Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIDergi yazı kurulundan, bir gecede halk savaşına

Dergi yazı kurulundan, bir gecede halk savaşına

Nerede sapıttık? Marksizm miydi hatâ? Bizatihî teori miydi? Tek yol devrim miydi? “Devrimci şiddetin doğrusu” yarışları mıydı? Bunun “gizli örgüt” (veya bizim de bir partimiz olsun) yarışlarına dönüşmesi miydi? Gençliğin, tecrübesizliğin, hayatı tanımamışlığın, haddini bilmemesi miydi? Sübjektivizm miydi? Taklitçilik miydi? Hangi adım atılmamalıydı? Ben atmamalıydım?

[12 Temmuz 2022] “Koşullar” ile “özgür idare” arasında diye bir şey yazdım (25 Haziran 2022). Marksizmin de bir yönüyle 19. yüzyıl Alman tarihselciliğinin içinden çıktığını, bu yüzden aşırı determinist bir yanı olduğunu, ama diyalektik sayesinde (toplumu homojen değil çelişkili bir bütün olarak gördüğü için) “olmuş olan her şey, olması gerekendir” bayağılığını aşabildiğini savundum.

Cemal Kafadar’ın da 8 Şubat 2021’de Magma’da çok geniş bir söyleşisi yayınlanmış. Bu konuya da ışık tutuyor (https://www.magmadergisi.com/baykus/salgin-ve-irk-yarasi). Bir yerinde, herhangi bir çağın koşulları ve değerlerinin her şey demek olmadığını, Atlantik köle ticaretinin henüz sürdüğü ve Yeni Dünya’da köleliğin çok yaygın olduğu 18. yüzyıl sonları ve 19. yüzyıl başlarının hem kölelik taraftarlığı hem kölelik karşıtlığını beslemesi üzerinden anlatıyor. Nitekim Amerika Birleşik Devletleri’nin “kurucu baba”larından George Washington ve Thomas Jefferson’ın son tahlilde kendilerinden hoşnut zengin köle ve malikâne sahipleri olmasına karşın, Benjamin Franklin’in giderek tam zıddı konumda yer aldığına dikkat çekiyor.

Demek, “bu öyle bir dönemdi” diye sıyrılıp çıkmak mümkün değil işin içinden. Realite katman katman. Bir kere, ideolojiler çeşit çeşit; düşünce akımları çeşit çeşit; siyasî programlar çeşit çeşit; partiler, gruplar, mahfiller, fraksiyonlar çeşit çeşit. Örneğin Marksizm bunlardan biri; Sovyet Marksizmi bunlardan biri ve karşısında Sovyetlere eleştirel bakan bir sosyalizm de Marksizmlerden biri (barışçı, demokratik bir sosyalizm); buna karşı Maoculuk, şiddete dayalı devrimi esas alan bir başka Marksizm türü. Dolayısıyla Marksist olabilir veya olmayabilirsin; Marksizmlerden de Marksizm beğenebilirsin. Yani çevren, geçmişin, aile kökenin ne olursa olsun, illâ şu veya bu fikir cereyanına da katılmak zorunda değilsin, ana hatlarıyla o cereyana dahil edilebilecek herhangi bir mahfile de. Ayrıca, katılmak var, katılmak var. Marksist teori (veya başka herhangi bir dünya görüşü) illâ hayatını bire bir tanzim etmiyor insanların. Bir bakmak lâzım; senden neler istenecek? Bu görece genel ve yumuşak bir ahlâkî duruş mu? Yoksa sert çekirdekli, mutlakçı ve maksimalist bir ideoloji mi?

