14 ve 28 Mayıs 2023 tarihlerinde yapılan seçimler muhalefet kanadında epey bir çalkantıya yol açıyor. O kadar ki dış gözlemcilerin serbest ancak adil olmayarak tanımladıkları seçimlerin gerçekten milli iradeyi yansıtıp yansıtmadığı tartışılmaz oldu. Hatta, seçimlerden önce bu seçimlerin ülkemiz ve demokrasi için hayati önemde olduğunu ve kaybedildikleri takdirde bir daha ülkenin serbest seçim görmeyeceğini iddia eden muhalefet liderleri, hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam ediyorlar ve şimdiden gelecek yıl Mart ayında yapılacak mahalli seçimlere hazırlıklarını yapmaya başlamış gözüküyorlar. İktidar partileri seçim sonrasını ahenkli ve istikrarlı bir şekilde yaşarken, muhalefet ittifakı dağılmış, kaybeden partilerin liderlerinin hiçbiri sorumluluğu üstüne alıp başkanlığı daha genç ve yeni isimlere terk etme iradesini göstermemiş ve bu gidişle mahalli seçimlerde bir büyük hezimetin daha yolunu açmaya başlamışlardır.
Muhalefetin zaafı, alternatif politikalar önerememesi, halkın performanstan ziyade kimliğe göre oy vermesi, toplumun son yirmi yılda gittikçe daha muhafazakarlaşmış olması bence mevcut durumu izah eden nedenlerin başında geliyor.
Türkiye gerçekten demokratik hukuk devleti olsaydı böyle şeyler kesinlikle olamazdı. En azından seçmen kimlikten ziyade iktidar ve muhalefetin performansına göre hareket ederdi. Ne yazık ki yakında 100üncü yılını dolduracak olan Cumhuriyet hiçbir zaman bir hukuk devleti olmayı başaramamış, demokrasisi ise hep özürlü olmuştur. Bunun da belki en önemli nedeni, Cumhuriyetin ilanı ile halifeliğin ilgası gibi temel devrimlerin halkın isteği üzerine değil, ülkeyi yönetenlerin iradesiyle gerçekleşmiş olmasıdır. Bu nedenledir ki Cumhuriyetin kendisi ve ana kurucu ilkesi laiklik sağlam temellere oturamamış, 100 yıl geçtikten sonra dahi halkın önemli bir bölümü hatta belki çoğunluğu tarafından benimsenememiştir. Kaldı ki ülkemiz hiçbir zaman kelime anlamında laikliğe dayalı, yani din ile devletin birbirlerinden tamamen ayrı olduğu bir rejime sahip olmamıştır. Din adamlarının maaşının devlet tarafından ödendiği, atamalarının onun tarafından yapıldığı bir devlet laik değildir. Ülkemiz dolayısıyla Cumhuriyet kurulduğundan bu yana hiçbir zaman laik olamamıştır. Tek laik tarafı, dinden arındırılmış olan hukuk sistemidir.
Cumhuriyetin hukuk ve halkın serbest iradesi üzerine değil de kişi iradesi üzerine kurulmuş olması birçok sakatlığa yol açtı. Serbest seçimlerin ilk defa 1950 yılında yapılmasından sonra başa gelen iktidar çoğulcu değil, çoğunlukçu bir idare kurmuş, sandıkta elde ettiği çoğunluğun ona her istediğini yapma hakkını verdiğini düşünmüş ve kendi görüşünde olmayanları cezalandırma yoluna gitmişti. Bu tecrübe 27 Mayıs 1960 darbesine ve ülkenin hala altından kalkamadığı idamların yüküyle son bulmuştur. Ne yazık ki bu facianın baş sorumlusu gerçek demokrasinin hukuka ve hürriyetlere dayanması gerektiğini idrak edemeyen zamanın iktidarıydı.
1961 yılından 2007 yılına kadar ise yine gerçek bir demokrasi yaşanmamış, ülke askerin gözetimi altında ve onunla paylaşılan görünüşte bir parlamenter rejim ile idare edilmiştir. 2007 yılından bugüne kadar yine çoğunlukçu bir yönetim tarzına avdet edildi. Hukukun, temel hak ve hürriyetlerin artık hiçbir şekilde kaale alınmadığı, ülkenin tek bir kişinin iradesiyle yönetildiği bir durum ortaya çıkmıştır. Bu durumun da uzun yıllar devam edeceği, belki de ülke tarihinin başka bir yönetim tarzına şahit olmayacağını tahmin etmek çok yanlış olamayabilir.
Aslında demokrasi, değişim ve çoğulculuk gibi kavramların milletimize çok yabancı olduğu da söylenebilir. Türkiye’de TOBB, TESK vs gibi birçok derneğin yönetimleri değişmemekte, kongreleri tek adayla yapılmakta ve seçilen kişi ömür boyu makamında kalabilmektedir. Siyasi partilerde bunun daha da aşırı bir örneğini görmekteyiz. Parti liderleri makamlarını şahsi malları olarak görmekte, yerine bir oturan başarı performansı ne olursa olsun, bir daha kalkmamakta ve partisini padişah gibi yönetmektedir. Parti üyelerinin veya milletvekillerinin parti liderini değiştirebildiğin Cumhuriyet tarihinde sanırım sadece tek örneği Bülent Ecevit’in 1972 yılında İsmet İnönü’yü CHP Genel Başkanlığından ayrılmaya zorlamasıdır. O kadar ki İsmet Paşa kurucusu olduğu partiden 50 yıl sonra istifa dahi etmişti. Başka örnek varsa ben bilmiyorum.
