Netanyahu hükümetinin, “Knesset”ten (parlamento) geçirdiği tartışmalı yargı reformu paketi; İsrail Yüksek Mahkemesinin, hükümet tarafından ortaya konulan kararları geçersiz kılma yetkisine yönelikti ve Netanyahu bu reformu “daha çok demokrasi” gerekçesiyle savunuyordu.
Yüksek Mahkeme’nin halihazırdaki Başyargıcı Esther Hayut; Yüksek Mahkeme’nin, Netanyahu hükümetinin hamlesiyle Yüksek Mahkemenin yetkilerini sınırlayan ve Knessetten geçirilen bu yasayı iptal etmek için 12 Eylül’de toplanacağını bildirdi.
İsrail’de akademisyenler ve barolar, Knesset’ten geçen bu yasanın İsrail parlamenter demokrasisinin yapısını ve hükümetin karakterini temelden değiştireceğini, temelde bu yasanın Yüksek Mahkeme’nin etkili kontrolleri kaldıracağını ve yetkinin kötüye kullanılmasına yol açabileceği ifade ediyor.
İsrail’de siyaset, ordu, güvenlik, ekonomi ve yargıda üst düzey görevlerde bulunmuş isimler, hükümetin bu yargı düzenlemesine karşı olduklarını ifade ettiler. Dahası hükümetin “yargı reformuna” karşı çıkan binlerce asker, savaş pilotu ve denizaltı subayı askerlik görevinden ayrılma kararı verdi.
Neticede Netanyahu hükümetinin yargı düzenlemesine karşıtı protesto hareketi, yaklaşık 8 aydır devam ediyor. Bu protesto olayları bize gösteriyor ki -unutulmaz Başyargıç Aharon Barak’ın da ifade ettiği gibi- İsrail Devleti, Yahudi bir devlet olduğu kadar demokratik bir devlettir ve demokrasiye sahip çıkmaya çalışmaktadır.
Gerçekten de bu protestoların temelinde 1995 ile 2006 yılları arası Yüksek Mahkeme’de görev yapmış Başyargıç Aharon Barak’ın öğretileri bulunuyor. 1992 Temel Yasaları’ndan önce Barak, Mahkemenin yetki alanını sınırlayan geleneksel hukuk doktrinlerine tutarlı ve başarılı bir şekilde meydan okumuş ve Mahkeme’nin müdahalesini teşvik etmişti. Yasaların çıkarılması ve Barak’ın mahkeme başkanlığına yükselişi, bu anayasal devrimi savunma becerisini önemli ölçüde artırmıştı.
Bugün İsrail kamu hayatındaki etkili kişilerden biri olan Barak, hukuk sistemini, senkronizasyon ve koordinasyonu sağlayan şefin Yüksek Mahkeme olduğu, farklı müzisyenlerden oluşan bir orkestra olarak resmetmişti. Bu bahisle şeflerin tartışmasız şefi de tabii ki Barak’tı.
Barak, yaklaşık yirmi yılı kapsayan yargıçlık kariyeri boyunca, yasal kriterlerin benzeri görülmemiş ölçüde geniş bir dizi koşulla uygulanmasına dayanan radikal bir yargı felsefesi geliştirdi ve uyguladı.
Yüksek Mahkeme’nin İsrail’deki ideolojik tartışmayı şekillendirmedeki emsalsiz gücü, Barak’ın yargısal dünya görüşüne ve özellikle onun demokratik bir toplumda mahkemenin rolüne ve İsrail’in değerlerini kutsal kabul eden yeni Anayasa hükümlerine ilişkin görüşlerine daha yakından bakılmasını gerektiriyor.
Son yıllarda İsrail devleti, çoğu İsraillinin dikkatinden kaçan bir anayasal devrim geçirdi. 1992’de Temel Yasa: İnsan Onuru ve Özgürlüğü ve Temel Yasa: Meslek Özgürlüğü’nün kabul edilmesiyle İsrail yargısının gücü, Yüksek Mahkemenin normatif insan haklarını ihlal ettiği görüşüne göre Knesset yasasını iptal etme yeteneğini de içerecek şekilde önemli ölçüde genişledi.
Barak’ın hukuk felsefesi, “dünyanın hukukla dolu olduğu” inancıyla başlıyor. Barak, hukuku, hiçbir eylemin bundan muaf tutulamayacağı, her şeyi kapsayan insan ilişkileri çerçevesi olarak tasvir eder. Bu kavram, şu ya da bu şekilde Barak’ın mahkemenin toplumdaki rolüne ilişkin yazılarının ve kararlarının çoğunda kaçınılmaz olarak yinelenir.
