“Yanlışın en büyük nedenlerinden biri dildir. Ne var ki doğrunun da en güvenilir, en sağlam taşıyıcısı gene o…” Zira “insanın yürüdüğü görünür-görünmez tüm yollar dilden geçer”. Felsefe profesörü, yazar Nermi Uygur’un 40-45 yıl önce dille ilgili yazdıkları, mevzu ne zaman oraya gelse eski bir dost gibi aradan el sallıyor. Bazen şiir okuyor, şarkı söylüyor hatta.
Dil her şeyle ilgili. Dile dokunan, insana, kültüre dokunuyor. “Dil nedir?”in yanıtı herkesin kendi mahareti, ilgi alanına, ihtiyacına, hatta derdine, çıkarına göre daralıp genişleyebildiği için uçsuz bucaksız. Dilin kullanımı da her alanda karşında: Çepeçevre Aynalı Yankılı Yol…
Bir süredir siyaset, bilhassa “iktidar dili”ne dair yazılarım -durma araya giren gündemle kesilse de- o nedenle uzayıp gidiyor. O araların “yazı dizisi”nde yaratabileceği kopukluğu, her yazımda siyaset, iktidar dilinin farklı ama dizi dizi incilerini başlığa alarak, aynı zamanda müstakil yazılar yaparak önlemeye çalışıyorum.
Gerçi araya giren yazılarımın, “güncel”in de çoğu bir yerinden “iktidar dili”ne, dile dökülen, ortalığa saçılan zihniyete değiyor. Siyasetin dilini değdirmediği, iktidarın dile biber sürmediği yer yok; neredeyse her mevzu, kendiliğinden o dille ilgili yazı dizisi.
İhtimamdan, incelikten muaf
Oysa dil hayatın her alanında “elden/dilden geldiğince”nin ötesinde ihtimam, dikkat, incelik istiyor. “Normal”de yani… Lâkin ekranlarda, sosyal medyada dışavurulan dil öyle değil. Gelişimi, zenginleşmesi, incelmesi için gereken ne varsa çoğundan muaf.
Belki de en salgın, bulaşıcı dönemlerinden birini yaşayan siyasi dil, bilhassa “iktidardaki dil ortaklığı” öyle. O muafiyetle, üstüne katmerlenen dokunulmazlıkla hayattan siyasete, siyasetten hayata taşınan “iktidar dili”, bilgisi, görgüsü, niyetiyle bir dönemin manzarasını karartıyor.
“Dil”den beklenen yarar, ona yüklenen işlevin sığlığı, kabalığı aslında dilin de, politikanın da anlamına, iletişimin ruhuna ters. Eğer “dilin inceliği”ni yontulması gibi bir düzeye indirmiyorsak, lafı bile edilmez.
“Konuşmayı bitiren hoyrat dil”
Tanıl Bora’nın “Hürriyet Cumartesi”de 9 Mart 2018’de yayınlanan söyleşisinde 2013’den sonra “kutuplaşma, ajitasyon, yüksek tansiyon”un etkisiyle “kelimelerin taş gibi atıldığını” vurgulaması, sadece dilin saldırganlığını değil kalitesini, işlevini, iletişime etkisini de kapsıyor:
“Konuşmayı bitiren bir dil… (…) Hoyrat. Hoyratlıkla kastettiğim sadece kabalık değil, gerçek anlamda dinlemeye, cevap işitmeye açık olmayan bir dil. ” Üstelik arzu ettiği duyguları tetikleyen, mesela iktidarın seçimlerde “Sandıkları patlatacağız” söylemini fünyeleyen hoyratlıkta. Sadece iletişime, hedefine değil Türkçe’ye de hoyrat.
Nutuklar ve nutkun tutulması
Nutuk çekmek için nida yeterli, hatta -bağır çağır- zorunlu… Gerisi teferruat, tekrar-be-tekrar. Asık surat, çatık kaş o ortak dilin mütemadi tiki sanki. İstisnasını gördüğünde gülmüş kadar oluyor, seviniyorsun neredeyse.
