanız elinizde kalan korkunç ifadeler. Şimdi bile utanıyor insan hatırlayınca. Aynı maçta içeride İstiklâl Marşı okunurken dışarıda bundan da habersiz olarak muhtemelen, gülüşüp konuşan biz gencecik insanlar, vatana millete saygısızlık yaptığımız gerekçesiyle 12 Eylül sonrasının “bıçkın” polisleri tarafından taciz ve hakarete uğruyorduk. Herhangi bir karşılık veremezdik, 12 Eylül’ün üzerinden çok geçmemişti, küçücük bir itirazda ya da kendimizi savunmaya kalkarsak başımıza neler geleceğini bilecek kadar “yaşlı”ydık.
İşte bunlar da o “tatlı” ve “masum” geçmişin parçalarıydı. Hem de, sözkonusu olan kötülükse, en hafifleri…
28 Haziran 2022 tarihinde vefat eden Cüneyt Arkın da tam olarak geçmişimiz gibiydi. Sorgulanmazsa çok iyi hislerle hatırlanabilir, üstelik o anda bu size iyi gelir ve çocukluğunuza ve masumiyetinize bağlanıverirsiniz. Kahramanlık hikâyelerinin absürdlüğüne, komik abartılarına ya da “Dünyayı Kurtaran Adam” gibi kült bir esere kim ne diyebilir? Meşrebinize göre yerli/milli ya da ilerici/devrimci bir “güzel adam” bulabilirsiniz başka filmlerde. İyi hislerle hatırlamak için çok neden var, isteyen öyle hatırlasın tabii.
Ama başkaları da Hristiyanları öldürmüyorsa eğer onlara sürekli ders veren bir başka “kahraman” hatırlayabilir. Bu filmlerde Türkiye’deki çoğunlukta yer almayanlar, sürekli, neredeyse istisnasız “kaypak”, “korkak” ve “iffetsiz”dir. Hanelerine kaypaklık ve korkaklık düşen erkekler feci hâlde pataklanır, öldürülür, bu esnada da çok eğlenilir. İffetsiz deyince tabii ki karakterler daha çok kadınlardır ve Müslüman/Türk olmayan kadınların tamamı Cüneyt Arkın ve diğer güçlü Türk erkeklerine aşıktır. Seks düşkünü ve çıkar peşinde koşan bu kadınları bizim kahramanlarımız kullanır atar, kutsal ve temiz Türk kadınlarına döner.
Buradaki ırkçı yaklaşımı falan geçtik diyelim, bunların Türkiye’de yaşayan azınlıklar için ne kadar incitici olduğunu söylemeye gerek yoktur herhalde. O günlere dönüp bakınca, bizim eğlenerek hatırladığımız bu sahneleri hiç eğlenceli bulmadıklarını hatırlıyorlardır herhalde. Yani o kahramanlar o “kötü”lerle savaşıyorlardı ya, o “kötü”lerin bir kısmı yan komşumuzdu, bazıları sınıf arkadaşımızdı. Üstelik, benim bildiğim kadarıyla yönetmeninden oyuncusuna hiç kimse bunlarla yüzleşme gereği duymadı. Cüneyt Arkın da öyle maalesef.
Sosyal medyada, özellikle azınlıklardan bazı kişiler, Cüneyt Arkın’ın ölümü üzerine, bu konudaki sitemlerini dile getirdiğinde, benim “nostalji uyuşması”ndan mustarip olduğunu düşündüğüm şimdilerin “özgürlükçü”, “eşitlikçi”, “demokrat” kişileri bile şöyle garip bir argümanın arkasına sığınmayı tercih ettiler: “Cüneyt Arkın filmleri izleyip de faşist olan kimse var mı sanki?”
Normal koşullarda sorulmayacak kadar saçma bir soru bu. Sinemanın popüler kültürün en önemli unsuru olduğu yıllarda, bu bakışla çekilen filmlerin o korkunç söyleme, ötekileştirmeye hizmet etmediğini, herkesin bunlara gülüp geçtiğini var sayıyor olamazlar.
O hâlde, çocukluk masumiyetlerine halel getirmemek çabası olabilir bu. Nostaljinin o iyi hissettiren yanına teslim olmak istiyorlar belli ki. Sadece iyi şeyleri hatırlamak iyi geliyor, başka çocukların masumiyetini şu birkaç gün önemsemeseler de olur gibi geliyor onlara. Öyle olsun, Cüneyt Arkın elbette bunlardan ibaret değil. Ayrıca ölünün arkasından konuşmak içimize sinmez bizim. Bunun başka bir şey olduğunu anlatmak için de çok uygun bir zaman olmayabilir. Ama bir ara, sadece Cüneyt Arkın bağlamında değil, bütün bu kahramanlık filmleri bağlamında bu konuyu bir düşünün.