1992 tarihli bir makalesinde bunu şöyle ifade etmişti:
“Benim gözümde dünya hukukla dolu. Her insan davranışı yasal bir norma tabidir. Belirli bir faaliyet türü -arkadaşlık veya öznel düşünceler gibi- bireysel iradenin özerkliği tarafından yönetildiğinde bile, bu özerklik vardır, çünkü yasa tarafından tanınır… Nerede yaşayan insan varsa, yasa da oradadır… Hayatın içinde hukuk dışı hiçbir alan yoktur.”
Barak’ın hukukun her yerde bulunabilmesi doktrini, hukukun üstünlüğü, yargı denetimi, yargılanabilirlik ve itibar, kuvvetler ayrılığı ve anayasal üstünlük gibi hükümet ve içtihat teorisinin diğer temel ilkelerini formüle etmesine rehberlik eder.
Bu kavramların her biri, Barak’ın aydınlanmış ve düzgün işleyen bir demokrasi vizyonunu inşa etmede kritik bir rol oynar. Bu; hiçbir kişinin, kurumun veya kararın kanunların kontrolünden mahrum olmadığı bir demokrasidir. Barak’a göre yargının rolü, demokratik bir toplumda hukukun üstünlüğünü, erişilebilirliği sağlayarak şiddetle korumaktır. Her şeyden önce, hükümetin eylemlerini her zaman dikkatle gözetimi altında tutmalıdır. Ancak o zaman bireysel haklar, kamu yararı adına sonsuza dek bireyin haklı taleplerini ayaklar altına alan yürütme ve yasama erklerine karşı yalnızca yargı tarafından savunularak uygulamada herhangi bir anlam taşıyabilir.
Barak’a göre yargı denetiminden muaf olan hükümet eylemleri veya kararları, yasanın denetiminden kaçmış durumdadır. Sonuçta hukukun parlamadığı yerde yasa dışılık ve adaletsizlik yaşar.
İsrail’in hukuk sistemi incelendiğinde devletin iki başat hukuki kurumu dikkat çekmektedir: ‘Yüksek Mahkeme’ ve ‘Devlet Denetleme Kurumu’. Bu iki kurum, İsrail demokrasisinin ‘yürütmeyi dengeleme’ ve ‘yargı denetimine açık hâle getirme’ konusunda kritik rol üstlenmektedir.
İsrail kurulduğundan bugüne birçok siyasi-askeri olay ve tartışma geçirdiğinden, her iki kurum da bu tartışma ve gelişmelerin odağı hâline getirilmiştir.
İsrail, uzun ve yerleşik bir anayasal kültüre sahip olmayan genç bir demokrasidir. Eski Yüksek Mahkeme başyargıcı Aharon Barak’ın, 1992’de Haifa Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada dediği gibi İsrail’de insan hakları, ABD’deki gibi anayasal statüye sahip olmuştur.
Başyargıç Aharon Barak’a göre, bir yargıç değerler arasındaki çatışmayla karşı karşıya kaldığında, demokratik değerler ile Yahudi sistemi arasında bir sentez bulmaya çalışmalıdır, yargıcın sentezinin başarısız olması halinde demokratik değerler üstün gelmelidir.
Başka bir deyişle, Mahkemenin bu tür davaları ne kadar çözmesi gerekiyorsa, İsrail o kadar az “Yahudi” olacak ve Kanada ile ABD gibi saygın demokrasilerden ayırt edilmesi o kadar zor olacaktır. Yahudi ve demokratik” terimi bir çelişki yaratmamalı aksine tamamlayıcı bir unsur olmalıdır.
Barak’ın bu içtihatlarıyla mahkemeler 90’lu yıllarda gerçek bir devrim gerçekleştirdi.
Gerçekten de İsrail, Ortadoğu’da eşine belki de rastlanmayacak türde bir ‘hukuk devleti’ne sahiptir ve yargı, uzun yıllar ülkede yürütmeyi denetleme ve frenleme görevini yerine getiren cesaret isteyici kararlar almıştır.
İsrail’i 1977 seçimlerinden bugüne sağ ağırlıklı hükûmetler yönetmekte. Bu sağ hükümetler, ülkenin iç hukuk mevzuatı ve Filistinlilere yönelik aldığı kararlar ekseninde Yüksek Mahkeme ile karşı karşıya geldi.
İşte bu noktada eski Başyargıç Aharon Barak yönetimindeki mahkemenin bu yargısal aktivizmi, sistemin revizyona ihtiyacı olduğu konusunda şiddetli tartışmalara yol açtı. İsrail Yüksek Mahkemesi’nin fazla aktivist davrandığına inananlar yargıyı dizginlemek için şiddetli reform çağrıları yapıldı.
Peki, İsrail’deki aşırı sağcı iktidar, Yüksek Mahkemeyi neden hedefine aldı?
Bu soruya verilecek en bilinir cevap: “Yargı, yürütmenin elini bağlıyor” iddiası…
Geçmişten bugüne İsrail’de, özellikle sağ iktidarların arasının Yüksek Mahkeme ile tartışmalı olduğu açık. Mahkeme’nin, ‘Temel Kanunlar’da kendisine atfedilen görevlerini icrası, kimi zaman “yürütmenin sınırlarına giriliyor” diye eleştirilmiş ve mahkemenin mevcut yapısı hedef gösterilmişti.
