1 Ekim’den beri “tokalaşma vakai hayriyesi”nin maksadını anlamaya çalışıyoruz. Tartışa geldiğimiz ise sıkılan, barış/çözüm isteyen eller miydi yoksa kadife eldivenlerle kamufle edilmiş demir yumruklar mıydı?
Konu iç ve dış konjonktür bağlamında her boyutuyla tartışıldı ama “Kürt Sorunu” nedir üzerine bir uzlaşmaya varılamadı henüz. Devlet aklının elbet bir kadim hafızası ve yorum derinliği mevcut lâkin bazen sığ sularda boğulabilmek gibi hafif kusurları da var maalesef.
Ben de bu hususta gördüğüm lüzum üzerine sığ sularda boğulmasına göz yumamayacağım bu derin akla el uzatmak istedim, biraz da korkarak. Zira devlet aklı ne terbiyeden ne de akıl almaktan pek hazzetmez. Hatta bazen hakikâte de hasım kesilmek adetidir. Kadim ve ilmi örneklerle taçlandırayım ki sözlerimin mahiyeti başımı derde sokmasın, ne diyorsam tırnak içinde olsun, Hz. İbrahim dedi, Goffman dedi olsun…
Nemrut, İbrahim’i huzuruna çağırdığında “anlat bakalım rabbini” der. İbrahim de:
– “Benim rabbim yaşatan ve öldürendir” der.
– “O kolay. Getirin iki kişi. Şunu asın! Bunu salın! Gördün mü? Ben de rabbin gibi yaşatan ve öldürenim!” der. İbrahim:
– “Benim rabbim güneşi doğudan doğurup, batıdan batırandır. Sen az önceki safsatanı asıl burada göster de güneşi batıdan doğur, doğudan batır!” der. Nemrut şaşkın biçimde devlet aklına da danışarak:
– “Bu fazla uyanık, ahmak değilmiş anlaşılan düzenimizi bozacak, atın bunu ateşe” der ve bu kıssa, hisse çıkarabilen iktidar sahiplerine/devlet akıllarına binlerce yıldır rehberlik eder…
Gelelim en az 150 yıldır tanımlanamayan/tanımlanmak istenmeyen “Kürt Sorununa”…
Bir Kürdü, Kürt olmayan ortalama bir Türkiyeli vatandaştan farklılaştıran yegâne özellik, Kürt olmaktan kaynaklı dil ile öne çıkan kısmi bir kültürel farklılığa sahip olması ve bu farkınolumsuz anlam yüklenerek ‘sorun’ olarak tanımlanmasıdır.
Kürt kültürünün en başat değerinin; iletişim işlevi görmesi, kimliğin taşıyıcı öğesi olması ve ötekilerle karşılaşmalarda aldığı biçimler dolayısıyla tüm kesimler için ortak payda teşkil eden “Kürtçe” olduğu ortadadır.
En başat kültür öğesi olarak dilin, bir sorun alanına dönüşüp politikleşmesi ve uzun yıllar çözülemeyen bir siyasal soruna zemin oluşturması; dilin kültürün en temel olgusu olduğunu gerçeğini değiştirmemektedir: Dil, kültür ögesi olmaya, ait olduğu toplulukta az ya da çok yaşamaya, gelecek kuşaklara taşınmaya devam etmektedir.
Ancak politikleştiğinde karşısında bir başka politik kutbu yaratır ve politik alanda kültürel bir öğe olmaktan çıkarak, siyasal bir araca dönüşür.
Kültürel olanın siyasallaşması: başörtüsü yasağı örneği
Ülkemizde “Kürt Sorununa” benzer biçimde kültürel olanın siyasallaşması örneği ‘başörtüsü yasağı’bağlamında yaşanmıştı ve ürettiği sonuçları hepimiz izlemiştik. Sembolleşenolgu/başörtüsü, ait olmadığı siyasal alandan, ait olduğu kültür evrenine döndüğünde ‘sorun’olmaktan çıkmakla birlikte ‘tehdit’oluşturmadığı da anlaşılabildi.
