6 Şubat 2023 günü ülkemizi amansız bir şekilde çarpan Maraş depremlerinin sebep olduğu can kaybı bu satırları yazdığım sırada 30.000’e çok yaklaşmış, 1999 depremlerindeki zayiatı aşmış durumda. Önümüzdeki günlerde 1939’daki Erzincan depreminin yol açtığı 33.000 ölü sayısına varması yapılan tahminler arasında yer almaktadır. Deprem sadece muazzam bir yıkıma yol açmamış, son yıllarda iyice şişirilmiş olan kibir balonunu bir anda patlatmıştır. Ülkenin itibarının devasa saraylar inşa ederek, iktidar için süperlüks pahalı uçaklar satın alarak veya ülkenin Türkçe adının tüm dillerde kullanılmasını zorlamaya çalışmakla ölçülemeyeceği anlaşılmıştır. Tüm dünya yerle bir olmuş yeni binaları, enkaz altından yakınlarını çıplak elleriyle, ağlayarak çıkarmaya çalışan vatandaşları görmüş, tahribatın bu ölçüde olmasının yolsuzluk, kuralsızlık, medeni dünyada pek örneği bulunmayan imar afları, tüm yetkilerin tek bir kişide toplanması gibi sebeplerden kaynaklandığına ilişkin yorumları okumuştur. İtibar sıfırlanmış olup, yeniden oluşması uzun yıllar alacaktır.
Maddi zararın hesaplanmasına henüz tam olarak başlandığı söylenemez. İlk tahminlere göre 4 milyar dolar olarak öne sürülen rakam daha sonra 80 milyar dolara kadar çıkmıştır. Ayrıca, sanayide meydana gelecek kayıplar da önümüzdeki günlerde daha iyi anlaşılmaya başlayacaktır. Turizmde ciddi bir azalma beklenmelidir. Önümüzdeki yaz tatilini planlamaya başladığı şu sıralarda Avrupalı normal vatandaşın ülkemizin belli başlı turizm merkezlerinin depreme daha fazla maruz olduğu bilinen bölgelerin dışında olduğunun farkında olduğunu sanmıyorum. Çoğu Avrupalı için bu yıl Türkiye tehlikeli bir destinasyon olacaktır. Yanılmak isterim tabii. Önümüzdeki aylarda turizm ile ilgili rakamlar durumu gösterecektir.
Her hal ve kârda, deprem Türkiye’yi muazzam bir değişime zorlayacaktır. İnşaat sektörü başta olmak üzere birçok şey eskisi gibi devam edemeyecektir. Yıkılmış tesislerin yeniden inşasının gerektireceği külliyetli yatırımların yanında, artık bu sefer depremden ders alınmaması ve başta İstanbul olmak üzere hassas yerlerdeki binaların gerçek bir dönüşümden geçmemesi, imar afları dönemlerinin son bulmaması ve inşaat ruhsatlarının seçici bir şekilde verilmemesi bu defa mümkün olamayacaktır. En azından şimdiki hava bunu göstermektedir.
Değişmesi gerekecek olan dolayısıyla ülkenin hem altyapısı hem de Marksistlerin dediği gibi üstyapısıdır. Cumhuriyetin yüzüncü yılında yepyeni bir başlangıç, ülkenin dünyaya açık, tarihinde ilk defa hukukun üstünlüğüne ve gerçek bir çoğulcu demokrasiye dayalı bir yönetim tarzına geçiş bence olmazsa olmazların başında geliyor.
Tabii ülkemizde yerleşik güçler buna şiddetle karşı çıkacaklardır. Şimdiden yirmi yıldır ülkeyi yöneten iktidar üzerinden sorumluluğu atmak için hem kadere işaret etmekte hem de bilgi kirliliği yoluyla halkı tezlerine inandırmaya çalışmaktadır. Nüfusunun büyük çoğunluğu dindar olan ülkemizde bu gayretlerin boşa gitmediği ve halkın en azından bir bölümünün ikna olduğu tahmin edilebilir.
