Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIDevlet muhalefetin zaferine çomak sokacak mı?

Devlet muhalefetin zaferine çomak sokacak mı?

Kılıçdaroğlu bu siyasi iktidar ve onun devletteki ortakları açısından ‘yakın ve açık’ bir tehlike… Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı olmasından sonra bu tehlike daha da yaklaşmış durumda. O halde soralım: Acaba ‘devlet’ Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığını ve dolayısıyla Millet İttifakı’nın iktidarını engellemeye çalışacak mı? Şaşırtıcı gelebilir ama benim cevabım ‘hayır.’

İktidarın el değiştirme ihtimali giderek artarken ilginç sorulardan biri ‘devletin’ ne yapacağı. Çünkü bugüne kadar ‘devlet’ böylesine aleni ve etkili biçimde herhangi bir siyasi iktidarın parçası olmamıştı. Darbe ve muhtıra dönemlerinde amaç siyasi iktidarın belirli ideolojik sınırların içinde kalmasıydı, ama bu hamleleri yapan bürokratik kurumlar hiçbir zaman sivil siyasetle organik bir bütünleşme yaşamamış ve rant mekanizmasının doğrudan ortağı haline gelmemişti.

Dolayısıyla iktidarın el değiştirmesi ‘devletin’ de iktidardan (az veya çok) uzaklaşması anlamına geliyor ve bu ‘iradenin’ böyle bir ihtimal karşısında ne yapacağını öngörmeye çalışıyoruz. Acaba ‘devlet’ muhalefetin kazanmasını olgunlukla kabullenecek mi, yoksa Cumhur İttifakı’nın (her ne pahasına olursa olsun) seçimi kazanması için mi ağırlık koyacak?

Geçen haftalarda Bursaspor-Amedspor maçında yaşananlar bu sorunun gerçekçiliğini bizlere hatırlattı. ‘Birileri’ HDP’yi ve giderek Kürtleri PKK ile özdeşleştirmenin, buradan hareketle Türk milliyetçiliğini kaşımanın, faili meçhul cinayetler dönemini davet etmenin peşindeydi.

Bu ‘birilerinin’ devletten bağımsız olmayacağını gayet iyi özümsemiş olduğumuz için, kaçınılmaz olarak aklımıza şu soru geldi: Acaba ‘devlet’ sokakların karışmasını mı istiyor? Böylece kaos yaratıp iktidarın yeniden kazanması hedefleniyor olabilir mi?

Bu endişe bir süredir ortalıkta gezinen bir ‘tespitle’ birleşiyor… Aylar önce çeşitli kaynaklardan söylenen veya ima edilen duyumlar ‘devletin’ Kılıçdaroğlu’nu istemediğine işaret ediyordu ve bu bana da mantıklı gelmişti. Açıkçası hâlâ da geliyor…

Üç nedenle: Birincisi Kılıçdaroğlu siyasi kariyerinin son döneminde ülkeye kalıcı bir yarar, bir ‘damga’ vurarak ayrılmak istiyor. O nedenle başkalarına göre daha cesur davranmaya yatkın olabilir ve aynı nedenle ‘satın alınma’ ihtimali düşük. İkinci olarak Kılıçdaroğlu Altılı Masa’daki kimsenin müstakbel rakibi değil, kimsenin ‘ayağına basmıyor’, dolayısıyla Millet İttifakı’nın daha uyumlu, istikrarlı ve kalıcı olmasını sağlayabilir. Üçüncü neden ise Kılıçdaroğlu’nun uzun memuriyet geçmişinden ötürü halen devlet içinde farklı gruplarla ilişki kurma şansının fazla olması, böylece bilgiye erişebilmesi, gerekirse tasfiye eylemlerine girişmekten çekinmeyebilecek olması.    

Diğer deyişle ‘devletin’ en istemediği kişinin Kılıçdaroğlu olması şaşırtıcı değil. Üstelik bütün kamuoyu manipülasyonlarına karşın ortada bir gerçek var: Kılıçdaroğlu müstakbel adaylar arasında (şu anki iktidar açısından) sadece en risklisi değil, aynı zamanda en şanslısı.