Ara not: En son 2007-2008’de Harvard’da geçirdiğim uzun sabbatical’da bakmıştım, yeni gelen öğrenciler için hazırladıkları broşürlere. Sırf bilgi vermekle yetinmiyor, bazı kritik tavsiyelerde de bulunuyorlardı, çok dikkatli ve özenli bir dille. Bizim kültürümüzün tümüyle dışında bir olay, böyle tavsiyeler. Öyle bir dilimiz, öyle bir hayat ve demokrasi anlayışımız, öyle bir öğrenci dostluğumuz yok çünkü. Bizim elimizden ancak disiplin yönetmeliği gelir, bir de “aşırı uçlar” ve “terör örgütü” edebiyatı. Harvard ise birinci sınıf öğrencilerini, hiç adını vermediği “sert çekirdekli örgütlere” karşı başka türlü uyarabiliyor; çok daha yumuşak bir üslûpla, “sizin bütün hayatınıza el koymaya, giderek altından kalkamayacağınız taleplerde bulunmaya başlayan” grup ve akımlara yakayı kaptırmanın tehlikelerine ince ince dikkat çekiyordu. Okuduğumda, hemen görmüştüm sofistikasyon düzeyini ve olası yararını. Karşıya alıcı ve hırpalayıcı değil, kazanıcı ve ikna ediciydi. 1969-1971 yıllarına gitmişti aklım; içimden, keşke birisi, belki babam, ya da benden olgun bir arkadaşım bana benzer uyarılarda bulunsaydı demiştim.

Zira biraz durup düşündüğümüzde görüyoruz ki, bir önceki paragrafta saydıklarımın hepsi aslında birer tercih konusu. Biz öyle görmemiş, öyle yaşamamış olabiliriz. Hepsi tek ve yekpare bir bütünlük gibi çıkmış olabilir karşımıza. Fikir, taraf, kimlik, çevre, kamp – hiçbirini ayırdetmeden, tek bir adımla hepsine birden intisap etmiş olabiliriz, gerçek hayatta. Ekim Devrimi sonrasında Sovyet resmî ideolojisi Marksizmi tek bir parçası diğerlerinden ayrılamayacak, dolayısıyla seçici bir şekilde yaklaşılması imkânsız, ya kendi ezici mantık silsilesi içinde toptan kabul edilecek ya da toptan reddedilecek bir “şey” haline getirdi. Buna göre, faraza Eski Yunan ve Roma’da köleliği ve köle isyanlarını önemsiyorduysanız, bugün de kapitalist toplumdaki sınıf mücadelesini kabul etmeniz, dolayısıyla işçi sınıfı devriminin kaçınılmazlığını kabul etmeniz, dolayısıyla komünist partisi saflarında yer tutmanız, tutarlılığın bir gereğiydi. Biraz karikatürize ediyorum, ama sadece biraz. Çok derindi, bu üsttenci, toptancı, totalizing anlayış. Her şey bir yana; kaç aydını, kaç akademik tarihçi, felsefeci veya iktisatçıyı, elimi verirsem kolumu kaptırırım endişesiyle Marksist sosyal bilimlerden soğuttuğunu kim bilebilir?

Türkiye’de, 1960’ların ikinci yarısında ve sonra 1970’lerde solcu olmak da böyle bir şeydi. Yaşayanlar için alternatifsiz gibiydi. Girdiysen giriyordun, bir daha çıkmamacasına. Bu da kendi kaçınılmazlık yanılsamasını yaratıyordu. Bir seferinde “dâvâdan döneni vurun” demişti Alparslan Türkeş. Aslında bu bir itiraf gibiydi. Çünkü her iki tarafta da vardı, dâvâdan dönmek isteyenler. Hiç lâfımı sakınmayacağım; bu da iyi bir şeydi, demokratik bir şeydi, çılgınlıktan aklı selime avdet demekti. Bu adımın objektif olarak mümkün olduğunu görmüyorduysak, öyle yaşamadıysak, o da bizim problemimizdi. Radikal kopuş kararları pekâlâ mümkündü. Çok sayıda insan da attı, atabildi bu adımı. Çekildiler; uğultunun, toz dumanın dışına çıktılar. Korkaklık değildi. Medenî cesaret meselesiydi. Sürüyü terk etme cesaretiydi. Ben yapamadıysam, biz yapamadıysak, örgüt mitosuna ve lider karizmasına fazla kapıldığımızdan, fazla battığımızdan, aklımızı mantığımızı askıya aldığımızdan, düşünmeyi durdurduğumuzdan, bilincimizi başkalarına emanet ettiğimizden, ayağımızı yere basmak yerine sürüklenmemize izin verdiğimizdendi. İki gün önceki Unutmak yok yazımda (11 Temmuz 2022) kendi örneğimde sıraladığım zihniyet, karakter ve kişilik zaafları (veya benzerleri) yüzündendi.