İsrail’in aşırı sağ iktidarı, ‘yargı reformu’ olarak kamuoyuna sunduğu bu pakette neredeyse ‘yürütmenin yargıyı denetlemesi’ ve yargı üzerinde dominant bir yapıya olanak sağlayacak bir politika güdüyor.
Özetle hükümetin reformu şudur: Knesset’te çoğunlukta olan sağcılar tarafından çıkarılan yasalar yargı denetimine daha az açılsın ve yine bu yasalar, mahkeme tarafından geri gönderilmesin ya da iptal edilmesin.
Bu yaklaşım, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ile yargı bağımsızlığı ilkeleri doğrultusunda bakıldığında İsrail’i korkunç bir yere götürebilir.
Neticede reform paketine göre, Yüksek Mahkemenin hukuka, insan haklarına aykırı olduğu için iptal ettiği kanunları Meclis aynen kabul edebilecek, Yüksek Mahkeme’nin buna itiraz hakkı bulunmayacak. Tıpkı mevcut İsrail Yüksek Mahkemes’inin başkanı Esther Hayut’un dediği gibi: “Hükümetin önerdiği reform paketi, yargıçların bağımsızlığına son darbeyi vuracak. Bu reform paketi, ülkemizin demokratik kimliğini hiç tanıyamayacağımız bir hale getirecek. Demokrasi sadece çoğunluğun hükmü değildir. Ülkemizin kuruluşunun 75. yılı demokrasinin ölümcül bir darbe aldığı bir yıl olarak hatırlanacak.”
Adalet Bakanı Levin, mahkeme başkanını vesayeti savunmakla suçladı: “Bu duyduğumuz sözler bir kamu görevlisinin değil, bir siyasetçinin sözleri. Demek ki ülkemizde seçimlere girmeyen, mecliste temsil edilmeyen bir siyasi parti daha varmış.”
Adalet Bakanı’yla Yüksek Mahkemeyi karşı karşıya getiren bu tartışmadan da anlaşılacağı üzere Netanyahu ve dostları için Yüksek Mahkeme halkın iradesinin üstünde bir vesayet organıyken, sokağa çıkan İsrailliler için Netanyahu’nun hedefindeki demokrasinin son kalesiydi.
Yani görüldüğü gibi İsrail Demokrasisi ile Türk Demokrasisi birbirine oldukça benziyor. Nitekim İsrail’deki olaylara paralel olarak Türkiye’de Cumhur İttifakı, Anayasa Mahkemesi (AYM) hakkında aynı söylemlerde bulundu. Cumhur İttifakı ortaklarından Milliyetçi Hareket Partisi’nin lideri Devlet Bahçeli; Anayasa Mahkemesinin, Yargıtay Başsavcılığının Halkların Demokratik Partisine hazine yardımı blokesi konulması talebini reddetmesi üzerine AYM’nin kapatılmasını bile istedi.
İsrail’deki Başyargıç Aharon Barak döneminde olduğu gibi Anayasa Mahkemesi’nde de Başyargıç Zühtü Arslan döneminde hak eksenli paradigmayı esas alan birçok önemli karar verildi.
Arslan’a göre, “Anayasa Mahkemesinin hak eksenli paradigma içinde kalarak yasal ve anayasal yoruma devam etmesi, insanımızın temel hak ve özgürlüklerinin korunması bakımından son derece önemlidir. Esasen tüm dünyada anayasa yargısı alanındaki belki de en önemli sınama, otoriterleşme yönündeki küresel ters dalgalar karşısında hak eksenli paradigmanın korunması ve sürdürülmesi olacaktır.”
Birbirine benzeyen İsrail ile Türkiye’deki mevcut sağcı hükümetler, işlemlerine dur diyen Yüksek Mahkemeleri hedef almakta ve bu durum da bu ülkeler için “Demokrasi ölüyor mu doktor?” sorusuna neden olmaktalar.
*Ferhat Küçük, Karayazı’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi (2014). İstanbul Şehir Üniversitesinde tam burslu olarak Profesör Ergun Özbudun’un danışmanlığında yüksek lisansını bitirdi (2018). Prof. Dr. Halûk Dursun’un asistanı ve danışmanı olarak Kültür ve Turizm Bakanlığında çalıştı (2017-2019). 2015 yılında kaleme aldığı “Üç Şehrin Hikâyesi” (The Story of Three Cities) adlı kısa öyküsü Birleşmiş Milletler tarafından birincilik ödülüne layık görüldü. Halen İstanbul’da avukatlık yapmakta ve Marmara Üniversitesinde Anayasa hukukunda Prof. Osman Can’ın danışmanlığında doktorasını yapmaktadır.