Ana SayfaGÜNÜN YAZILARI“Dedim üniversite, dedi çiftliktir / Dedim düzelmez mi, söyledi YÖK YÖK”

“Dedim üniversite, dedi çiftliktir / Dedim düzelmez mi, söyledi YÖK YÖK”

İhsan Doğramacı bebeğin ilk doktoru… Onun annesine verdiği “kendi kitabı” ile büyüyor. Da, büyüdüğünde, “Annenin Kitabı”nın “intihal” olduğunu öğreniyor. Hacettepe’deki bölümü “İhsan Doğramacı Üstün Başarı Ödülü”yle bitirdikten sonra asistan. Lâkin bir yıl sonra askeri darbe, hemen ardından Doğramacı YÖK Başkanı. O da Hacettepe’deki “Yökzede”lerden. Fonda o dönemin türküsü “YÖKLEME” çalıyor.

Geçen pazar 12 Eylül darbesinden bir yıl sonra Kenan Evren’in “ilan ettiği” Öğretmenler Günü’nden, öğrencilerinin Uç uç böceği, dibinden koparılmış kır çiçekleri hediye ettiği köy öğretmeni genç kadından söz etmiştim. Ve o öğretmenin Hacettepe Üniversitesi’nde okuduğu bölümde, eğitiminde, hatta o bölümü seçmesinde etkili olan İhsan Doğramacı’dan…

Doğramacı’nın albümü kalabalık. O yıllarda askeri darbenin yasaları, kurumlarıyla “devletlû” üniversitelerden savrulan öğrencilerin, asistanların, “hoca”ların da fotoğraflarında başköşede. Bugün “Doğramacızade Ali Paşa Camii”ndeki anıt mezarda yatıyor.

Gümüş tepsideki “vesikalık”

Tarihi “vesikalık”ında Kenan Evren’e 1983’de verdikleri “fahri profesörlük” ve “hukuk doktorluğu” unvanını belgeleyen yukarıdaki fotoğraflar, kutlamalar da dikkat çekiyor. Onca uzmanlık arasında “Hukuk Doktorluğu”nu bulmak trajikomik olsa da zor olmamıştır sanıyorum. Doğramacı’ya YÖK’le 11 yıl “üniversite veziri” kaftanını giydiren o hukuk, o Evren.

Kutlamalar ömür boyu… Cumhurbaşkanlığı 1989’da noktalandığında Doğramacı’nın “YÖK Mimarı” olarak nitelendirdiği (kalitelendirdiği) Evren’e emeklilik hediyesi de tüm rektörlerin üzerini imzaladığı gümüş bir tepsi… Darbenin üzerinden dokuz yıl geçse de tepsi dümdüz.

Doğramacı’nın tepsiyi takdim cümlesi de “Bu sistem tüm dünyanın gıpta ile baktığı bir uygulama olmuştur”. Dünya bizi kıskanmaya ta o günlerde başlamış demek. O tepsi iyice kararsa, serviste eğilip bükülse de, gündelik kullanımıyla bugün de antika sayılmaz.

“Annenin Kitabı” ile büyümek

O genç öğretmenin eşinin hayatında da “Doğramacı tesadüfü” önemli, hatta “doğuştan”! 1950’lerin ikinci yarısında sezaryenle güç belâ doğduğunda annesinin götürdüğü ilk çocuk doktoruymuş. Ve annesi onu Doğramacı’nın ona verdiği “kendi eseri”, Annenin Kitabı ile büyütmüş.

Kitabın “Maarif Vekaletinin 14 Nisan 1952 tarihli yazısı ile orta dereceli okullara çocuk bakımı ve derslerinde faydalanmak üzere tavsiye ettiği” Türk Tarih Kurumu baskısı… Sonra birçok yayınevi basıyor. Rehber kitap.

Lâkin o çocuk büyüdüğünde o kitabın Amerikalı çocuk doktoru “Benjamin Spock”un 1946’daki “Baby and Child Care” kitabından “intihal”, bazı bölümlerinin “aynen çeviri” olduğu iddialarını duyuyor.Hacettepe’de asistan o günlerde.

“Alıntı” tamamen duygusal

Belgeli-alıntılı yazılarla da mevzu dillerde… Kitabın yazarı Dr. Spock öldükten sonra eşi Mary Morgan’ın Doğramacı’ya zehir zemberek mektubu, “dürüst bir özür” talebi de Murat Belge’nin Radikal’deki köşesinde yayınlanıyor o süreçte.

