[7 Mayıs 2024] Bunlar (şüphesiz bir devrimci mücadele biçimi olan) millî kurtuluş savaşlarının ve “kuvayı milliye”lerin idealizasyonuna da yansımakta. Bu noktada iki metodolojik sorun göze çarpıyor. Birincisi, komparatif tarih perspektifi yok veya çok zayıf. “Bizim kuvayı milliyemiz” benzersiz sanılıyor. Tikel bir kutsallık izafe ediliyor. Söz konusu kutsallık hâlesinin içine, başka bazı örgütler (örneğin Hamas) nadiren dahil ediliyor. Bu da, objektif konumlarından (kendi milliyetçi dâvâlarında üstlendikleri işlevden) çok, “bize” benzediği düşünülen sübjektif (dinî) kimliklerine dayandırılıyor. “Bizden” olmadığı düşünülen sübjektif kimlikler ise hiç kuvayı milliyeler kategorisi içinde düşünülmüyor. “Bize” yabancı, belki düşman, öyleyse kuvayı milliye değil farzediliyor. Bu, o kadar otomatik bir refleks ki, meselâ IMRO’nun veya İrgun’un da kendilerince birer kuvayı milliye olabileceğini söylemek şaşkınlık, hattâ öfkeyle karşılanabiliyor. Çünkü, ikincisi, “bizimkiler” sırf iyilikten, kahramanlıktan ibaret, o diğer “ötekiler” ise sırf kötülükten, canavarlıktan ibret sayılıyor. Hepsinin her iki boyutu içerdiği (içerebileceği); esasen şiddetin bunu kaçınılmaz kıldığı; nerede “devrimci şiddet” varsa orada ayın aydınlık yüzünün de, karanlık yüzünün de yanyana ve içiçe varolacağı, çok basit, çok realist bir fikir aslında. Ama ister kimi devrimcilere, ister kimi milliyetçilere, dış uzaydan her nasılsa yeryüzüne düşmüş, o kadar yabancı, o kadar fantastik gelebiliyor.
“Kuvayı milliyeler” yazımda, biraz bunu tahmin ederek Kızılordu ile başladım, işin her iki yönünü işlemeye. Deyneka’nın “Bir Komünistin Sorguya Çekilmesi” tablosunda, Bolşeviklerin Beyazları ve dolayısıyla kendilerini nasıl gördüğü sergileniyor. Bu, bir 1/0, ak/kara ilişkisi. Altına, Bolşeviklerin bir Beyazı esir aldıklarında neler yaptığını, fotoğrafıyla yerleştirdim. Hazmı zor, biliyorum. Ama çok alıştığımız o klişeyle söylersek, “münferit bir olay” mı? Hiç sanmıyorum. Örneğin Rosinski’nin yakalanıp iğrenç işkencelere uğratıldığı aynı 1918 yılından kalma bir başka belge, bizzat Lenin’in çektiği (yukarıda, iki sayfalık tam metninin elyazısı orijinalini gördüğünüz) bir telgraf, insana çok başka şeyler düşündürüyor. Şu emri yollamış 11 Ağustos 1918’de, “Penza Sovyeti başkanı Vasily Kurayev, Penza Vilayeti Parti Komitesi başkanı Yevgenya Bosch, Penza Vilayeti İspolkom Başkanı Aleksandr Minkin ve diğer Penza komünistlerine”:
Yoldaşlar! Sizin beş bölgenizdeki kulak ayaklanması amansızca ezilmelidir. Bu, bütün devrimin çıkarı açısından gereklidir, çünkü kulaklara karşı ‘son ve kesin savaş’ halen her yerde sürüyor. Dolayısıyla bunlara bir ibret dersi verilmelidir.
(1) En az yüz bilinen ve tanınan kulakı, zengin namussuzları, ünlü kanemicileri asın (yani demek istiyorum ki kesinlikle asın, alenen asın, herkesin görebileceği şekilde asın).
(2) İsimlerini yayınlayın.
(3) Bütün mahsullerine elkoyun.
(4) Dünkü telgrafımdaki talimat uyarınca, rehinelerinizi saptayın ve açıklayın.
Bütün bunları öyle bir şekilde yapın ki, yüzlerce kilometrelik bir çevre içinde herkes hepsini görsün, anlasın, titresin, bilsin ve haykırsın ki biz kanemici kulakları boğazlıyoruz ve boğazlamaya devam edeceğiz.
Telgrafın alındı teyidi ve uygulanması.
Sizin, Lenin.
Hâmiş. Kendinize daha sert adamlar bulun.
