Seçim yenilgisini modern rasyonalite çerçevesinde açıklamaya çalıştığımızda fazla bir yol alamıyoruz. İktidarın ekonomiyi mahvettiği, adalet sistemini yozlaştırdığı, keyfi yönetimin her alana sirayet ettiği, nihayet birçok karar ve tutumun apaçık akılsızca olduğu tespitlerinden sonra yine aynı soruya geliniyor: Buna rağmen nasıl kazandılar?
Kolay yol bu soruyu orada bırakmak ve ‘ne yaparsak kazanırdık’ diye bakmak. Böylece ‘farklı aday olsaydı kazanırdık’ ya da ‘kaybetmenin nedeni adayın Alevi olması’ cinsinden bir cevaba ulaşıp rahatlayabilirsiniz. Bunu da bir yere kadar anlayışla karşılamak lazım… Ne de olsa insanlar kalıcı bir depresyona hazır değiller.
(Akılda tutmakta yarar var: İktidar ekonomideki akla ziyan işleri yapmasaydı, yani sadece ‘vasat’ bir yönetim sergileseydi, muhalefetin adayı kim olursa olsun seçimi muhtemelen zaten büyük farkla kazanırdı.)
Zor ama ufuk açıcı olan ‘buna rağmen nasıl kazandılar’ sorusundan kaçmayıp, bu irdelemeden sonra ‘ne yaparsak kazanırdık’ diye sormak. Yani öncelikle bir ‘anlama’ meselemiz var.
Türkiye 2016 sonrasında aynı rejimle yönetilmiyor. Kabuk değişmedi… Hâlâ ‘Atatürk’ün kurduğu’ Cumhuriyetteyiz ama ‘ruhu’ artık farklı. Kemalizm yerini ne kadar süreceği belli olmayan bir İttihatçılığa bıraktı.
Muhalefetin anlaması gereken şu: 1) İttihatçılık bu toplum için Kemalizmden çok daha ‘doğal ve normal’ ve dolayısıyla Kemalizme dönerek iktidarı yenmek mümkün değil. 2) Bu ideolojik ve psikolojik açıdan büyük bir yol ayrımı olduğu için, gündelik hayatın pratik pragmatik kaygıları (en azından bir süre için) ikincil önemde. 3) Bu nedenle muhalefetin kazanması yeni bir ideolojik konumlanmaya, oradan hareketle yeni bir gelecek ve kimlik tasavvuruna, velhasıl yeni bir ‘hikayeye’ muhtaç.
Söz konusu hikayenin ne olabileceğini sonraki yazılara bırakalım, çünkü önce bir ‘anlama’ meselemiz var… İttihatçılığın nasıl ‘işlediğini’ ve niçin ‘doğal ve normal’ olduğunu kavramak gerekiyor.
Gördüğüm kadarıyla İttihatçılık Kemalizme göre ‘tersten’ işliyor. Önce psikolojik alana sesleniyor, oradan hareketle kimliğe ve siyasete geliyor. Nitekim Kemalizme kıyasla ‘doğal ve normal’ olması da hitap etmeye çalıştığı psikolojinin toplumda çok yaygın olmasından kaynaklanıyor.
Bunu güncel bir örnekle anlatmak istiyorum…
Erdoğan birkaç gün önce şöyle dedi: “Türkiye’yi Avrupa Birliği kapısında elli yılı aşkın zamandır bekleten bu ülkelere buradan sesleniyorum. Önce Türkiye’nin (AB üyeliğinin) önünü açın, biz de Finlandiya’da olduğu gibi İsveç’in (NATO üyeliğinin) önünü açalım.”
Herkes AB ile NATO’nun farklı ve bağlantısız teşkilatlar olduğunu biliyor. Varlık nedenleri ilkeleri, çalışma biçimleri, üyelik koşulları, yaptırımları birbiriyle ilgisiz iki yapı. Ayrıca Türkiye’nin AB’ye üye olamamasının nedeni büyük ölçüde Türkiye’nin kendisi… Otuz küsur müzakere dosyasının ancak yarısını açabilmiş ve sadece birini kapatabilmiş bir ülkeyiz. Hukuk devleti, insan hakları ve terör tanımı açısından neredeyse AB’nin tam tersi bir tutumumuz var ve bunda ısrarcıyız. İsveç ise NATO koşullarını çoktan yerine getirmiş, yıllardır zaten NATO içinde gibi tutum alıyor ve Türkiye resmen engellese bile dolaylı yoldan ittifakın üyesi.