Tabii seçmenin de siyasi partilerine futbol takımına bağlı olduğu şekilde aidiyet duyması da demokrasinin gelişmesini engelleyen faktörlerden biridir. Belki de en önemlisidir. 1950 yılında yapılan seçimlerden bugüne seçmen gayet istikrarlı bir şekilde sağ partilere 2/3, sol partilere 1/3 oranında destek vermiştir. Partiler bu zaman içinde açılmış, kapanmış, liderler emri Hakka uğramış, ama bu oran değişmemiştir. O kadar ki sol partiler ancak sağ cephenin bölündüğü dönemlerde ve kısa sürelerle iktidar olabilmişlerdir.
Seçmenin nesilden nesile değişmeyen bu istikrarlı bağları aslında Türkiye yönetim sisteminin paradoks ve zaaflarından bir diğerini de yansıtmaktadır. Yukarıda değindiğim gibi seçmen iktidarın ve iktidar taliplerinin vaatlerinden ve performanslarından ziyade dini kimliklerine göre hareket etmektedir. Ve daha az varlıklı zümreler bile bu dini kimliklerinden dolayı sağ partilere oy vermektedirler. Oysa sağ partiler gelir ve servet dağılımı için daha eşitlikçi bir program vaat etmemekte, tersine gelirin ve servetin de gittikçe daha dar bir zümrede yoğunlaşmasına yol açmaktadır.
Ne yazık ki son seçimlerde CHP bu yapıyı yıkmaya çalışmamış, seçmeni cezbedecek Avrupa sosyal demokrat partilerinin önerdiği cinsten, gelir ve vergi adaletini sağlayacak, en düşük gelirli zümrelerin hayat koşullarını iyileştirecek, ancak bunun dışında serbest teşebbüse engel olmayacak sosyal liberal politikalar önereceğine, gittikçe sağa kaymayı ve sağ partilere taviz vermek suretiyle tabanını genişletmeye çalışmıştır. Oysa sağa mütemayil olan seçmenin aslı dururken suni oluşuma yönelmesi zayıf bir ihtimaldi.
Cumhuriyet kurulduğundan bu yana her türlü rejim denendi. Tek adam rejimleri, askeri idareler, battal parlamenter demokrasiler. Genellikle de uygulamaya konan politikalar milliyetçi/ulusalcı, dinci ve kısa sürelerle de olsa üçüncü dünya ülkelerinde sık sık rastlanmış bulunan milliyetçi sol politikalar olmuştur.
100 yıllık Cumhuriyet boyunca belki de tek denenmeyen gerçek bir sosyal demokrasidir. Bundan benim anladığım dış ilişkilerinde dünya ile barışık ve dünyaya açık, içeride ise her bakımdan hoşgörülü, farklı kimliklere saygılı, eşitlikçi ancak sermaye düşmanı olmayan ekonomik politikalar uygulayan, hukukun üstünlüğüne saygılı, çoğunlukçu değil, çoğulcu ve gerçek anlamda laik bir yapıdır. Geçmişte kısa sürelerle de olsa iktidara geldiklerinde solda olduklarını iddia eden partiler böyle politikalar uygulamamış, tersine ülkeyi dış dünyadan tecrit edecek ekonomik krizlere sürüklemekten başka bir şey yapamamıştır.
Ülkemizde bir daha serbest seçim yapılıp yapılmayacağından emin değilim. Hatta muhalefet parti liderleri yukarıda belirttiğim gibi seçimler kendileri tarafından kaybedildiği takdirde artık ülkenin serbest seçim görmeyeceğini iddia etmeye kadar gitmişlerdi. Gerçi seçimlerden sonra hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam etmekte olmaları bu sözlerine kendilerinin de pek inanmadığının göstergesi olmalıdır. Ancak kanaatimce böyle bir endişenin kuvvetli gerekçeleri maalesef vardır.
Her hal ve karda değişim olacaksa sadece şahıslarda ve liderlerde değil, fikirlerde de değişiklikler olması gerekiyor. Önümüzdeki yıllarda ya CHP’nin köklü bir değişimden geçerek HDP-YSP dahil diğer sol partilerle ortak bir program üzerinde çalışması ve bu arada içindeki ulusalcı kanatın kalan kısımlarını ayıklaması, ya da CHP’nin tamamen dağılarak yepyeni sosyal-liberal ağırlıklı bir partinin ortaya çıkması gerekmektedir. Seçmene gerçek bir alternatif öyle sunulabilir. Bunun cazip gelip gelmeyeceğini önceden kestirmek mümkün değil tabii. Önümüzdeki beş yılda iktidarın sürdürdüğü politikalar neticesinde toplumun gittikçe daha muhafazakarlaşması ve bu tür alternatiflere sıcak bakmaması kuvvetle muhtemeldir. Ancak bence kesin olan bir şey varsa sağa kaymaya ve iktidarınkilere benzeyen politikalar uygulamaya çalışmak suretiyle seçmenin ikna olmayacağıdır.
Seçimlerden bir ay geçtikten sonra böyle bir değişimin işaretlerini görmek pek mümkün olmadı. Hatta, diyebilirim ki CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun bundan birkaç gün önce bu sütunlarda verdiği ve ülke çapında epey yankılanmış olan röportajda değişimin alabileceği şekil hakkında en azından ben herhangi bir ipucu göremedim. Ve buna samimi olarak üzüldüm.