Wikipedia bugüne dek yapılmış olan bütün saha çalışmalarını derlemiş. 2022 Eylül’ünden bu yana ilk turda Kılıçdaroğlu, İmamoğlu ve Yavaş’ı birlikte ölçen 16 saha çalışmasından 14’ünde en çok oyu Kılıçdaroğlu almış. (Diğer ikisinde ise Yavaş önde). İkinci tura gelirsek, 2022 başından bu yana tam 60 saha çalışması Erdoğan ile Kılıçdaroğlu arasındaki toplumsal tercihi ölçmüş. Bunlardan 45 tanesinde kazanan Kılıçdaroğlu…

Kısacası Kılıçdaroğlu bu siyasi iktidar ve onun devletteki ortakları açısından ‘yakın ve açık’ bir tehlike… Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı olmasından sonra bu tehlike daha da yaklaşmış durumda.       

O halde sorumuza dönelim: Acaba ‘devlet’ Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığını ve dolayısıyla Millet İttifakı’nın iktidarını engellemeye çalışacak mı?

Şaşırtıcı gelebilir ama benim cevabım ‘hayır’ ve bu kanaatimi aşağıda temellendirmeye çalışacağım.

Yapacağım analiz Yeni İttihatçılık yazılarında da sözünü ettiğim üç varsayıma dayanıyor: 1) Cumhur İttifakı’nın halen devam eden iktidarı, devlet adına irade koyabilen bir grubun (ya da ağın) Bahçeli üzerinden Erdoğan ile oluşturduğu bir koalisyondur. 2) ‘Devlet’ dediğimiz aygıt homojen değildir ve içinde çelişen, çatışan, işbirliği içinde olan çeşitli gruplar (hizipler) barındırır. 3) Her siyasi iktidar (en azından Türkiye’de) kaçınılmaz olarak devlet ‘içinde’ de bir grubun iktidarını ima eder.

Varsayımların gerçekliği yansıttığını burada kanıtlamaya çalışmayacağım. Ancak Cumhuriyet tarihini ve ülke siyasetini araştıran bütün bilimsel çalışmaların 2 ve 3 numaralı varsayımları kabullendiğinin altını çizeyim. 1 numaralı varsayımı temellendiren olguları ise cumhurbaşkanlığı sisteminin teklifi ve oluşması aşamasındaki tespitler ve iktidarın sonraki serencamı üzerinden daha önce defalarca anlattım.  

Ancak bu noktada 2 numaralı varsayımın dayandığı dinamiğe açıklık getirmek istiyorum. Bence devletin ‘içinde’ de (Osmanlı’dan bu yana) iktidar mücadelesi yaşanıyor ve belirli gruplar (hizipler) belirli konjonktürlerde daha ağır basarak ‘devlet adına irade koyma’ gücünü ele geçirebiliyorlar. Söz konusu dinamiğin nasıl sonuçlanacağı ise genellikle üç faktöre bağlı oluyor: 1) Kurumlar arası dengeler, 2) makbul veya yükselen ideolojinin kime yaradığı, 3) rant üretim ve paylaşımında kimlerin belirleyici olduğu.

Buradan hareketle çıkış noktam şu: 2016 darbe girişimi sonrası, MHP etrafında kümelenen ‘devlet içi’ aktörler Erdoğan’ın seçmen nezdindeki gücünden faydalanarak (cumhurbaşkanlığı sistemi üzerinden) iktidarın ortağı haline geldiler.

Bunu becerebilmelerindeki ana etkenleri şöyle sıralayabilirim: 1) Ordunun Gülenci müdahale sonucu zayıflaması (kurumsal dengenin değişmesi) ve böylece devlet adına davranma yeteneğinin daha az görünür, anonim bir grubun kullanımına açılması; 2) Kemalizmin toplumsal mobilizasyon açısından yetersiz kalmasıyla birlikte devlet içinde Yeni İttihatçı ideolojinin yükselmesi; 3) Rant yaratma kapasitesinin devletin formel gözetiminden kurtularak ‘özerkleşmesi’ ve mafyatik grupların ağırlığının artması.

Diğer deyişle Erdoğan’ın şu anki iktidar ortakları, devletteki otorite boşluğunu dolduran, İttihatçı bir perspektif üzerinden ‘milleti’ peşlerinden sürükleyebileceklerini düşünen, bu arada toplumsal kaynaklar üzerinden yeni bir paylaşım ağı üretebilen bir grup.   

Burada kritik soru devletteki otorite boşluğunun doldurulmasına ilişkin… Acaba bu ‘doldurma’ becerisi geçici mi yoksa kalıcı mı?

İktidarın şu anki ‘devlet içi’ ortaklarının söz konusu düzeni kalıcı kılmak isteyeceklerine şüphe yok. Dolayısıyla iktidar değişikliğini engellemek isteyeceklerini öngörmek gerçekçi olur. Eğer bu olamıyorsa (yani Millet İttifakı seçimi kazanacaksa) en azından İttifak’ın ilerde Meclis’te sorun yaşaması veya dağılmak durumunda kalması istenecektir. Bu arada yeni hükümetin ‘devletin içine’ olabildiğince az müdahil olması da isteneceği için Kılıçdaroğlu’nun adaylığına set konmaya çalışılacaktır.