Çeyrek asır sonra yargı marifetiyle aklansa da o yöndeki kuvvetli iddialar arşivlerde. Hatta Uğur Mumcu’nun o konudaki yazısından birkaç gün sonra Ufuk Güldemir’in Cumhuriyet’te 6 Aralık 1981’de yayınlanan söyleşisinde Doğramacı’nın iddialara karşı “yanıt”ı da… Güldemir iki kitap arasındaki “benzerlik”lerin nedenini soruyor. Doğramacı o benzerlikleri “Çünkü birbirimizi seviyoruz” diyerek yanıtlıyor. Mütebessim…

“İlk sarı zarf” ve sonrası…

O kitapla büyüyen gence Hacettepe Üniversitesi “Sosyal Çalışma Bölümü”nden mezun olunca sarı bir zarf veriyorlar. İlk sarı zarfı… İçindeki “mektup”ta da Doğramacı’nın imzası var. Bölüm birincilerine verilen “İhsan Doğramacı Üstün Başarı Ödülü”nü almış.

“Takdimi için” belli tarih-saatte Hacettepe Merkez Kampüsü’nde bir randevu… Sekreterlikten bir belge, bir pirinç plaket ve bir tam Cumhuriyet Altını veriyorlar. Şifâhî bir takdimden çok eski sessiz filmler gibi. Herkes hızlı hızlı yürüyor.

Binanın dışında ise Hacettepeli öğrencilerin silinse de okunan kırmızı duvar yazısı: “Doğramacı’nın çiftliği”. Yıllar geçiyor bazı gazetelerin manşetlerinde başka pankartlar: “Doğramacı Holding”. Arazilerin şaibesi de, dönümü de genişlemiş.

Doğramacı’nın seri itirafları

Yıllar Doğramacı’nın seri itiraflarını da getiriyor. 12 Eylül öncesinde yoğun grevlere karşı “MİT’in ricası üzerine” Hacettepe Vakfı’na onların “eleman”larını yerleştirdiğini 1988’de bir gazete haberinde itiraf ediyor. 1986’daki Çernobil ve çayda radyasyon felâketinden altı yıl sonra da YÖK Başkanı Doğramacı yine gazetelerde.

O dönemde başta ODTÜ olmak üzere akademisyenlerin ölçüm yapmaması, yapanların da sonucu duyurmaması talimatını YÖK Başkanı sıfatıyla veren Doğramacı’nın mazereti, “Emre uydum”. Devletlû meziyetler tabii… 2007’de “TBMM Onur Ödülü” tek aday olan Doğramacı’ya veriliyor.

Hidayet Ş. Tuksal Serbestiyet’te 21 Kasım 2020’de yayınlanan “Periler, periler, periler…” yazısında YÖK Başkanı İhsan Doğramacı’nın “ellerinde hiçbir delil ve belge olmadan öğrencilerin para karşılığında başlarını örttüklerini iddia edenleri doğrulayan sözler sarfettiğini” kayda geçirdi.

“Sarı soruşturmalar” zinciri

Hikâyemize dönersek… O genç “ödül”ünü aldıktan birkaç ay sonra sınava giriyor, üniversitede kalıyor. Anca bir yıl geçiyor, 12 Eylül askeri darbesi… O “sarı zarf”lar bu kez Hacettepe dâhil üniversitelerde büyük tensikatın, “hoca kıyımı”nın, “1402’likler”in, “Yökzede”lerin “ilmühaberi”. O da öyle, o güne uygun bir ilm-ü haber. Kilit yöneticilerin bazıları zaten darbenin arzuhalcisi gibi…

Darbe olunca genç asistan öğrencilerinin hepsini verdiği üç dersten de geçiriyor. İkisi zaten son sınıf dersi, bıraksa darbe sürecinde sınavların, hâllerinin ne olacağı muamma: “Bi kurtulsunlar buradan…”

Öğrencilerinin sınav kâğıtlarını isteyen -Doğramacı’nın kardeşi- dekanları Emel Doğramacı’nın sarı zarfı geliyor bu kez. O talebi reddettiği için bir başka zarfla hakkında soruşturma açıldığını öğreniyor.

“Planma kitabı” planlamayla ilgisiz!