Nutuk çekenlerin önde gelen bazı temsilcileri “konuşmayı” da zamanla unutmuş gibi. Önlerinde yazılı nutukları bile “nutkun tutulması” örnekleriyle kürsüde. Ama dinleyenler, onu sineye çekenler için o “tutulma”nın mânâsı “şaşırmak”tan çok, her anlamıyla “konuşamaz hâle gelmek”le ilgili. O mevzuda (da) gereken, beklenen, özlenen hayret yok.
“Akıllara durgunluk veren olay!”
Zira Türkiye’de “hayret”e giden yolda “beterin de beteri”nden dem vurmak bile çoğu örnekte, en azından 21. yüzyıl kıstasında güç. “Bu yüzden dolayı” (hayatın her alanında, toplumun her kesiminde salgınlaşan bu emme-basma kalıba da sonraki yazılarımda geleceğim) bu ortamda şaşırma duygusu bile yaratana emanet.
Hayret dumura uğradı, şaşırmak bile öyle zor oldu ki… “Akıllara durgunluk veren olaylar” bazı televizyon kanallarının ana haber kategorilerinde ilk sıralara tırmanıyor. Ama bunu “hayret”in anlamını, kapsamını iktidar dilinin yaratmak, yaymak istediği duyguya, seviyeye uydurarak, arzu edilen hayret tasnifine, eşiğine göre yapıyorlar.
Bir hırsız güpegündüz camı mı kırmış yahut dükkânın önünde duran bisikleti mi çalmış, hayret ki hayret: Akıllara durgunluk veren bir olay! Velâkin bu kalıbı gerçekten hak ettiği yerde, mesela herkesin gözü önündeki, apaçık, dev bir soygunda/vurgunda kullan(a)mıyorlar tabii. O zaten bazı akıllara durgunluk değil işleklik veren bir mesele.
“Durgun akıl” ve “hayret ideolojisi”
Öte yandan bu düzenin akıllara durgunluk verdiğini, sistemin, işleyişinin bizatihi “durgun akıl” üzerine kurulduğunu savunanlara da toplumsal iletişimin ana kanalları yasak. O kanalların reytingi için gereken şaşırtma, hayretlere sevk etme efekti, “akıllara durgunluk veren” minimal arızalarla, aksaklıklarla, iktidara bulaşmayan “hayret”lerle sağlanıyor.
Üstüne tüm kanallarıyla iktidar siyasetinin bir tür “hayret ideolojisi” üretmesi, ona dayalı “hayret ikamesi” yaratması, hakikaten şaşırtıcı, esef, dehşet verici şeyleri muhalefete yansıtarak bir saldırı aracı olarak kullanması da şaşırtıcı değil.
“Bu kadarı olmaz”ın her an büyüyen kamburunu iri, diri, dik durma manevralarıyla üstünden atan iktidar, onu muhalefetin protezine dönüştürebiliyor. Negatif, ayıplayan hayret muhalefetin sırtına… Dünyayı, Avrupa’yı şaşkınlığa sürükleyen “pozitif”, alkış toplayan hayretler, iktidara. Akıllara durgunluk veriyor, değil mi?
Ne kadar dert, o kadar Türkçe
Dilin günahı da büyük, o dile artık şaşırılmamasının paylaşılan kabahati de ondan hallice… Doğma-büyüme bu ülkede yaşayan, öyle ya da böyle teptemel eğitimini, ötesini kendi dilinde, “bir şekilde” tamamlayan, hatta kimliğini “Türküm, doğruyum, çalışkanım”la ifade eden milyonları düşünelim. İçlerinden birisinin Türkçe’yi “derdini anlatacak kadar”, dilbilgisini de “derdini yazacak kadar” bildiğini söylemesi, beni hayretlere garkeder mi, hiç sanmıyorum.