Söz verdiğim üzere, kendimi kendimden ayırıp da gençliğime nesnel bir tarih konusu gibi baktığımda, bunların hepsini görüyorum, analiz edebiliyorum, 1969-1989 arasında yaşadıklarımda. Evet, sürüklendim. Bir girdaba kapıldım ve çıkamadım. Benim açımdan kritik adım, Marksizmi benimsemek değildi. Onu çoktan benimsemiştim zaten. 1969’da doktoramı bırakıp Türkiye’ye döndüğümde katıldığım mahfilde (Aydınlık dergisi ve çevresinde) yeni tanıştığım, arkadaş olduğum insanların çoğu pratikten gelmeydi. Sokaktan, mahalleden yetişmiş hayat insanlarıydı. 1960’ların ortaları ve ikinci yarısının gençlik mücadeleleri içinde sivrilmiş, kendi okullarının, fakültelerinin lideri olmuşlardı. Benim ise solculukla ilişkim hemen tamamen teorikti. Beni küçük yaştan itibaren Marksist teorinin kuşatıcılığı ve zenginliği büyülemişti. Kapitalizmi de açıklayabiliyordu, Balzac’ı da, devletin doğuşunu da, feodaliteyi de, Eski Yunanı da, kabile toplumunu da, çağdaş emperyalizmi de. Dolayısıyla 19. yüzyıl Marksizminden 20. yüzyılın başı Leninizmine ve oradan komünist ülkelere uzanan bütün önerme ve uygulamalarının doğru olduğunu kuvvetle telkin ediyordu (yani daha önce sözünü ettiğim o “seçici yaklaşılamaz, eklektik yaklaşılamaz, ya hep ya hiç” efsanesinin ben de bir parçasıydım, dış dayatma yoluyla değil, kendim okuyarak ve inanarak). Şöyle bir sorunum vardı tabii: sırf Marksistleri okumak ve başkalarını, karşıtlarını okumamak; eleştirileri kaydetsem de bastırmak ve sırt çevirmek (fakat meğer kaydediyormuşum hepsini; çok sonra çıkacaktı). Gene de bu, o seviyede kaldığı sürece, tabii fikrî bir deformasyondu, yanlıştı ama asıl hubris değildi (Yunan trajedisindeki kahramanların alınyazısını belirleyen kritik kusur veya hatâyı oluşturmuyordu).

O hatâ, o sakatlık, o hubris, o tragic flaw şuursuz bir eylemcilik ve radikalleşme yarışıyla çıkageldi. Aydınlık ve sonra Proleter Devrimci Aydınlık yazı kurullarında, gece yarılarına kadar Marksizmi, dünyayı ve Türkiye’yi tartışmakta değildi mesele. Devrimin sırrını keşfettiğimizi zannedip derhal icabını yapmaya girişmekti. Bu adımdı atmamamız, atmamam gereken. En ufak bir pratik fikrim ve fikrimiz yoktu, devrim hakkında. Sadece birkaç basit kavram ve tanım biliyorduk. “Siyasî iktidarın zorla ele geçirilmesinin ardından, mülkiyet ilişkilerinin ve bütün diğer kurumların yukarıdan aşağı değiştirilmesi, yeni bir üretim tarzının ve üstyapılarının kurulmasıdır.” İlâveten: “Sosyalist devrim, sömürücü bir azınlığın yerini başka bir sömürücü azınlığın, bir özel mülkiyet düzeninin yerini başka bir özel mülkiyet düzeninin [meselâ feodalizmin yerini kapitalizmin] alması olmayacağından, işçi sınıfı mevcut devlet mekanizmasını devralıp kullanamaz. O devleti yıkıp baştan kurmak zorundadır.” Bir takım soyut, teorik formüllerdi bunlar. Genel devrim propagandasının bir parçasıydı. Hangi devrime inanıp bağlanmak gerektiğini anlatıyordu. Devrim nasıl yapılır, nasıl yaşanır, neye malolur, hiç anlatmıyordu. Toplumun uçsuz bucaksızlığını kimse hatırlatmıyordu bize. “Sizler dünyadan habersizsiniz. Devrim çok ama çok zor bir iştir. İnsanlar muhafazakârdır son tahlilde. Alışkanlıklarına düşkündür. Öyle kolay kolay bilinmeyene atılmaz.”