Ancak, depremin verdiği zayiatın telafisi ve ülkenin altyapısının bundan sonraki kaçınılmaz depremlere karşı dayanıklı olması için yapılması gerekenlerin 10 milyarlarca dolarlık yatırım gerektireceği açıktır. Oysa ülkemizin ezeli problemlerinden biri iç tasarruflarının son derece düşük olması ve sürekli olarak dış sermayeye ihtiyaç duyulmasıdır. Son 1,5 yılda takip edilen “heterodoks” faiz politikası tasarrufu daha da cezalandırdığı için açığın son zamanlarda daha da büyümüş olması kuvvetle muhtemeldir. Ayrıca Batıdan gelen sermaye de, sıcak para olsun, kalıcı olsun, son yıllarda takip edilen politikaların etkisiyle kuruma noktasına gelmişti. Ekonomist olmamakla beraber, iktidarın hedefinin seçimlere kadar böyle bir politikayla vaziyeti idare edip, seçimlerden sonra daha rasyonel bir politikaya geçmek gibi bir hedefinin olduğunu, ancak bunu açıklamaktan çekindiğini anlıyorum. Seçimi kaybettiği takdirde ise halefine bir enkaz devredeceğini, onun altından kalkmaya mecbur olanın da şimdiki muhalefet olduğunu hesaplıyordu herhalde.
Ancak enkaz şimdiden geldi. Hesaplar alt üst oldu. Türkiye’nin acilen taze kaynağa ihtiyacı var. Oysa, geleneksel taze para ve yatırım kaynağımız olan ülke ve kurumların neredeyse hepsiyle ülkemiz kavgalı veya en azından onlara sırtını dönmüş durumda. Örneğin iktidar IMF ile bağları koparmış olmaktan iftihar ediyor. Avrupa Yatırım Bankası, siyasi sebeplerden dolayı yıllardır Türkiye’yle iş yapmıyor. Oysa bundan birkaç yıl öncesine kadar, bankanın AB dışında en çok yatırım yaptığı ülkelerin başında biz geliyorduk. Acil ihtiyaç olacak taze parayı Rusya’nın verebileceği şüpheli. Hem gittikçe artan askeri harcamalar hem petrol ve doğal gaz ihracatında karşılaştığı engeller Rusya’nın ülkemize yetecek miktarda para vermesini zorlaştıracaktır. Körfez ülkelerinin de beklenenden cimri çıktıkları, vaatlerinin pek gerçekleşmediği görülmektedir.
Taze para ve sermayenin Batı ülkelerinden gelmesi dışında başka çıkar yol en azından bana görünmüyor. Oysa depremden bir gün önce bile iktidar çeşitli düzeylerde ABD ve Batı ülkelerine yine hakaret ve hatta tehdit yağdırıyordu. Örneğin, depremden önceki günlerde tam olarak açıklanmayan ancak sonradan IŞİD kökenli olduğu anlaşılan bir tehditten sonra İstanbul’daki konsolosluklarını kapatan birkaç Batılı ülkeye karşı tedbirler alınacağı bizzat cumhurbaşkanı tarafından ilan edilmişti. Tabii ertesi gün deprem olup bu ülkeler birbirleriyle yarışırcasına Türkiye’ye kurtarma ekipleri göndermeye başlayınca konu gündemden düştü.
Meksika Senatosunun 1915 olaylarını soykırım olarak tanımasını şiddetli bir dille eleştiren Dışişleri Bakanlığı açıklamasının yapılması için ülkenin gönderdiği 145 kişilik kurtarma ekibinin görevini bitirip Türkiye’den ayrılmasını beklemek şüphesiz daha zarif olurdu. Ancak bu tür açıklamaların mekanik olarak ve pek fazla düşünülmeden yapıldığını ve hiçbir etkisinin olmadığını açıklamayı yapanlar da çok iyi bilmektedir. Buna karşılık 35 yıldır kapalı olan Ermenistan hududunun yardımlar için sessiz sedasız açılmış olması olumlu bir gelişmedir.
