[14-15 Ocak 2023] Bir bakıma, mâlumu ilâm. Hikâyeyi herkes biliyor artık. Her yeni bölümünü izliyoruz. Heyecanlı bir polisiye tefrika gibi. “Gibi”si fazla. Tümüyle kriminal, tümüyle polisiye zaten.
Ülkü Ocakları içinde bir bölünme baş göstermiş. İki yıl öncesine kadar bir genel başkan varmış. Sinan Ateş. Ansızın, MHP genel başkanı Devlet Bahçeli tarafından görevden alınmış. Daha doğrusu, istifa ettirilmiş.
Sinan Ateş’in epey destekçisi varmış. Ülkü Ocakları ve MHP tabanının bir bölümü, bu müdahaleyi kabullenmemiş. Eleştirmiş, seslerini yükseltmişler. Hoş karşılanmamış. Karşılıklı atışmalar başlamış.
Mersin Ülkü Ocakları eski başkanı Çağrı Ünel, Sinan Ateş’in destekçilerinden biriymiş. Bundan bir süre önce, dört kişi tarafından bıçaklı saldırıya uğramış. Kendini savunmak için silâhını çekmiş. İçlerinden birini vurmuş. Vurulan kişi ölmüş. Saldırganların hepsinin, başka illerden gelen (getirilen) ve bir ekip oluşturan Ülkücüler olduğu ortaya çıkmış. Daha başkaları da varmış. Soruşturmada, aslında 10 kişi oldukları ortaya çıkmış. İçlerinden dördünü görevlendirmişler (her kimse). Bu kadarı işi halleder sanılmış.
Çağrı Ünel’in silâhıyla vurup öldürdüğü kişi, Ülkücü camianın ve sosyal medyanın ana mecrasında şehit ve kahraman ilân edilmiş. Kahpece bir saldırıya kurban gittiği anlatılmış. Yani Çağrı Ünel’e dört kişilik bir timin bıçaklı saldırısı, tersyüz edilmiş. O saldırıya hiçbir şey söylenmemiş. Hiçbir eleştiri gelmemiş. Saldırgan, kendini savunmak için silâh kullandığı belirtilmeyen Çağrı Ünel olmuş.
Gerilim tırmanmaya devam etmiş. Ülkücü ve MHP’li camiadan bazı kişiler tutup Devlet Bahçeli’ye açık mektuplar döşenmiş. Lütfen müdahale edin, yoksa olaylar büyüyecek. İşler bir kan dâvâsına gidiyor demişler. Genel Başkan Bahçeli hiç aldırmamış. Cevap bile vermemiş. Yok saymış.
Beklenen, korkulan olmuş. Bu sefer Sinan Ateş’in kendisi saldırıya uğramış. Güpegündüz, Ankara’daki evinin önündeyken, geçen bir motorsikletin arka selesinden ateş açılmış. Dört yerinden, bu arada başından vurulmuş ve öldürülmüş. İlk ağızda motorsikletin sürücüsü yakalanmış. Başka iki kişiyle birlikte, gözaltına alınıp tutuklanmış. Ama tetikçinin kendisi, her nasılsa kaçmış (kaçırılmış) oradan. Bu da, polisin kapsamlı bir koruma ve kollama şemsiyesi olasılığını gündeme getirmiş.
Bu cinayet karşısında MHP genel başkanı Devlet Bahçeli en küçük bir açıklama yapmamış. Kendi camiasının kültürüne, âdet ve geleneklerine çok ters düşen bir şekilde, Allah rahmet eylesin bile dememiş. Başsağlığı dilememiş. Bütün MHP ve Ülkü Ocakları yönetimi aynı tavrı almış. Olay yok sayılmış. Kamuoyunda, Bahçeli’nin bir şekilde bu çatışmaya taraf olduğu, bu yüzden ölüme üzülmediği ve cinayeti kınamadığı izlenimi derinleşmiş.
Soruşturmanın daha ilk aşamasında, başka tuhaf şeyler de çıkmış ortaya. Komplonun içindeki kilit kişilerden Tolgahan Demirbaş diye birinin, MHP milletvekili Olcay Kılavuz’un evinde kaldığı saptanmış. Polis almaya gitmiş. Olcay Kılavuz direnmiş, kafa tutmuş, vermek istememiş. Daha sonra bu MHP milletvekilinin, Özel Harekât polisleriyle (neredeyse İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’dan da fazla) samimî, içli dışlı görüntüleri yayınlanmış.
Gene de Tolgahan Demirbaş’ı gözaltına alıp götürmüşler. Fakat olaydaki rolüne dair açık belirtilerin varlığına rağmen, savcılıkta şüpheli muamelesi görmemiş. Yukarıdan bir lâf gelmiş. İfadesi alınmaksızın serbest bırakılmış.