Nasıl ama! Ortada bu insanlar açısından hiçbir somut, işlenmiş suç (isnadı) yok. Yüz kişi, isyana katıldıkları saptandığından değil, sırf sınıfsal aidiyetleri nedeniyle, kulak oldukları için asılacak. Ve sırf kelime anlamıyla terör uğruna, dehşet saçmak için asılacak. Nazilerin işgal ettikleri ülkelerde, örneğin Fransa ve Yunanistan’da girişeceği misillemelerden ne farkı var bu uygulamanın? Penza, Kızılordu, 11 Ağustos 1918: Yüz kulak getirin, asalım. Oradour-sur-Glane, bir SS bölüğü, 10 Haziran 1944: Bu bölgede Mukavemet eylemleri varmış. Binbaşı Helmut Kampfe’yi yakalayıp öldürmüşler. Kadın erkek, çoluk çocuk demeden, köyde kimi bulursanız getirin, kurşuna dizelim, ağıllara, ahırlara, köyün kilisesine tıkıp diri diri yakalım. Toplam 643 sivil. Bir de şunu düşünün:Elit akademik çapta bir aydın olarak tanıdığımız (tanıdığınız) Lenin’in elinden nasıl çıkar bu cümleler? Üç yıl araştırdığı Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi’nin (1899), ya da Hegel’in Mantık Bilimi Kitabının Hülâsası diye bilinen defterlerin (1914) yazarı kaleme almış olabilir mi, bütün bu ezme, asma, rehin alma, titretme, boğazlama ifadelerini? Kaç farklı kişiliği var, 1917 Ekim Devrimi liderinin? Parti kongrelerinde çekilmiş, resmî Sovyet albümlerinde baş tâcı edilen fotoğraflarına bakıyorum: salonun bir köşesine çekilmiş, merdiven basamaklarına oturmuş, kendi kendine çalışıyor, not alıyor, konuşmasını hazırlıyor. Stalin kendi şatafatlı, fetişleştirici üslûbuyla “tevazuu”ndan dem vuracak, “partimizin kartalı”nın. Şimdi ise… ne yapacak, aradığı “daha sert adamlar”? Katliamı vicdanları nasırlaşmışçasına, kılları kıpırdamadan uygulamaktan başka?
Fakat diyeceksiniz ki, ortam ve bağlam neydi ki Lenin bunlara mecbur kaldı? Buradaki “mecbur” sözcüğünü içime sindirmem mümkün değil. Evet, çok dar bir zaman dilimine, sırf 1918’e baktığımızda, herşeyin bir açıklaması (özürü) var gibi. Gerçekten çok zor bir dönemeçten geçiyordu İç Savaş. 1918 yılının yaz aylarında, Petrograd ve Moskova dahil birçok şehir, savaş yüzünden Ukrayna, Kuzey Kafkasya ve Sibirya’nın tahıl üretici bölgelerinden kopmuş, yüzbinlerce insan açlığın eşiğine gelmişti. Moskova’nın 625 kilometre güneydoğusundaki Penza kenti ve çevresindeki Penza Vilâyeti (oblast’ı), büyük şehirlere yiyecek ikmali açısından kritik önemdeydi. Hükümet, doğrudan müsadere dahil bir dizi haşin önlem yoluyla, kulak denen zengin köylülerden tahıl toplamaya girişti. Bolşevik Merkez Komitesi, telgrafın başında adı geçen Yevgenya Bosch’u zoralımları yönetmekle görevlendirdi. 5 Ağustos 1918’de Kuçkino köylüleri bu zoralımlara karşı ayaklandı ve başkaldırı hızla komşu bölgelere yayıldı. Gene telgrafın muhatapları arasında adı geçen Vasily Kurayev, askerî şiddete başvurulmasına karşı çıktı ve sorunun propagandayla çözülebileceğini önerdi. Bosch ise orduya ve kitlesel idamlara bel bağladı. Onun dediği oldu. 8 Ağustos 1918’e gelindiğinde, isyan artık ezilmiş de olsa, oblast’taki durum gerginliğini koruyordu. Nitekim 18 Ağustos’ta bu sefer Sosyalist Devrimci Parti’nin başını çektiği bir başka isyan patlak verdi. Lenin bu koşullarda telgraf yağdırdı Penza’ya (ve Nijni Novgorod’a), bu kulak, kulak destekçisi köylü ve SD âsilerinin “amansızca” ezilmesi hakkında. 11 Ağustos 1918 telgrafı bunlardan sadece biriydi.
Belki gene eh, diyeceksiniz, devrim böyledir, ne yapalım. Yumurtaları kırmadan omlet yapamazsınız. Kurunun yanında yaş da yanar. Nasıl tarif etmiş Mao, Hunan’daki Köylü Hareketi Üzerine Rapor’unda (1927): “Devrim bir ziyafet vermeye, makale yazmaya, resim yapmaya, nakış işlemeye benzemez; o kadar rahat, rafine, yumuşak, ılımlı, müşfik, nâzik, kontrollü ve bağışlayıcı olamaz. Devrim bir ayaklanmadır, bir sınıfın başka bir sınıfı devirdiği bir şiddet eylemidir.”
Aynen. Gayet gerçekçi, İşte aynen böyle. Tabii bunu bir olumlama olarak almazsanız. Problem şu ki, aslında “mecbur” değilsiniz bu mecraya girmeye. Anormal siyasete başvurmaya. Kendi tercihiniz. Bütün sonuçlarıyla birlikte. Nitekim başta Martov olmak üzere bütün Menşevikler ve diğer sosyalistler (1918’de astıracakları dahil) defalarca uyarmıştı Lenin’i — hele Rusya gibi geri bir ülkede, tek yol devrim ve sosyalizm ısrarının olası sonuçları: nasıl yeni bir despotizme yol açabileceği konusunda.
Dinlemedi. Patika bağımlılığına girdi. Olağanüstü savaş ve yıkım koşullarında, küçücük bir partiyle, süper radikal bir azınlıkla fırsat kollayıp iktidara el koydu ve yapıştı. Müthiş bir şiddet ve karşı-şiddet döngüsüne kapıldı. Çıkması imkânsızlaştı. Her ânın taktik icapları neyse onları yerine getirdi. Çarlık istibdadı Lenin’i yarattıysa, Lenin’in “asın” emirlerinin de vârisi ve takipçisi (kulaklarla tâ 1920’lerin sonları ve 30’ların başlarında hâlâ “son ve kesin savaşı” sürdüren) Stalin oldu.