Başörtüsü siyasallaştığı süreçte ait olduğu yerinden edilip sembolleşirken hem taraftarlarınca araçsallaştırıldı hem de muarızları tarafından farklılığı ayrıştırıcı bir unsur olarak öne çıkarılıp itibarsızlaştırıldı ve negatif bir simgeye dönüştürüldü. Başörtüsü meselesi geçmişte kalmakla birlikte, bugün de tartıştığımız “Kürt Sorununun” öznesi Kürt toplumunun da tarafı olduğu bir hafızadır…
Kürtler ve “damga siyaseti”
Bu bağlamda düne kadar Kürt muhafazakârları iki damga taşıdılar: “itibarsızlaştırılmış dindarlık” ve “itibarsızlaştırılmış Kürtlük”. Dindarlığın itibarının geri dönmesi ve kamusal alanda ‘damga hüviyetini’ yitirmesi, Kürt muhafazakârları açısından bir nefes alma ve saygınlık zeminine dönüşmüştür.
Milliyetçi Kürtler ile muhafazakâr Kürtlerin “Kürt sorununa” mesafe alma şekilleri arasındaki farkı belirleyen, muhafazakârların kendilerini iyi hissettikleri ve dolayısıyla damgalanmadıkları bir muhafazakâr kamusal alanın varlığıdır.
Bu rahatlık Kürt muhafazakârlara, milliyetçi Kürtlerden ayıran itibarlı bir konfor alanı oluştursa da muhafazakarların da bütünüyle Kürtçeden vazgeçmesi söz konusu değildir.
Kürtlerin her hali, Kürtçe’nin ve Kürtlüğün itibarsızlaştırıcı bir damgaya dönüştürüldüğünün farkındadır.
Erving Goffman’ın damga kuramı
Sosyolojik bir kavram olan “Damga”, ancak ilişkisel bir zeminin müphem yapısında ortaya çıkan, sezgisel olarak algılanabilen bir olgudur.
Damgakavramını, Erving Goffman’danyola çıkarak kısaca anlamaya çalışırsak;
“Damga, genel toplumsal normlara uymayan herhangi bir farklılığın ‘sapma ya da sapkınlık’ olarak kodlanıp itibarsızlaştırılarak tanımlayıcı bir sıfat niteliği kazanmasıdır.”
Damgayı, niteliksel özellikleri açısından üç gruba ayırmak mümkün:
1- Gizlenemez damgalar: Bedensel engeller veya yüzdeki bariz şekil farklılıkları için kullanılan sıfatlar (Kör, topal, sağır, yarık dudak, yaralı yüz, siyah tenli, çekik gözlü, albino vb.)
2- Gizlenebilir damgalar: Sosyal ilişkiler vasıtasıyla yaratılan ve kişinin sosyal statüsünü olumsuz zemine taşıyan negatif nitelikteki sıfatlar (Sabıkalı, akıl hastası, hırsız, işsiz, bağımlı, ayyaş, alkolik, eşcinsel, radikal siyasi davranışlar, terörist, anarşist vb.)
3- Bilindiği zaman ortaya çıkan damgalar: Aslında gizlenebilir damgalar gibi bilindiği zaman ortaya çıkan ama farklı olarak doğuştan gelen, “kader” niteliği taşıyan ve yeni nesillere aktarılabilen ırk, din, etnik kimlik gibi damgalardır. (Çingene, Alevi, Yahudi, Ermeni vb.) (Siyah tenli, çekik gözlü, kızıl derili vb. gibi görünür damgalar hem ırk hem de gizlenemez ortak kümesinin üyeleridir.)