Belki bu itirafı uluorta, “Bamya sevmem normali”nde yapmasına yahut bundan “cool”luk üretmeye kalkmasına biraz şaşırırım, diyeceğim ama… “Ben hiçbir şey okumam, asla” kulluğuna (cool öyle okunuyor) bile epeydir şaşırmıyorum. Lafım okuyamayanlara değil onlara…
Yabancı dilde “dert seviyesi”
Ülkemizde yabancı dil bilme mertebesinin yıllardır “Derdimi anlatacak kadar” kalıbıyla ifadesinin kapsamı da hazin aslında. Zira “dert felsefesi”ni, seviyesini de ortaya koyuyor. Kastettiği “dert” çoğu kez daracık… Bazısına dert demek bile zor.
Birkaç temel ihtiyaç kalıbına, nidasına, “Merhaba, N’aber”in kıyısına iniveriyor. Keşke insan İngilizce’yi “hakikaten derdini anlatacak, hatta özetleyebilecek, hissettirebilecek kadar” bilse. O zaman ona İngilizce konuşulan bazı ülkelerde, bölgelerde bile muhtemelen “Üstadım” derler, ben de yine şaşırmam.
Derin-demode bir mevzu ama… Sosyal medyada da çoğu kez ana “dert”ler birkaç kelimeyle ifade edilebiliyor. Hatta kelimeler bile rutin sosyal medya diliyle kısaltılıyor, dilin kifayetsiz ya da lüzumsuz kaldığı bazı durumlarda emoji imdada yetişiyor.
“Dert” algı meselesi, göreli
Durup dururken mesaj pencerelerinde bir anda, “Ne alaka!” parlayan “Nasılsınız”ın, toplumsal cüret seviyesine uyarak “N’aber, nasılsın”ın, bir flört delili, ötesi flört atağı olarak fazlasıyla yeterli olması, mizah değil. Mesele “derdini anlatacak kadar”sa, tuhaf da değil. İktidarın temel tedrisatında herkese, her mevkie yönelen “senli benli” dil kılavuzu düşünüldüğünde, şifahi referandumla da onaylanmış toplumsal, siyasal bir darbe de belki.
“Ne denli dil ustası olursan ol, başından önemli bir şey geçmemiş birine, yaşadığın önemli bir şeyi gerçek önemiyle anlatamazsın” diyor ya Nermi Uygur. Bu sözleri “derdimi anlatacak kadar”ın da anahtarı. Zira “önem” de, “dert” de hem temas, hem idrak meselesi, fazlasıyla göreli.
Neyse… Derdim dil meselesine, dil sorunlarına genel olarak girmek, bağcıyı bırakıp ham üzümüne, ondan arta kalan salkımına mecbur kalanı ya da çürümüş üzümünü yiyip aklı-başı döneni hırpalamak değil. Siyaset, özellikle iktidar dili… Veciziyle “Ele verir talkını, kendi yutar salkımı” meselesinin de örnekleri.
Ürettiği derdi, “dert” kılmak
İktidarın dili de “derdini anlatacak”, daha doğrusu kendi sıkıntısını değil onu örtmek için ürettiği sanal sunal dertleri, tabanının, seçmenin ana derdi kılacak kadar. Kelime haznesi desen o da öyle; kökenindeki “hazine” anında istifasını sunar. (Benzerlikler kursam da “Devletin Hazine’sini andırıyor” demeyeceğim tabii. Zira o muhayyilesi daha karanlık, uzmanlık gerektiren başka bir mevzu.)
Eğer dille ilgili tasavvuru, niyeti, hedefi “yeni” bir kelimeye gerek duymuyorsa ya da tedavülden düşmüş eski kelimelere yeniden itibar kazandırmaya ihtiyacı yoksa hep aynı tekerlemeler. Tedavüle ulusa seslenişle açılan “fıtrat”ı öyle, “beka”sı orada zira.