Şimdi ülke yepyeni bir durumla karşı karşıya. Daha birkaç gün önce ülkemizde görev yapmış tüm ABD büyükelçileri bir bakan tarafından darbe düzenlemekle suçlanırken, ABD bir kurtarma ekibi, ayrıca 85 milyon dolar yardım ve gerektiğinde kullanılmak üzere en büyük uçak gemisini yollamakta olduğunu açıkladı. Oysa, nispeten küçük bir ABD savaş gemisinin depremden birkaç gün önce İstanbul’a yaptığı ziyaret sırasında taşıdığı bayrağın boyutları mesele olmuş, sırf o yüzden ABD saygısızlıkla suçlanmıştı. Acaba, uçak gemisi kurtarma faaliyetlerine katılmak için geldiğinde bayrağı yine mesele olacak mıdır? Sanmıyorum ama emin olamıyorum doğrusu.
Aynı şekilde düşman gözüyle ve başkentine füze fırlatmakla tehdit ettiğimiz Yunanistan da bir kurtarma ekibi gönderdi. Bu ekibin bir mensubu enkazın altından küçük bir kızı canlı olarak çıkardığında duygulanıp göz yaşı döktüğünde çekilen fotoğraf dünya turu attı. Güney Kıbrıs’ın göndermek istediği ekibe ilk önce izin verilmemiş, sonra bu karardan isabetli bir şekilde dönülmüştür. En azından bunun için iktidarı kutlamak gerekir.
Yine her fırsatta ayırımcılık yapmakla suçladığımız AB’nin 27 üyesinin 24’ü Türkiye’ye kurtarma ekibi yolladı. Bunlar da canla başla enkaz altından insan çıkarmak için uğraştılar. Gerçi bölgedeki silah atışları nedeniyle Avusturya ve Almanya ekiplerinin çalışmalarını geçici bir süre için dahi olsa durdurmuş olmaları düşündürücü olduğu kadar üzücüdür. Asayişin muhafazası herhalde mevcut şartlarda dahi iktidarın en temel görevlerinin başında geliyordur.
Genişlemesini engellemekte olduğumuz NATO da 1400 kişilik bir yardım ekibi ve sahra hastaneleri yolladı. Sırf yabancı kurtarma ekiplerinin 205 can kurtardığı açıklanmıştır.
1999 yılında ilk önce Türkiye’de, sonra da Yunanistan’da meydana gelen depremler sonrasında iki ülkenin birbirlerine yaptığı yardımlar en az bir süre iki ülke arasındaki ilişkilerin yumuşamasına yaramış, bu sayede Aralık 1999’da ülkemize AB tarafından adaylık statüsü verilmesini Yunanistan engellememişti. Hatta aynı Yunanistan bir ölçüde yumuşamanın etkisiyle ülkemizin AB’ye katılma müzakerelerinin başlamasını da engellememişti.
Sonraki yıllarda iç politika nedenleriyle iktidar Batı ile ilişkileri şuurlu bir gerginlik atmosferine soktu. Gerçi ABD’nin Irak ve Suriye’de hataları olmuştu. AB de özellikle Kıbrıs’ın Birliğe katılmasından sonra tamamen Rum tezlerini benimseyerek ve bu sorunu gerekçe göstererek ülkemizle ilişkileri yavaş yavaş buzdolabına taşımıştır. Dolayısıyla hem ABD hem de AB mevcut durumdan dolayı kısmen de olsa sorumludur.