Bu temel fikir Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi’nde kuvvetle yer alıyordu ama ya bilmiyorduk, ya anlamıyorduk, ya da ne olacak, liberal işte deyip hiçe sayıyorduk. Bize kimse bunu böyle tane tane söylemiyor, açıklamıyordu. Büyük kitlelerin ataleti (inertia) ne demektir? Milyonlar nasıl değişir, nasıl hareketlenir, statükoyla bağlarının değişmesini nasıl göze alır? Bir gecede olur mu bu? Olur sanıyorduk, kâh Fransız Devrimine, kâh Ekim Devrimine bakarak. Şafak sökerken barikatların (tabii Délacroix’nın yukarıda ortadaki 1830 barikatlarının) üzerinde bayraklarımızı dalgalandıracaktık. Bir gün yolda yürürken, sonradan izini kaybettiğim sıkı MDD’ci bir arkadaşım aynen böyle demişti bana: “Kendimi o sabah hayal ediyorum…” İçimden hem söyleyişindeki naifliğe şaşmış, hem önümde uzandığını düşündüğüm devrim yıllarına dair tahayyülümün hemen aynı derecede belirsiz ve serâpâ iyimser olduğuna aymamıştım. Bastille’in veya Kışlık Saray’ın zaptının öncesindeki onyıllar yoktu kafamızda. Hazırlık mı? Sabırlı ve mihnetli bir kitle çalışması mı? Lenin’de okuyorduk ama kafamızda somutlanmıyordu. Belki bir tek Mao’nun, “devrim resim yapmaya veya nakış işlemeye benzemez; o kadar rafine, yavaş, yumuşak, ılımlı, merhametli, nazik, sınırlı ve cömert olamaz” sözlerini biliyorduk, işin zorluğuna, meşakkatine, sertliğine, haşinliğine, zulmüne dikkat çeken: “Devrim son derece otoriter bir olaydır; bir sınıfın başka bir sınıfı zorla devirdiği bir şiddet eylemidir.” Uyanmıyorduk, devletin neler yapabileceğine. André Malraux’yu okuyor (İnsanlık Hali), Joseph Kessel’i biliyor (Gölgeler Ordusu), Pontecorvo’yu seyrediyor (Cezayir Savaşı), ama gene uyanmıyordum. Etrafımızda beş on kişi toplandı, birkaç bin İşçi Köylü sattık, üç beş köylüyle konuştuk diye, kalıcı, dirençli, en zor günlere dayanıklı bir kitle temeli yarattık sanıyorduk.