Nutuk, konuşma metinlerinin yazarları, “dil danışmanları” bile maharetini, temposunu o “dert”lerin hücresindeki “dır dır”a, “mış mış”a uydurmaya, o seviyeye indirmeye çabalıyor. Zaten içinde varsa, bilemem. Dilde hamaset, hatta habaset (habislik, kötülük) cereyanı âdeta! Farzımuhal böyle bir “devlet, iktidar okulu” olsa talebesi, resmi eğitim kurumlarına kayıtlı öğrenci sayısını katlar elbette. İktidardaysa imkânları da…
Açık ve saçık öğretimde dil
Dilini öğrenmek, benimsemek onu nerede(n), nasıl öğrendiğinle, “geliştirdiğinle”, hatta “öyle bellediğin”le doğrudan ilgili kuşkusuz. Bunun toplumsal açılımı, sadece devletin “okul”larından, “özel” de olsa devletin okullarından, tedrisatından, temel eğitim sorunlarından ibaret değil. Mesele aralarındaki bazen önemli farklarla da yeterince açıklanamıyor.
Üstelik birçok öğrencinin herhangi bir “Aaa yeni duydum” üniversitesinden mezun olduğu, kiminin belki de parası, “nepositesi” yettiği için yüksek lisansını da yaptığı “yeni okul”un en azından Türkçe’ye, dil kullanımına azıcık destek olduğunu düşünmek de fantezi. Aşinalık yarattığı bile meçhul.
Daha ileri gitsem… Her yere (s)açılmış, saçık üniversitelerin, fakültelerin yanında “Açık Öğretim”in de bugünkü hâliyle dile kapalı olduğunu söylesem, “mübalağa sanatı”nın, teşbihin sınırlarını zorlamam sanki.
Siyaset dünyası da “okul”
Dille ilgili başka “okul”lar da var elbette. Aile de “dil okulu”. Bu mevzuda “sokak mektebi” zaten hükmünü sürerken, her seviyesiyle “hayat okulu” da başımız üstüne. Böyle bir ortamda birisi eğitimini “Hayat okulu ikinci sınıftan terk” olarak tanımlasa, derin derin düşünürüm, mânâsının kıymetine erişebilmeye çalışırım.
“Okul”u yine iğdiş edersek, siyaset dünyası da “âdeta okul”. Kendi dili, kelimeleri, dilin kullanımı özellikle “iktidar dili”nde döngel tedrisatıyla kısır, sığ ama bereketli. İşçilik gerektirmeyen polemiklerin, tekrarların, dünyaya sağır ezberlerin toplumsal bereketiyle yürüyor.
Siyasi dilin zenginleşmesi, incelmesi için öyle bir ihtiyacın olması da gerekiyor tabii. Dili ihtiyaç zenginleştiriyor. “İktidar dili”nin öyle bir ihtiyacından söz etmek, çağdaş bir demokrasiye ihtiyacı olduğunu söylemek kadar abes.
“Yüksek Dil Okulları”
“Yüksek Dil Okulları”ndan da söz edebiliriz. Evvel zaman içinde, beşiğini nispeten kendi sallayan gazete ofisleri öyleydi mesela; ülkeden, elden geldiğince… En azından dilbilgisi, kelimelerin doğru yazımı, bağlaçların, sıfatların kullanımı yerli yerinde. Hele ki dergiler…
“Haber dili”ne, siyaset lisanına devam edeceğim. Hayatın, siyasetin, hatta “haber dili”nin bile yumrularından olan, bu yazıma da bir girizgâh niyetine hınzırca serpiştirdiğim “âdeta”ya, yarın değinmeye çalışacağım. Hazin, endişe yaratan tablosu, bir yanıyla da âdeta eğlenceli olacak. Endişe verici şeylerle eğlenmek milli mizah sporlarından nasıl olsa…
YAZI RESMİ: Edgar Degas’ın 1875-76’da yaptığı “L’Absinthe” tablosundan bir kesit. (Çoğunlukla ‘Absent İçenler’ mealinde çevrilmiş.)