Etnik damgalar, egemen kesimden farklı etnisiteleri tanımlama ve konumlandırma aracıdırlar. “Normaller”, farklı olanı itibarsızlaştırarak ikincil bir pozisyona itmek isterler ama bu bir ilişkisizlik biçimi değil, bir tür toplumsal statü belirleme aracıdır. Egemen belirler, damgalı itaat eder…
Damgalılar, bu durum karşısında üç farklı tutum geliştirirler:
1- Etnik grupta damgayı reddederek mücadeleye girişip itibarlarını kazanmaya çalışanlar. Bu kesime “açık damgalılar” denir. ‘Normaller’nezdinde en çok tepki görenler ve açıkça itibarsızlaştırılmış olanlar bu kişilerdir. Çünkü normallerin “sapma” tanımını reddedip, normalleri zor duruma sokar ve otoritesini sarsarlar.
Damgaları normalmişçesine kamusal alanda damgalarını sergilemekten ve normalleştirme gayretinden vazgeçmezler. Diğer damgalıları da örgütlemeye çalışıp, damgayı siyasal zemine taşıyan ve normalleştirmeye çalışan mücadeleci gruptur.
2- Etnik grubun içinde ‘aldatıcı görünüme’ başvurup, normallerle ve açık damgalılarla ilişkide olan, normallerle karşılaştığında damgalı kimliklerini geri planda tutmayı başaran ya da başka destek mekanizmalarını devreye sokan, bu sayede henüz açıkça itibarsızlaştırılmaya maruz kalmamış olanlardır.
3- Açık damgalılarla ilişkisini minimuma indirip, normallerin dünyasında asimile olanlar ise etnik grubun son kümesini oluştururlar.
Kürtlüğün aldığı biçimlerin nasıl tanımlandığı dikkate alındığında en az üç farklı “Kürt” tarifi karşımıza çıkmaktadır:
1- Dindar Kürt: gelenekten beslenen, yeniyle karşılaşmalarında melez formlar üretebilen “kültürel Kürt”. Kürt kimliğinin başat öğeleri olarak din ve töreyi önceleyen, şehirle ilişkisinde adaptasyonun gerektirdiği değişimlerle uyumlanıp geleneği merkeze alan ‘şehirli dindar Kürtlüğü’ inşa eden ve siyasal tutumunda geleneği önceleyen “muhafazakâr Kürt”
2- Etno- Kürt: Kültürden beslenen, yeniyle karşılaşmalarında geleneği değil de modern olanı merkeze alan melezleşmeler yaratan ve sekülerleştiği ölçüde kimliğini modern bir form olan “milliyetçiği” merkeze alarak yeniden üreten “siyasal Kürt”
“Kürt milliyetçiliği” söz konusu olduğunda Kürtlerin, “milliyetçiliği” farklı tanımladıkları gözden kaçmamalıdır
“…Milliyetçilik hakkındaki görüşlerin çoğu “her türlüsüne karşı olmak” şeklindeyse de bazı katılımcılar [Kürtler] Türk milliyetçiliğiyle Kürt milliyetçiliğini birbirinden ayırıyor ve Kürt milliyetçiliğini en azından başka kimlikleri dışlamayan ve hak talep eden bir bağlamda değerlendiriyor. Bu görüşler Türk milliyetçiliğini dışlayan ve baskılayan menfi bir ideoloji olarak değerlendirirken, Kürt toplumunun haklarına ve kültürüne/diline sahip çıkmakla ilişkilendirdikleri Kürt milliyetçiliğini daha makbul görebiliyor…”
-Kurdish Studies Center’in Kürtlerde Değerler ve Tutumlar Araştırması 2021’in “Milliyetçilik Algısı” bölümünden yaptığım alıntı da gösteriyor ki; Kürtler damgalanarak itibarsızlaştırılmalarına karşı verdikleri hak mücadelesini “Kürt milliyetçiliği” olarak algılıyor ve tanımlıyorlar. Buradan hareketle kendisini “Kürt milliyetçisi” olarak tanımlayan bir Kürdün “ayrılıkçı” olduğu sonucuna varmanın oldukça kestirme ve yanlış bir yola işaret ettiği özellikle görülmelidir.