Öte yandan, soruşturma sürecinde, MHP’nin İstanbul yöneticileri arasında adı geçen Ufuk Köktürk’ün, cinayet şüphelilerine eşinin hesabından 97,000 TL gönderdiği de ortaya çıkmış. Eşi “bana söyledi, ben gönderdim” demiş. Ufuk Köktürk gözaltına alınmış. Halen tutuklular arasındaymış.
Gene soruşturma sürecinde, ilk yakalananlardan motorsiklet sürücüsünün ifadesinden hareketle, tetikçinin İstanbul’dan Ankara’ya nasıl getirildiği de ortaya çıkmış. “Dodo” lâkabıyla bilinen, Doğukan Çep adında bir başka kıdemli Ülkücü varmış. Geçmişte işlediği bir başka cinayetten, 25 yıl küsur hapse mahkûm olmuş. Her nasılsa dışarıdaymış. Ve her nasılsa, dört yıldır aranıyor ama yakalanamıyormuş. İşte bu “Dodo” İstanbul’daki bir garaja gitmiş. Bir transporter istemiş ve kiralamış. İki özel harekât polisi gelmiş. Resmî kimliklerini hiç gizlememişler. Tetikçiyi yanlarına almışlar. Bindirmiş ve Ankara’ya götürmüşler. Sonra transporter’ı getirip garaja bırakmışlar.
Şimdi bu iki özel harekâtçı da tutuklular arasında. Dahası, dört yıldır yakalanamayan Doğukan Çep de hemen sonrasında Beykoz’da bir otelde yakalanıp tutuklanmış. O kadar da zor değilmiş, demek. Bunlar da dahil, Sinan Ateş komplosuyla bağlantılı olarak yakalanıp tutuklananların sayısı galiba onu buluyor veya geçiyormuş.
Bunları nasıl biliyoruz? Bir, olayla ve soruşturulmasıyla ilgili herhangi bir yayın yasağı getirilmediğinden. Başlı başına ilginç bir durum. Şükretmemiz gereken bir durum. Bu sayededir ki, geçmişte benzer karanlık olaylar karanlıkta kalmaya devam ederken, bu sefer sürekli ve alenî bir bilgi akışı gerçekleşiyor medyada ve kamuoyunda. Ve iki, polis ve yargı, en azından şu âna kadar, soruşturmayı derinleştirmeye devam ediyor. Yukarıdan bir engelleme (bilebildiğimiz kadarıyla) yok gibi. Öyle gözüküyor. Bu da tekrar, ortaya çıkanların (ya da en azından bir kısmının) örtbas edilmeden öğrenilmesine yol açıyor.
İşin bu boyutu, anlaşılan hükümet, AK Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’la ilgili. Olaydan sonraki birkaç gün, sessiz kalıyorlar. Derken Cumhurbaşkanı Erdoğan, Sinan Ateş’in eşi Ayşe Ateş’i bizzat arıyor ve cinayetin mutlaka üzerine gideceklerine söz veriyor. Ardından, AK Parti Bursa İl Başkanı Davut Gürkan, Ayşe Ateş’e taziyeye gidiyor ve aynı mesajı tekrarlıyor. Bu arada medyada yer alan çeşitli haberlerde, cinayetten hemen sonra MİT’in Cumhurbaşkanı Erdoğan’a Ülkücüler ve MHP hakkında kapsamlı bir rapor sunduğu belirtiliyor. Bunun, Erdoğan’ın tutumunu belirlemesinde etkili olduğu yorumları yapılıyor.
Dolayısıyla MHP’nin siyasî konumu hayli sıkıntılı bir hal alıyor. Bu da, Serbestiyet’te Alper Görmüş’ün tahlil ettiği gibi (bkz 12 Ocak, “Yargılatmayacağım, tek bir evladımı vermeyeceğim, surda gedik açtırmayacağım”ın anlamı ne?) Devlet Bahçeli’nin giderek daha öfkeli demeçlerine yansıyor. 3 Ocak ve 10 Ocak’ta sadece iki defa MHP Meclis Grubu’nda konuşan, bunun dışında hiç ağzını açmayan Bahçeli, kendisi açısından bile aşırı sayılabilecek derecede korkutucu bir dil kullanıyor (yukarıdaki resimleri, her sözünde bir keramet bulan ve demeçlerini eksiksiz yayınlayan yeni hayranlarının web sitesinden aldım). Bir yandan, hemen herkesi MHP’ye ve MHP üzerinden Cumhur İttifakı’na karşı bir komplo içinde olmakla suçluyor. Diğer yandan, bizi bölemezsiniz, adayımız Cumhurbaşkanı Erdoğan’dır derken, aslında Erdoğan’a bak, fazla üzerime gelirsen desteğimi çekebilirim ve adayımız olmayabilirsin mesajı veriyor. Bahçeli’nin “Yargılatmayacağım, tek bir evlâdımı vermeyeceğim” gibi tümüyle hukuk dışı sözleri bunun içine oturuyor. Bu sözlerin muhatabı iktidar, özellikle de Cumhurbaşkanı Erdoğan. Kırmızı çizgim budur, demeye getiriyor. Kendi camiasını özel bir koruma altına alıyor. Yargıya meydan okuma açısından, korkunç tabii. Ama temelde doğrudan yargıya değil, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a meydan okuma anlamı taşıyor.