Nitekim Akşener’in tutumunu ve gidiş/dönüş macerasını bu çerçeve içinde açıklamak mümkün. Öncelikle ‘kazanacak aday’ söyleminin tam da Kılıçdaroğlu’nun diğer adaylara yetişip geçtiği ve kazanacağının belli olduğu noktada üretildiğini hatırlayalım… Altılı Masa’da işler Kılıçdaroğlu’nun adaylığına doğru somutlaşınca Akşener de kategorik bir Kılıçdaroğlu karşıtlığına yöneldi. ‘Devlet içi’ aktörlerin bu tutumu ve nihayette Masa’nın terk edilmesini telkin ve teşvik ettiğini düşünüyorum…

Akşener’in malum terk toplantısı öncesinde ‘ilginç’ (iktidara yakın) kişilerce ziyaret edildiğini anlıyoruz. O günkü toplantıda hiçbir sertlik veya karşıtlık yaşanmamış, sesler yükselmemiş, ayağa kalkılmamış… Toplantı sonrasında hep birlikte yemek yenmiş. Sonra Akşener evine gitmiş ve 15 saat sonra ‘dehşetengiz’ ifadeler barındıran metni kaleme almış. Kendisinin yazdığını söylüyor… Partisinin yetkili kurullarından kimse görmemiş, hatta bazıları yayımlandıktan sonra görmüşler. Anlaşılan bu 15 saat süresinde hiçbir partili Genel Başkanı’yla böyle bir konu konuşmamış. Acaba Akşener hiç kimseyle mi konuşmamış? Konuşmuşsa kimlerle? Ve acaba ne konuşulmuş?

Hiçbiri tekzip edilmeyen, aksine üstü örtülmeye çalışılan bunca detay bana ‘devlet içi’ aktörlerin devrede olduğunu söylüyor. Peki o zaman Akşener Masa’ya niye döndü? Çünkü Masa’dan ayrılma seçmen nezdinde geri tepti. İyi Parti’den istifalar başladı ve bir anda herkes şu gerçeği gördü: İyi Parti olmadan da Millet İttifakı kazanabilir… Ayrıca barajın altına inmiş bir İyi Parti’nin devlet aktörleri açısından değeri de kalmazdı…

Dolayısıyla Akşener geri döndü. Masa beklendiğinden çok daha mahir çıktı. İmamoğlu ve Yavaş’ı denkleme sokarak Akşener’e ‘onurlu dönüş’ yolunu açtılar, ortalıkta ‘muhalefet içi muhalif’ bırakmadılar ve belediye başkanlarını Masa’daki liderler açısından ‘nötr’ bir konuma çektiler.

Şimdi bu yazının ana meselesine dönelim: Halen iktidar ortağı olan ‘devlet içi’ aktörler acaba gelinen noktada Millet İttifakı’nın ve Kılıçdaroğlu’nun olası zaferini engellemeye çalışırlar mı? Örneğin sokaklarda kargaşa yaratmaya yeltenirler mi?

Cevabımın ‘hayır’ olduğunu yukarda söylemiştim. Gelelim nedenine… Ama önce daha önce zikrettiğim üç varsayıma, yine (kamu sosyolojisi alanındaki) bilimsel araştırmaların işaret ettiği dördüncü bir varsayım eklemek istiyorum: Türkiye’de devlet geleneği meşruiyetçidir. Eğer siyaset üzerinde bir zorlama düşünülüyorsa, bu ancak halk tarafından ‘haklı’ görülecekse hayata geçirilir.

Bu tespitten çıkarsama yapalım: Türkiye’de genel iktidar yapılanması içinde birden fazla birbirine hasım ya da mesafeli aktör gruplaşması varsa, devlet aktörlerinin müdahale etmesi için koşul, bu aktör gruplaşmaları arasında halk nezdinde büyük bir prestij boşluğunun olmasıdır. Basitleştirelim… Devlet ile sivil iktidar arasında gerilim olduğunda, devlet aktörleri halkın gözünde kimin prestijli olduğuna bakarlar ve ancak kendi prestijleri sivil iktidarın prestijine göre daha fazla ise müdahale (darbe) yapmaya yeltenirler. Aksi halde beklerler ve sivil siyasete (yeni döneme) uyum gösterirler…

Bunun niye böyle olduğu yeterince açık: Devlet homojen değil ve içinde birbirine mesafeli gruplar var. Devlet içi iktidara sahip olan grup hükümetle çatışabilir ama devletin içindeki diğer gruplar sivil siyasetten yana tavır alabilirler. Eğer prestij dengesi hükümetten yana ise devlet içindeki hükümet yanlısı gruplar daha cesur olacaktır. Bu arada hükümet karşıtlarının bir bölümü de kaybedilecek bir kavgaya girmek istemeyeceklerdir.