“Soruşturma alanı” sınırsız zaten. “Devlet aklı”na takılan, sığmayan her şey soruşturma konusu… “Sakal soruşturması” bile var. Genç asistanın doktora tez danışmanı Emre Kongar darbeden kısa süre önce derslerinde vurguladığı, TRT’deki bir programda da Bismark’dan aktardığı sözle zaten hedefte: “Süngüyle her şeyi yaparsınız ama üzerine oturamazsınız.” Doğramacı’nın ünlü “sakal davası”nda sakalının kesilmesini reddederek bölümden ayrılıyor: “Sakalım devletin değil eşimin egemenlik alanıdır.”

Aynı bölümde hocası, çalışma arkadaşı Sezgin Tüzün hakkında başlatılan soruşturma daha “akademik”! RTÜK detaycılığıyla sıralamışlar: “Öğrencilerine kaynak gösterdiği kitaplar ile yönelttiği sorularda, -ve hatta- sınavlarda Marksist terminoloji kullanmak, öğrencilere Marksizm’in belirli kavramlarını ezberletmeye çalışmak.

İddianameye eklenen iltisaklı “delil” de harika. “Planlama ile ilgilisi olmadığı halde Doç. Dr. Yalçın Küçük’ün ‘Planlama Kalkınma ve Türkiye’ kitabını okutmak”. YÖK’ü protesto ederek o da ayrılıyor bölümden. 1983’de henüz popüler olmayan bir işe sıfırdan kalkışarak, kamuoyu araştırma şirketi “Veri Araştırma”yı kuruyor. Üniversiteden ayrılan genç asistan da o dönem orada çalışıyor.

Doğramacı’nın güncellenmesi

“Soruşturma” eğitimde de en çok güncellenen kelimelerden olmalı. En azından bizde “bilgiden-bilimden”den çok güncellendiği âşikâr. Bugün de… Tesadüf, Doğramacı o mevzuda da hâlâ ilk beşte.

Serbestiyet’in 4 Şubat 2020’de BirGün’de Mustafa Kömüş’ten aktardığı “Bir yılda 10 bin öğrenci ve akademisyene soruşturma açıldı” haberi önümde: “En çok soruşturma açan üniversite ‘İhsan Doğramacı Bilkent Üniversitesi’ oldu. Üniversitede bir yıl içinde 462 soruşturma açıldı.” İlk göz ağrısı Hacettepe de beşinci sıraya “330 soruşturma” ile girmiş.  

Hocalarına “idam talebi”

12 Eylül sürecinde genç asistanın bölümdeki çalışma arkadaşı, hocası Ercan Eyüboğlu aranıyor. Hakkında idam istemiyle dava açıldığı için firarda (yıllar sonra ülkeye döndüğünde bir gün bile ceza almıyor). Hocası, dostu, “Güven (Etkin) abisi” de sarı zarfla gelen “1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası” gereği atılıyor.

Hemen ardından 12 Eylül’e uymayan kadrosuyla göze batan Hacettepe “Sosyal Çalışma Bölümü” kapatılıyor. “Neden?” sorusuna karşı ağza gelen ilk mazeret “Hazırlanan kararnamede unutulmuş!”… Bölümün -kalan- mürettebatı Keçiören’deki “Sosyal Hizmetler Akademisi”ne sürülüyor. O süreçte bölümdeki beş genç asistan da ayrılıyor. O gencin üniversitedeki asistanlığı da -doktora tezi yazım aşamasında- noktalanıyor.

Erzurumlu Emrah’tan “YÖKLEME”

Yazım uzasa da araya harika bir “parça” almam lazım. 12 Eylül darbesinin birleşik eseri -bitişik yazılan- “Yükseköğretim Kurulu (YÖK)” yasasına Hacettepe’de de elden geldiğince tepki gösteriyor birkaç bölüm. Benim için de en unutulmazı, YÖK’ün ilk günlerinde kulaktan kulağa liste başı olan “YÖK türküsü”.

Ercan Eyüboğlu’nun Erzurumlu Emrah’dan çevirdiği “YÖKLEME”… Odasının kapısında da asılı. Geçen yıl ayrıldı hayattan; o türküyü harika yorumlayan, o 45’liğiyle 1967 Altın Mikrofon Yarışması’nda birden bire parlayan Cem Karaca’nın sesinden ne zaman dinlesem, aklımda eksilmeyen muzır gülümsemesi, esprileri.