Bu, sadece bizi, öz hakikî Maocuları değil, hemen bütün sol fraksiyonları içine alan bir sisti, yarını düşünmeyen, düşündürtmeyen bir öfori bulutuydu. Belki tedirgin bir öfori demek lâzım. Oral Çalışlar, yakında çıkacak olan Aydınlıkçılık anılarında uzun uzadıya anlatıyor, bütün bir solcu, anti-emperyalist gençliğin nasıl bir şiddet sarmalına, oradan da Latin Amerika taklidi silâhlı maceracılığa çekildiğini. Bu bizi, Aydınlık hareketini de etkiledi. Hem reddettik, hem devrimcilikte onlardan aşağı kalmadığımızı ispata kalkıştık. Devrimin doğru yol haritası öyle olmaz böyle olur polemiklerine girdik. Küba yolunun karşısına Vietnam ve Çin yolunu diktik. Maoculuğumuz bir iki çentik tırmandı. Ne demek, Maoculuğun tırmanması? Sovyetleri revizyonist ve dolayısıyla kapitalizme geri dönmüş ve dolayısıyla sosyal-emperyalist görmek, başlı başına çok büyük bir yanlıştı; Sovyetler kötüydü ama komünizmi (güya) terk ettikleri için değil, komünizm yüzünden; komünist oldukları ve olmaya devam ettikleri için. Stalin ve sonrasıyla yaşanan, proletarya devrimi ve diktatörlüğü teorisinin kaçınılmaz sonucuydu aslında. Biz bunu göremedik. Şimdi kulağa çok saçma geliyor ama, çareyi daha az değil daha çok proletarya diktatörlüğünde, proletarya diktatörlüğünü daha da sağlam ve yıkılmaz, geri dönülmez kılmakta aradık. Bu yüzden Mao’ya ve Çin Kültür Devrimi’ne sarıldık. Bu, Maoculuğumuzun birinci kertesini, ilk çentiğini oluşturdu. Kibrimizin, sektarizmimizin, başkalarında çok eleştirdiğimiz kendi sufî, mistik tekkeciliğimizin spesifik temelidir. Diğer sol grup ve örgütleri siyasetlerinin yanlışlığı üzerinden eleştirmek başkaydı, onları sınıfsal anlamda düşman, sınıf düşmanı bellemek başka. Sol içinde aşırı düşmanca kutuplaşmaları, biz de kendi payımıza bu sosyal-emperyalizm teorisiyle ve beraberinde getirdiği ukalâ, mütehakkim terminolojimizle tırmandırdık. Solun panik içinde birbirini ezip öldürdüğü 1 Mayıs 1977 faciasının düşmanlık zeminini hazırlamaya (bir yönüyle, Halkın Yolu, Halkın Kurtuluşu ve Halkın Birliği grupları üzerindeki doğrudan etkimiz, diğer yönüyle, Sovyet çizgisindeki TKP, TİP ve TSİP’te tetiklediğimiz tepkiler itibariyle) önemli katkıda bulunduk.

Ama burada duramadık; bunun üzerine bir de kendi halk savaşı versiyonumuzu bindirdik. Üçüncü Dünyada, azgelişmiş ülkelerde, o zaman sürekli kullandığımız Komintern şablonuyla “yarı-sömürge, yarı-feodal” toplumlarda biricik doğru devrim diye bir köylü ve toprak devrimi şablonuna sarıldık. Birinci basamaktaki silâhlı devrim veya şiddete dayalı devrim varsayımını hiç sorgulamadık. Aklımıza bile gelmedi. Bunu imâ dahi etmek reformculuktu, revizyonizmdi, Menşevizmdi, sınıf ihanetiydi, Batı sosyal demokrasisi gibi burjuvazinin safına geçmekti. Nitekim ikinci basamakta, gene Komintern Marksizminin “Türkiye gibi ülkeler” (?) için emrettiği Millî Demokratik Devrim (MDD) şablonunu da olduğu gibi benimsedik. 1951-52 TKP tevkifatından kalanların Eski Tüfekçiler diye bilinen mahfili, 1960’ların ikinci yarısında bu tezin Türkiye’ye taşınmasında büyük rol oynadı. Daha o zaman eskimişti. Daha çok 19. yüzyıl sonu, en iyi ihtimalle 1930’lar kalıntısıydı. Türkiye’yi olduğundan çok daha geri gösteriyordu. Ve bir ayağı (işte o 1930’lar kalıntısı olması yüzünden) hâlâ Atatürkçülükteydi. 1946-50 yıllarında çok-partili hayata geçilmesini göreli bir demokratikleşme diye algılamıyor; tersine, karşı-devrim diye etiketliyordu. Bu da Millî Mücadeleden kırk elli yıl sonra, Kemalizmde ilerici bir potansiyel ve otoriter laiklikte savunulabilecek bir mevzi, yitirilmemesi gereken bir kazanım tahayyül edilmesine götürüyordu. Dolayısıyla darbeciliğe — Nâsır, Baas veya 27 Mayıs tarzı bir sol darbe umuduna hep göz kırpılması demekti. Aşırı solda rekabet içinde olduğumuz THKO, THKP-C ve sonraki türevleri (Dev Yol, Dev Sol, Kurtuluş vb) için, pek bir problem değildi bu darbecilik damarı. Biz istemiyorduk üzerimize böyle bir gölgenin düşmesini. Cuntacı değil proleter devrimciydik! Onun için MDD’ye en aşırı bir üçüncü basamak ekledik: Çin, Endonezya ve Hindistan’dan (Naksalitlerden) devşirilmiş bir “toprak devrimi” konsepti. Bu da Maoculuğumuzun ikinci çentiği veya kertesini meydana getirdi.