Dolayısıyla Erdoğan’ın sözleri ne AB ne NATO yetkilileri açısından anlamlı değil. Muhtemelen bizdeki Dışişleri mensupları ve akademik uzmanlar için de öyle… Ancak şunu soralım: Acaba Erdoğan’ın sözleri Türkiye toplumunun geneli için yadırgatıcı mı, normal mı?
Tahminim bu sözlerin son derece normal ve akılcı görüleceği, hatta siyasi maharet nişanesi olarak takdir edileceğidir. Çünkü bizler için Batı bir bütün! O tek bir özne! Bilincimiz aksini söylese bile bilinçdışımızda böyle yerleşmiş durumda. Dolayısıyla Batı bizim için bir jeopolitik veya siyasi değil, öncelikle psikolojik bir muhatap. Benliğimizi kendi gözümüzde oluştururken bir karşıtlık olarak kullandığımız en temel referans…
Erdoğan’ın bu sözleri ‘halkın hoşuna gitsin’ diye söylediğini sanmıyorum. Tanıyanlar kendisinin zaten böyle baktığını, böyle düşündüğünü, duygularının bu çerçevede şekillendiğini bilirler. O nedenle Erdoğan’ın doğal İttihatçılığı toplumun ekseriyeti için kendilerinin de paylaştığı, bildik bir bakışı ve ruh halini yansıtıyor.
Sıradan bizler için Erdoğan ‘dış politika’ yapmıyor ve (doğrusunu isterseniz) bizler dış politikadan da hoşlanmıyoruz. Erdoğan ‘küresel strateji’ uyguluyor ve işte bizi de ancak bu ‘kesiyor’… İç dünyamızdaki Türkiye bir ulus-devlet olmanın çok ötesinde. Bir ‘sıkıştırılmış imparatorluk’…
Batı’yı farklı teşkilatları üzerinden muhatap almak neredeyse ‘küçültücü’ bir yaklaşım. O nedenle bütün teşkilatları bir araya koyup bir Batı öznesi üretiyor ve aynı nedenle komplocu önermeleri ‘saklı gerçeğin kendisi’ olarak yorumluyoruz.
İttihatçı tutumun sadece kültürel muhafazakarlara, dindar ve milliyetçilere has olmadığını herhalde anlıyoruz… Laik kesimin de önemli bir bölümünün dünya ve benlik tasavvuru bu kalıbın içinde.
Gelelim Batı’nın nasıl bir özne olduğuna… İttihatçılık Batı’nın notunu çoktan vermiş durumda: Türkiye’ye ‘ontolojik’ olarak düşman, bizi bölme parçalama yok etme ‘nihai’ hedefinden vazgeçmeyen, bu uğurda olabildiğince hesapçı, bencil ve kalleşçe davranabilen bir varlık.
Erdoğan da muhtemelen son kertede farklı düşünmüyor. Ama konjonktürel olarak para kanallarının açılmasına muhtaç olduğumuz bir dönemdeyiz ve ‘maalesef’ bu kanallar Batı’dan akıyor. Spekülasyon ama, ekonomi iyi halde olsaydı Erdoğan’ın Batı’ya karşı çok daha sert bir tutum almak isteyeceğini tahmin ediyorum.
Nitekim ideolojinin asli sahibinin kim olduğu konusunda her fırsatı değerlendiren Bahçeli olaya şöyle müdahale etti: “İsveç PKK’nın Avrupa’daki mağarasıdır. Kandil neyse Stockholm aynısıdır. (Ancak) karar sayın Cumhurbaşkanımızındır. İsveç politikalarından dönüş yaparsa bir şey demeyiz.”
Yani ‘doğrunun ne olduğunu hepimiz biliyoruz ama zorunluluk varsa (geçici olarak?) sapmaktan gocunmayız’.
Görüldüğü kadarıyla sorun, İttihatçı psikolojiye en muhaliflerin bile sandığının ötesinde yakın ve yatkın olmamız. Muhalefetin öncelikle bunu kavraması ve bu durumla yüzleşmesi gerekiyor. Bu ise (Cumhuriyet’in ilk dönemini de içerecek şekilde) tarihin yeniden ele alınmasını, buradan yeni bir benlik duygusu üretilmesini ve nihayet yeni bir vatandaşlık tasavvuruna doğru ilerlemeyi ima ediyor.
Muhalefetin önünde ‘maalesef’ siyasi olmanın ötesinde ideolojik ve entelektüel bir bahis var.