“Dedim kim yarattı…”

Sözlerini kısaltmaya kıyamadığım için aynen aktarıyorum:  “Sabahtan uğradım ün’versiteye /Dedim özerk misin, söyledi yök yök /Cümle rektörlerin seyrane çıkmış TV’de/Dedim bayram mıdır, söyledi yök yök

Dedim öğrenci ne, dedi ki hiçtir /Dedim ya asistan, dedi ki açtır /Dedim düşüncen ne, dedi ki suçtur /Dedim söyler misin, söyledi yök yök

/Dedim bölüm başı, dedi vah vah /Dedim dekan kimdir, eyledi kah kah /Dedim peki rektör, dedi Allah /Dedim kim yarattı, dedi ki yök yök

Dedim ün’versite nedir, dedi çiftliktir /Dedim düzelmez mi, dedi saflıktır /Dedim ödüllenen, dedi kofluktur /Dedim bilimsellik, dedi ki yök yök

/Dedim Kerkük nendir, dedi il’imdir /Dedim çevirdiğin, dedi filimdir /Dedim katledilen, dedi bilimdir /Dedim fail var mı, dedi ki yök yök.” Bugün de “Yılın Türküsü” olur, hakkıyla yorumlansa…

Sarı zarflı doğumgünü

Darbe günlerinde o bölümün kurbanlarından birisi de Hasan Ünal Nalbantoğlu. Atıldığını haber veren sarı zarfı kızının doğumunun hemen ardından alıyor. Amerika’ya gidiyor, 1990’da ODTÜ’ye dönene kadar orada sürdürmeye çalışıyor hayatını.

Sadece dersleriyle değil akademik dostluğu, stiliyle de bölümdeki yeri ayrı… Stil, “incelikler” Ünal Hoca,  Güven Etkin ve Kadir Gürtan’la Mudanya Burgaz’daki tatilimizden de yâdigâr. Güven Hoca’nın evine yaklaşırken gül kokusu sarıyor etrafı. Buram buram… Gerçekten “amansız kokuyor”.

Ertesi sabah da bülbül sesleriyle uyanıyoruz. Sabah sohbeti “gül-bülbül” üzerine elbet… Aşk(ın) felsefesi, kahvaltılık. Eğer felsefe “Ben kimim (ki)”den başlıyorsa, “Aşka layık mıyım?” sorusu da Aşk Felsefesi’nin alanı.

Kâseden kiraz koparmak

Ünal Hoca tatile “frizbi”sini de getirmiş. Gündüz masada bahçeden topladığı papatyalar var. Akşam sofralarının ana mezesi ağaçtan can eriği ve kiraz. Nalbantoğlu kirazla -tam anlamıyla- “donatıyor” masayı. (O “bahçe”den fotoğraf: Ünal Nalbantoğlu, Güven Etkin)

Zira büyük, cam bir kâseye su koyup, kirazları içine atmış ve dondurmuş buzlukta. Cam kâsenin içinde açılan çiçek mi desem, küçük dünyalar mı, bir sürü kiraz donmanın farklı aşamalarında masada. Eridikçe ortadan “koparıp” yiyorsun, buz gibi… Düşüncede de, akademik yaşamda da, masada da “yavan”ı, “yavansöylemi” sevmiyor mâlûm.

“Düşünmeyi becerememek”

Düşünmeyi çok sevmek, hayatta, derste “söyleşmek” de stili. Bilgiye saygısı da… Sınavlarında bile öğrencilerine “El alışkanlığı olsun” tebessümüyle “dipnot kullanılması”nı teşvik ediyor, kaynak gösterilmeyen alıntının “ahlaksızlık”, kötü eğitiminin “cinayet” olduğunu hatırlatıyor sık sık.

Adorno’dan makalesine (¹) aldığı satırlardaki gibi “düşünmeme”nin sonuçları vahim:  “Düşünmeyi sevmemek çok geçmeden düşünmeyi becerememeye dönüşür: Bir bilgiyi sabote etmek söz konusu olduğunda en ustalıklı ve karmaşık itirazları hiç zorlanmadan ortaya sürebilen kişiler, kendi başlarına en basit tahminleri yapmaktan acizdir bugün… Birçoğu hastalıklarının keşfedileceği günü korku ve utançla bekler(ler).”

Yazısının finali de rafine müzik zevkini, “uzunçalar” tutkusunu hatırlatan bir cümleyle geliyor:

“Brutal gerçeklerle hep yüzleşmek zorundaki bizler arasında gerçek bir ‘iletişim’ isteniyorsa eğer, kafayı kuma gömmek yerine aynı gerçeklerin toprağında yeşeren, adına da ‘minima moralia’ denilen ‘o şey’de uyuklayan müziği dinlemeyi bilmek gerek.”