İki büyük problemi vardı bu evrimimizin. Herhalde sayısız problemi vardı ama ben ikisi üzerinde duracağım. Bir, topluca bir cinayet işledik, aşırı solun bütün fraksiyonları olarak. Türkiye İşçi Partisi’ni, ilk TİP’i, Mehmet Ali Aybar’ın TİP’ini, bu memleketin biricik yasal, meşru, demokratik, kitleselleşme yoluna girmiş sol partisini elbirliğiyle katlettik. Eski Tüfekçiler, Leninizmden gelmediği ve TSEKP’e karşı Esat Adil’in TSF’si içinde yer aldığı için, Aybar’a daha baştan şüpheyle bakıyordu. Reşat Fuat Baraner’in ölümünden sonra, çok daha darbeci Mihri Belli’nin elinde bu soğukluk, Doğan Avcıoğlu’nu TİP’e tercih etmeye dönüştü. Bunun için eksiğini gediğini bulup yüklenmek için fırsat kolladı ve sonunda taarruza geçti. Aybar hep barışçı, parlamenter bir mücadele çizgisinden yanaydı. Bir konuşmasında, biz iktidara geldiğimizde ikili anlaşmaları feshedip ABD üslerini kaldıracağız, emperyalizmin ülkemizdeki varlığına böyle son vereceğiz derken de, buydu asıl muradı. Yoksa önce Millî Demokratik Devrim değil, önce Sosyalist Devrim demeye çalışmıyordu. Şiddete dayalı devrime karşıydı zaten. Onun devrim dediği, TİP’in halkın oylarıyla iktidara gelmesiydi.

Ne ki, Yön’de E. Tüfekçi imzasıyla yazmaya başlayan Mihri Belli bu “teorik gaf”a (?) dört elle sarıldı ve Sosyalist Devrim – Millî Demokratik Devrim metafiziğinin mucidi oldu. Artık 9 Mart hazırlığı mecrasına giren Doğan Avcıoğlu da kapısını ardına kadar açtı, demokratik bir sol ihtimaline Leninizm adına yapılan bu hücuma. Ne kadar zaman, kağıt ve mürekkep harcandı bu boş tartışma uğruna! Olan oldu ve bütün şiddet yanlısı MDD’ci gruplar topluca yüklendi “pasifist” TİP’e; partiyi yıprattıkça yıprattı, çalışamaz hale getirdi. Biz Aydınlıkçılar da bunun dışında kalmadık. Demediğimiz kalmadı, “Aybar – Aren – Boran oportünizmi” hakkında. Büyük aptallıktı. Çünkü bizim asıl haklı muhalefetimiz, silâhlı sol maceracılığa karşıydı. Bu doğrultuda, korkmamalıydık barışçı, reformcu, parlamentocu olmaktan. Bu da TİP’e düşman olmamayı, TİP’in kıymetini bilmeyi gerektirirdi. Ne ki tam tersini yaptık; biz de sırtlanlar gibi paraladık, savunma gücü giderek zayıflayan TİP’i. Leşini çıkarıp, 1968’de Sovyetlerin Çekoslovakya’yı işgaline karşı çıktığı için Aybar’ı tasfiye eden Sadun Aren ve Behice Boran’a terkettik.

İkincisi, bu suretle kendi sonumuzu hazırladık. Döne döne anlatmaya çalıştığım radikalizm yarışlarında giderek tümüyle kopuyorduk, kopmuştuk gerçeklikten. Devrim ve silâhlı mücadele modellerimizi diğer fraksiyonlarla karşılıklı tokuştururken, somut koşulların somut tahlili diye bir şey kalmamıştı, bırakmamıştık ortada. Böyle böyle, giderek azdırdık kendi kendimizi, diğer sol gruplarla hem rekabet, hem örtüşme ve suç ortaklığı içinde. Türkiye’nin neresindeydi, ister THKO veya THKP-C’nin “öncü savaş”ına katılacak kitleler, ister bizim bir kıvılcımla tutuşuvereceğini varsaydığımız kuru ot yığınları (yani feodal toprak beyleri ve savaş ağaları karşısında, ayaklanmaya hazır topraksız köylü yığınları)? Keza (son derece merkeziyetçi) Türkiye’nin neresindeydi, böyle küçük gerilla eylemlerinin uç verebileceği iktidar boşlukları?