Bu çerçevede, çok şey ortaya dökülüyor. Devletin, polisin, yargının ne hale geldiği. Tarafsızlığının, objektifliğinin kalıp kalmadığı. Cumhur İttifakının iç ilişkileri. Nasıl bir çıkar ortaklığı, çekişme ve pazarlık etrafında örüldüğü. AK Parti tarafının, yakayı nereye kadar MHP’ye kaptırdığı. MHP’nin, Milliyetçi Cephe dönemiyle kıyaslanmayacak derecede polise nüfuz etmişliği. Buna karşı AKP içinde artan hoşnutsuzluk. (Nihayet?) MHP’ye karşı bir koz edindiklerini düşünmeleri. Belki, Bahçeli’yi seçimleri erkene almaya razı etmek için bunu kullanmaları (veya kullanacak gibi yapmaları). MHP’nin ise buna karşı, gene seçimler üzerinden apaçık bir şantaja başvurması. Erken seçime evet, ama orada durun ve desteğimizi istiyorsanız bu cinayetin daha fazla üzerine gitmeyin diye karşılık vermesi.
Bunların hepsi bir yana. Bir de Ülkücülerin, Ülkü Ocaklarının temel gerçeği var. Bu, tümüyle silâhlı, hepsi silâhlı bir mahalle. Neden? Niye? Kime karşı? Bir zamanlar, Soğuk Savaş ortamında ve Alparslan Türkeş liderliğinde, Türkiye’yi komünistlere karşı korumakla gerekçelendiriyorlardı bu durumu. Silâhlanıyor, sola saldırıyor, aşırı solun bu düello tuzağına düşüp silâhlanmasında kendileri daha da fazla silâhlanmanın bahanesini buluyorlardı. Sonuçta, 12 Eylül’ün Bonapartist sillesini onlar da yedi. Yıllar geçti. Devlet Bahçeli, adı gibi devletçi “yeni” çizgisinde, bir süre çekti onları sahadan. Doğru; günlük siyasette, ülke içinde karşıt bellediklerine küt diye saldırmaz oldular. Ama şimdi görülüyor ki, silâhlılık ve silâhşörlük halleri hiç değişmemiş. Komünizm kalmadı, Sovyetler kalmadı, aşırı sol da kalmadı. Artık neden silâhlılar? Neyi altetmek için? Türkiye’nin hangi örgütlü tehlikeye karşı bekçiliğini yapıyorlar?
Siyasî açıdan hiçbir açıklaması yok bu soruların. Bir makro-planın, bir hazırlığın parçası olduğunu düşünmüyorum. Bu, içlerine işlemiş. Kültürleri, varoluşları şiddete ve silâha dayalı. Bir vur-kır gençliği ve kültürü. Ortaçağ toplumundan, Orta Asya efsanelerinden, Osmanlıdan, sipahilerden, akıncılardan, eşkiyadan, Celâlîlerden başlıyor. İttihatçı fedailerinden, Yakup Cemil’lerden, Topal Osman’lardan, edebiyatta Nâzım’ın daha önce yazdığım Çolak İsmail’lerinden geçiyor. Abdullah Çatlı’lardan, Yeşil’lerden, Alaattin Çakıcı’lardan günümüze uzanıyor. İnsanî yumuşaklığı, toleransı, farklılıklarla birlikte yaşamayı kapsamıyor. O da neymiş, can yakmamak, bireye saygı göstermek? Bu çok farklı bir dünya. Kumaşları kıyıcılıktan, amansızlıktan, merhametsizlikten dokunuyor. Aralarındaki anlaşmazlıkları da bıçak ve tabancayla çözüyorlar. Böyle bir paramiliter yan örgütü var, Türkiye’nin dördüncü veya beşinci büyük partisinin. Siyaset sahnesinin göbeğinde, böyle astığı astık, kestiği kestik bir şiddet kültürü ve odağı yer alıyor.
Evet, biz neye bakıyoruz gerçekten? Nasıl bir şeydir, bu gördüğümüz? Bilmem. Siz söyleyin. Ben sadece şunu biliyorum: Devlet Bahçeli buna delikanlılık diyor.