3- Damgalı Kürt: Normallerdeki algıya yerleşen, normaller nezdinde inşa edilen, konjonktüre göre değişmekle birlikte zımni tehdit içeriğine sürekli gönderme yapılarak, toplumda silinmeyen bir hafıza inşa eden ve diri tutulan “Kürt imgesi”, bir adım sonrası da: ‘terörist’.
Kürt sorununun geleceği
Kürt sorunuher kesim için anlaşılması güç muğlaklığını, “kültür, siyaset ve şiddetin” birbirinin içine kolayca geçirilebilen yapısına borçludur.
Hangi talebin kültürel, hangi talebin siyasal olduğu anlaşılamadığında; kültürel olan, “şiddetin”gerekçesine dönüşüp, kavgaya başlayanların dahi unuttuğu bir nebulanın içinde sadece şiddetin ürettiği sonuçlar üzerinden sürdürülen bir kan davasına dönüşür. Böylesi bir zeminde kültürel bir talep de vatandaşlıkla ilgili sıradan bir siyasal talep de şiddetin merceğinden izlenerek, kolayca sapma olarak tanımlanıp damgalanabilir: ‘terörist.’
Kürt dili ve Kürt etnik varlığı kültürel alana dönemediği sürece iki yönlü siyasalın ve şiddetin tutsağı olmaya, normaller nezdinde de damgalamanın enstrümanı olarak araçsallaşmaya devam edecektir.
Bir Kürt, dilinden uzaklaştığı ölçüde kabul edilebilir ve değerli addedilecekken; diline tutunduğu ölçüde itibarsız ve tehditkâr algılanacaktır.
HDP=PKK=CHPsöylemi, bütün Kürtleri kapsayan damganın ve damganın uzandığı tüm sosyal ilişkilerin mahkûm edilebildiği en açık örnektir.
Türkiye siyasetinin öne çıkan kutuplaştırıcı yapısının en işlevsel aygıtı damgadır.
Siyaset yapmak ile suça karışmış olmak hukuken de iki farklı durumdur. Ancak her ikisini de aynı potaya atıp tanımlayıcı bir etikete dönüştürdüğümüzde, suçla ilişkilenen hiçbir sıfatın toplumca hak ettiği biçimde ayrıştırılıp normal kabul edilmesi mümkün değildir.
Dolayısıyla damgayı mümkün kılan muğlak alan hukuken belirli kılınmadıkça, söylentiye dayalı bir ilişkilendirme ile damga üretmenin ve bunun üzerinden siyaset yaparak sosyolojiyi dizayn etmenin hiç de zor olmadığını ve ülkemizde bu durumun aşağı yukarı böyle işlediğini söyleyebiliriz.
Hükümetin her sıkışma halinde o günkü konjonktüre uygun bir damgalı üretip toplumun önüne hedef olarak attığını öteden beri izliyoruz: “Soğan lobisi”, “faiz lobisi”, “fırsatçı esnaf”, “gayrı milli”, “hain”, “sürtük”, “çapulcu”, “müptezel”, “zillet ittifakı” vb. zengin bir terminoloji mevcut. Belirtisiz sıfat tamlamaları da eklendiğinde hacimli bir kitap oluşturabilecek bir literatür ama konumuz bu değil…
İstanbul seçimlerinde Kürtlerin Cumhuriyet Halk Partisi’ne verdiği destekten yola çıkılarak üretilen CHP=HDP=PKK damgasınında siyaseti paralize edebildiği bir düzlemde, benzer damgaların sosyolojiyi hem normaller hem de damgalılar bağlamındanasıl zehirleyebileceği ve ne tür bir baskı üretebileceği özellikle dikkate değerdir.