Ancak yukarıda bahsettiğim sebeplerden dolayı hem ekonomik politikamız hem de dış politikamız değişmek durumundadır. Aksi takdirde Türkiye’ye kaynak aktarımı yapılamayacak, elzem olan yatırımlar gerçekleşemeyecek, tahayyül etmek istemediğim sosyal çalkantılar meydana gelebilecektir. Ekonomik politikada yapılması gerekecekleri benden çok daha iyi değerlendirecek uzmanlar vardır. Ancak benim söyleyebileceğim, bir süredir hızla uzaklaşmakta olduğumuz piyasa ekonomisine ve hukukun üstünlüğüne dönmenin şart olduğudur. Takip edilen bu ekonomik politikayla özel sermayenin gelmesi en azından bana pek mümkün görülmüyor. Dünya Bankasının 1,8 milyar dolarlık destek vaat ettiği açıklandı. Bu desteğin muhakkak ki performans şartları olacaktır. Daha fazlası için IMF’nin kapısının çalınmasının gerekeceği muhtemeldir. Bunun da en temel şartı rasyonel bir ekonomik politikaya avdet olacaktır. Kimisi IMF şartlarının ağırlığını öne sürerek buna karşı çıkacaktır. Halbuki 2001-2009 yılları arasında ekonomimiz IMF güdümünde olduğunda tarihinde görmediği bir fiyat istikrarı ve kalkınma hızına sahip olmuştur.
Ancak kaynağın akışı sadece ekonomik şartlara bağlı olmayacaktır. Kaynak ülkelerle siyasi ilişkilerin normalleşmesi de gerekecektir. Artık her fırsatta ABD ve AB’ye ve onu oluşturan ülkelerin liderlerine hakaret yağdırmaktan, kamuoyunu onlara karşı azdırmaktan vazgeçmek gerekecektir. Dış politika söyleminin daha ılımlı ve yapıcı olması, ülkenin temel çıkarlarını çatışma ile değil uzlaşma yoluyla savunmak gerekecektir.
Bunun kolay olmayacağı bellidir. Ilımlı davranışlar ve uzlaşı iktidarın genlerinde olmayan bir haslettir. Halk da belki 50 senedir, arkası boş meydan okumalarına ve tüm dünyayı Türkiye’ye düşman olarak görmeye alıştırıldı. Burada medyaya da önemli rol düşmektedir. Hatta muhalefetin de alıştığı şekilde olası yumuşama işaretlerine karşı hemen tepki gösterip iktidarı “vatanı satmakla” suçlamaması gerekmektedir. Bunu yapabilecek erdeme sahip olup olmadıklarını bilmiyorum. Muhalefetin en büyük iki partisinin liderlerinin dış politika alanındaki birikim eksikliği bu konuda fazla ümitli olmamı engelliyor.
Ancak kaybedecek vakit yok. Seçimlerin tarihi hakkında bir belirsizlik meydana geldi. 14 Mayıs’ın artık gerçekçi bir tarih olmadığı daha çok duyulmaya başladı. Vaziyetin aciliyeti, Türkiye’de kaynakların yetersizliği, dış dünyanın da bizden ne isteyeceği belli iken şimdiden bazı adımların atılması çok isabetli olur.
İlk yapılacak şey, depremlerin ülkemizde kapsamlı bir değişime ve yeni bir söyleme yol açacağını göstermek için NATO’nun genişlemesine koyduğumuz engelin kaldırılması ve İsveç ile Finlandiya’nın ittifaka katılması anlaşmasını onay için süratle TBMM’ye sunmak olacaktır. Böyle bir adımın Batı dünyasında yaratacağı olumlu etkinin boyutu gerçekten çok büyük olacaktır. İktidar böyle bir şeyi yapmaya cesaret eder mi bilmiyorum. Ancak gerçekten ülkenin çıkarlarını düşünüyorsa bunu yapar. Tabii bu adım atılırsa muhalefetin de olgun bir davranış benimseyerek iktidarı böyle bir karardan dolayı alışılmış tonda eleştirmekten çekinmesi gerekir. İktidar ile muhalefet arasında gözlerden uzak, sahnenin gerisinde iletişim kanalları var mı bilemiyorum. Varsa onları kullanmanın, yoksa da yaratmanın zamanı şimdidir. Tekrar söyleyeyim kaybedecek vakit yok. Ne yazık ki bu alanda, diğer birçok alanda da olduğu gibi yapılması gerekenlerin yapılacağına dair hiçbir güvence yok.