Ölüm ölümün ikizi bazen

“Güven Hoca”yı erken yaşta kanser alıyor. “Ünal Hoca”yı da 14 yıl önce, 19 Ocak 2011’de… Genç yaşta, 1981’de 38’inde yine kanserden ölen Tarık Okyay anısına yazdığı yazısını bitirirken de 12 Eylül’ün ve ölümün koyu gölgesi geziyordu satırlarında:

 “Bu yazıyı şimdilik noktalarken şöyle bir öznel tutumu dile getirmek benim için boyun borcu oldu artık. Bu konu üze­rinde çalışırken, insanın aklına doğal olarak hep geçmişi, şimdisi ve de geleceğiyle Türkiye’deki akademik gidişat ge­liyor. 

Benim bu yazıyı genişleterek yeniden kaleme almama yol açan etkenin, ve dışarıda başkalarının ciddi olarak irdele­diği ‘aklın yöntemi’nin bu ülkede hiçe sayıldığı yıllar önce­sinin akademik açıdan fırtınalı o sevimsiz (bariz biçimde de zorba ve tekinsiz) günlerinde yitirdiğimiz Tarık Okyay olması, anısı acı da olsa bana cesaret verdiği için gözümde çok değer­li. 

“Malümatçılığın teksesliliği”

Amansız hastalığa direnirken (Ünal Hoca da son yıllarını o hastalıkla boğuşarak geçiriyor) akademik yaşamı rahat bırak­mayanların, hele onlara hemen uyum göstermeyi bilgi üret­menin koşullarını korumaya yeğleyen akademisyenlerin ser­giledikleri seviyesizlik karşısında da bilinen gülümsemesiy­le tutum koyan dostumun, yaşasaydı benim belki de başka ne­denlerle hazırlıyor olacağım bu yazıyı taslak halinde okuma­sını çok isterdim.

Belki o benzersiz gülüşünü eksik etmeksi­zin, otoriter aklın tam da göbeğindeki ‘malümatçılığın’ insa­nı çerçeve, kalıp ve hizaya sokmaya yönelik ‘teksesli’liği karşı­sında ‘bilgi’nin ‘çoksesli’liğini hep savunan o özgür düşünce­siyle beni esinlendirecek yeni şeyler söylerdi sanırım. Gitti, ne yapalım… Gittikten sonra bile şu yazının kaleme alınmasına neden oldu ya, siz ona bakın. Ölümün özgür düşünmeyi orta­dan sildiği nerede görülmüş ki…”

Farklılıkları estetize etmek

Geride bıraktığı incelikli uyarı bugüne de miras: “Belki de artık dikkatimizi daha fazla üzerinde odaklaştırmamız gereken şey, farklılıklarımızı tanıyarak kabul etmekle başlayıp, sürekli iletişim yoluyla toplumsal yaşamı demokratik bir çerçevede ‘estetize’ etmenin yeni yollarını aramak olmalı.

Hölderlin’in ‘Şiirsellikle barınır insan şu yeryüzünde’ dizesinden bugün benim anladığım da budur işte’. Heidegger şöyle demekteydi: ‘Biz -(yani) insantürü- bir söyleşiyiz. İnsanın varlı­ğı dilde kuruludur. Ama bu ancak konuşmada gerçek olur… Şiir sözcük yoluyla Varlığın saptanışıdır.

Bunların yazılı olduğu metinde az ileride de şunları söyler: ‘… dil şiir için hiçbir zaman elegelir bir hammadde değildir; tersine dili ilk mümkün kılan şeydir şiir… Bu nedenle, dilin özünü anlamak için şiirin özünden geçmek gerekir.”

Son yerine onun da çok sevdiği Edip Cansever’den dizeler: “Dünyadan kırılmış birer bardaktılar da /Renksiz bir çalkantıyla oraya dizildiler. /(…) Hep birden bir sofraya oturur gibi yalnız /Ve hep birden bir sofradan kalkar gibi /Kaybolup göründüler. /Resimleri silinmiş eski paralar gibi /Bir bulmaca çözümünde bulunmayan sözcükler gibi /Yağmurlardan sonraki nedensiz bir dargınlık gibi /Gelip gittiler, gidip geldiler.”

(¹) “Üniversite A.Ş.de bir ‘homo academicus’: “ersatz” yuppie akademisyen”, Hasan Ünal Nalbantoğlu, Toplum ve Bilim, No. 97 (Güz 2003)”.

- Advertisment -