Gelgelelim bu yıllarda hep sınıf mücadelesinin “evrensel yasa”larından yanaydık; hiç hoşlanmıyorduk, yaşadığımız ülkenin özgüllüklerinin hatırlatılmasından. Oysa her gerçek devrim, özgüllüklerin tesbitinden yola çıkar. Babam bizlerden çok üstün tecrübesine karşın çok müdahale etmek istemiyordu oğlunun çılgınlığına. Kendisini aktif politikadan kenara çektiğinden, gençlerin heyecanına saygısı vardı. Nadiren tek tük uyarılarda bulunuyordu; keşke öyle yapmasaydı da karşısına alıp konuşsaydı uzun uzun, sâkin sâkin. Temperamanı da engeldi, sağlığı da. Ama yapabilseydi, herhalde gene dinlemezdim ama belki de dinlerdim, bilemiyorum. Sadece bir seferini hiç unutmayacağım. “Yok,” demişti, “bu ülkede sizin dediğiniz silâhlı mücadele koşulları. Yaparsa ‘berikiler’ yapar; onu bilemem.” Kürtlerdi kastettiği. 1970 sonları olmalı. Henüz PKK yoktu ortada. Ama DDKO vardı. Kürt milliyetçiliği geliyorum diyordu. Erdoğan Berktay da, şiddete dayalı devrimin arzu edilir olup olmadığı bir yana, modern bir devletin merkezî gücüne karşı sırf sınıf çelişmeleri (yoksul köylülük) bazında silâhlı mücadeleye kalkışılamayacağını; böyle bir mücadelenin (kendi kuşağının İbn Haldun okumuş ve Marx’la birleştirmiş nadir aydınlarından olarak) ancak başka türlü bir asabiyye ile — yerel, bölgesel, etnik-millî bir sosyo-kültürel örgü, kimlik, söylem ve dayanışma temelinde örgütlenebileceğini ve sonunda olacakların da gene aynı asabiyye ile göğüslenebileceğini, anlaşılan herkesten ve hepimizden çok daha iyi biliyordu.   

Beni o zaman dahi sarsmış olmalı babamın bu ince gözlemi. Sarsmasaydı bunca yıl hatırlamazdım zaten. Sarstı ama dinlemedim. Çünkü diğer tarafta parti vardı, paradigma vardı, dâvâ vardı, söylem vardı, arkadaşlar vardı, kendimi çekip ayıramadığım. Kaçınılmazlık değildi; karmaşık bir psikoloji, bir duygu ve inanç karmaşası içinde hayır diyememekti. Uyarılmıştım, iyi uyarılmıştım hem de. Durup düşünmeliydim üzerinde. Belki bir tatile çıkmalı, bir bahaneyle uzaklaşmalıydım o hummalı ortamdan, insanı sarıp götüren günlük görevlerden.

Yapmadım. O basireti gösteremedim. Silkindim; yok canım, olmaz bir şey dedim kendi kendime. Bana olmaz, bize olmaz böyle şeyler. Şüphelerimi yatıştırdım. Burnumun dikine gittim. Aynı şekilde, bütün o nesil, hepimiz burnumuzun dikine gittik. Denizler, Sinanlar, Cihanlar, Mahirler ölüme gitti bu yüzden. Boş yere. Biz de 12 Mart 1971 askerî diktatörlüğüne karşı dikkatli, ölçülü, itidalli bir demokrasi mücadelesi vereceğimize, (güya, çünkü asla yapamayacağımız) bir toprak devrimine yöneldik. Zaten öncesinde çok aşındırmıştık legaliteyi ve dolayısıyla meşruiyetimizin sınırlarını. Duramadık. Yasallığa dönemedik. Arazi olamadık. Tırmandırdık da tırmandırdık. İllâ kendi halk savaşı teorimizin bizzat icabını, uygulayıcılığını yapacağız diye, kendi yenilgimize gittik.

- Advertisment -