Şu an yaşamakta olduğumuz durum bir nebze farklı ama esasta aynı: Kısa bir süre içinde ülkede iktidar değişecek, yeni bir sivil siyaset hükümet olacak ve söz konusu siyasi ittifakın prestiji şu anki iktidardan daha fazla… Bu durumda şu ana kadar Cumhur İttifakı’nı desteklemiş olan devlet aktörleri acaba aynı tutumda devam ederler mi? Cumhur İttifakı’nı destekleme uğruna risk alırlar mı?

Düşünün ki halen çeperde kalmış, sesini kısmış bir bölüm bürokrat şimdi sesini yükseltmeye, kazanacak olan tarafla ilişki kurmaya, devletin içi ile ilgili bilgi vermeye başlamıştır bile… Cumhur İttifakı’nın devlet cenahındaki ortakları muhtemelen tedirgindir, devletin iç sistematiğinde hareket alanının daraldığının farkındadır. Bir an önce az hasarla yeni döneme geçiş yapmanın, böylece ayakta kalmanın hesabını yapması şaşırtıcı olmaz…

Çünkü iktidarla muhalefet arasındaki (iktidar lehine olan) prestij açığı deprem ve Akşener sayesinde kapandığı gibi, bir anda muhalefet bariz bir üstünlük sağladı. Cumhur İttifakı’nın ortakları muhtemelen ‘olmayacak duaya amin’ demeyeceklerdir. Bu durumda sokağı karıştırmak, Cumhur İttifakı’nın bir bütün olarak hezimeti olur, bazı devlet aktörlerinin tasfiyesi ile sonuçlanır.

O nedenle iktidarın şu anki partnerlerinin sütre arkasına kayması, yeni hükümet içinde İyi Parti sayesinde bazı kırmızı çizgileri sürdürmekle, Yeni İttihatçı söylemi canlı tutmaya çalışmakla yetinmesi beklenir. Yeni iktidarın halk nezdinde muhtemel prestij kaybını beklemeyi, siyasete yeniden müdahale için uygun koşulların oluşmasını bekleyeceklerdir.

Millet İttifakı’nın önündeki bahis prestiji sürekli artırabilmek, eski iktidar ortaklarına müdahale boşluğu yaratmamak olacak… Nitekim AK Parti iktidarının ilk dönemi buna iyi bir örnek. AB’ye yaklaşma, hukuk alanında reform, özgürlüklerin genişlemesi devleti panikletmişti. Prestij açısından kendilerini avantajlı gördüler çünkü laik kesim siyaseti kimlik üzerinden okumaya teşneydi ve ‘İslamcı’ dedikleri hükümete karşı otoriterliği destekliyordu. Dolayısıyla siyasi iktidarı devirmek, olmuyorsa önünü kesmek için her türlü gayrı meşru hamleyi yaptılar ama kaybettiler… O süreç devlet kazandığı için değil, siyaset yozlaştığı için bitti. Bugün de esas tehlike bu ama AK Parti ilk dönemine göre çok daha düşük bir tehlike.

Öte yandan devlet içi aktörlerin bir bölümü mafyatik unsurları da yanlarına katarak ortalığı karıştırma niyetine sahip olabilir. Ama yandaş bulmakta zorlanacaklardır. İdeolojik alanı yönetenler genellikle daha sabırlı ve stratejik davranır… Mafya ise kaybedilen alanın bir daha kazanılmayabileceğini bilir. Savunmaya geçer, görünüşte nedamet getirir, vatan fedailiğine soyunur, devletin onu bir sonraki dönem için ‘beslemeye’ almasını umar…

Velhasıl şu anki iktidar odaklarının savunmada, yeni iktidarın hücumda olduğu bir dönemin eşiğindeyiz ve prestij dengesi Millet İttifakı’ndan, yeni bir dönemin inşasından yana. O nedenle herkes müsterih olabilir… Ortam sertleşmeyecek. Aksine yumuşayacak, huzurlu bir seçim olacak ve iktidar değişecek.

- Advertisment -