Damga ve damgacılığın hukuksuz ayrımcı/ırkçı dili mahkûm edilemedikçe ne siyaset mecrasında ne de sosyoloji mecrasında huzur ve uyum içinde akabilir…
Bu çerçeveden bakınca Kürtler ne mono blok geleneksel bir topluluk olarak izlenebilir ne de sekülerleşme süreçlerine ve farklılaşan öznelere dönüşmelerine rağmen birbirlerinden habersiz kalacak bir yabancılaşma düzeyinde oldukları söylenebilir.
Bu topluluk için söz konusu olan hem birbirleriyle hem de Kürt olmayan çevreleriyle gerçekleşen temaslar içinde değişimi karşıladıkları, metropole adapte oldukları, geleneklerini aktüel kültür içerisinde üreterek kendilerine benzemeyenle birlikte yaşama kapasitesi taşıyan bir hayat tarzını sürdürdükleri gerçeğidir.
Dolayısıyla, Kürt sosyolojisinin “geleneksel kırsal kültür” içinden ziyade “kent kültürü” üzerinden izlenebildiğinde anlaşılabilir oldukları görülmelidir.
Kültürü ve siyasalı nasıl yorumladıkları, neyi kastedip neyi kast etmediklerine bakılmaksızın genel geçer kategoriler içerisinde damgalanarakanlaşılmaları da haliyle mümkün değildir.
Şehirli, işinde gücünde ve kendi halindebir Kürdü hayali/farzı muhalbir akrabalık çemberi üzerinden düşündüğümüzde, Kürtlerin hangi sıkışma alanları içinde varoluş çabası gösterdiklerive şehre hangi motivasyonlarla göç ettikleri belki bir nebze daha anlaşılabilir hale gelecektir. Söz gelimi:
“Dayıoğulları “korucu”, amcaoğullarından birkaçı “dağda”, halaoğullarının bir kısmı askerde, daha uzak sayılabilecek kimi akrabalar çeşitli sebeplerle (siyasi ya da kriminal vb.) “ceza evinde” olduğu ve teyze oğullarının geleneksel bir “kan davası” ile başa çıkmaya çalıştığı bir habitatta; bu şehirli Kürdün hiçbir akrabası ile siyasal özdeşlik kurması gerekmeyebilir ama bunlara bağlı olarak ortaya çıkacak sorun alanlarında, sorunlara duyarsız kalması da mümkün olmayacaktır.”
Akrabalık bağının doğası gereği ortaya çıkacak yardımlaşma, hukuken şehirli Kürdü fail, sorumlu veya sorunlu kılmasa da günümüzde normaller nezdinde damgalanmasını kolaylaştıracak karmaşıklığı üretmeye yetmektedir.
Böyle birinin önünde en az 3 ihtimal oluşur:
1-Kimliğini bütünüyle terk edip, bağlarından koparak şehirde asimile olmayı denemek;
2-Kimliğini ve ilişkilerini mümkün mertebe normaller nezdinde gizli tutarak itibarını zedeletmemek için “aldatıcı görünüme” sığınmak ama kimliğine bağlaşık ilişkileri de sürdürmek;
3-Ya da tüm bu sofistike durumlarla başa çıkamayıp radikalleşmek…
Bugün “Kürt Sorununu” çözme iddiasıyla yola çıkan muktedirler Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’i “terör örgütü üyesi” olmak iltisakı ile tutukladı. İltisakın amacı da anlaşılır oldu zira, hiçbir iltisak şişede durduğu gibi durmaz. İçine azıcık safsata katıldığında dilediği mesafeye ve kişiye ulaşma kapasitesine sahiptir. Adem ve Havva’nın çocuklarıysak, ister istemez iltisaklıyız. Bizi Papa’ya bile bağlıyor, Papa’yı da bize…
E! bir de bu “sihirli iltisak”, siyasi ve hukuki bükücülüğü mümkün kılıp rakip ekarte edebiliyorsa Nemrut’un meşhur repliğine tarih içinde zaman yolculuğu yaptırıp tekerrür edebiliyor:
“AHMAK değilmiş, boyun da eğmiyor, atın bunu İLTİSAKA, sündürebildiğiniz kadar da sündürün…”