Temmuz’un üçüncü haftası, bir cumartesi günü, İzmir’deyiz. Hava çok sıcak, 40 dereceyi geçtiği oluyor, gölgede… Barbenheimer furyası ile karşı karşıyayız, gidelim bir serin AVM’ye, günün en sıcak vakitlerini sinemada geçirelim dedik. Önce Barbie’yi izlemek istiyoruz, doğal olarak. Bunun nasıl bir gaflet olduğunun farkında olmaksızın seçimimizi yapıyoruz: Pembe, gönlüm sende…
Serinlik kısmı tam isabet. Bu açıdan AVM bir cennet gibi. Sinema kısmı karışık…
Bir kere son yıllarda görmediğimiz bir bilet kuyruğu ile karşılaşıyoruz. Yaş ortalaması, taş çatlasın, 16-17. Çok büyük çoğunluk, kızlı erkekli pembeler içinde. Az sayıdaki anne, baba, teyze ve amcanın da duyduğumuz ama bu denli yaygın olacağını tahmin edemediğimiz bu pembe kaideye uyduğunu görüyoruz. Komik değil, sürreel. Yer yer sevimli.
Neredeyse eski sinemalar kadar büyük üç salonda birden gösteriliyor film, buna rağmen iki buçuk saat sonraki seansa zar zor bilet buluyoruz. En azından Türkçe dublaj yok, altyazılı bir seans. Yoksa “Barbie”yi izleyememe ihtimalini göğüslememiz gerekecekti.
Seyircilerin önemli bir çoğunluğu belki ilk defa sinemaya geliyor. Araya pandemi vs girdi, ayrıca artık filmler evde ya da yolda, otobüste falan telefon ekranından izleniyor, mâlum. Bu yaşta çocuklar sinema pek bilmiyor. İhtimal, deneyimsizlik hüküm sürüyor ortamda. Ya da ben buna inanmak istiyorum. Çünkü benim gibi bu tip şeylere çok takılmayanların bile tahammülünü zorlayacak bir acayiplik var salonda… Belki de bizi bu duruma alıştırmak için bile bile yapıyorlar!!! Belki, laboratuarlarda virüs yetiştirip üzerimize salanların yeni bir oyunu ile karşı karşıyayız. Çok karışık meseleler…
Pembe tişörtlü, pembe şortlu, pembe küpeli, pembe tokalı gençler sıradışı bir hareket serbestisi içinde. Nedense çok da uzun olmayan reklamlardan sonra film başlıyor, 10 dakika geçiyor, 20 dakika geçiyor, bir türlü yerleşemiyoruz. Deprem efekti yaratan güçlü adımlarla koltukların yanındaki geniş basamaklı merdivenleri dolayısıyla oturduğumuz koltukları sarsa sarsa inip çıkıyorlar. Sonuçta Tarkovski izlemeyeceğiz, “Barbie” bu filmin adı diyoruz kendimize ama bu kadarı da, insana kendini azıcık dinozor hissettiriyor. Ama gevşeyelim, tadına varmaya çalışalım bari. Her türlü fikre açık olmak da bizim kuşakların ayrı bir görevi ne de olsa.
Dolaşmaktan yorulup da koltuklarına yerleşenler de zaten sağlam yerleşmiş vaziyette. Âdeta evlerinde, hatta odalarında oturuyorlar… Öyle bir rahatlık, öyle bir ferahlık. Kendi aralarında film hakkında bile olmayan sohbetler yaparlarken, bir yandan da telefonla konuşuyorlar. Arada bir “işte filme kendilerini kaptırdılar” diye ümidimizin yükseldiği anlarda, birden telefonlarını çıkarıp oyun oynamaya başlayanlar, telefonlarının ışıklarını açıp yerlere, tavana tutup tanımlanamayan bir şeyler arayanlar… Yerler patlamış mısır deryasına dönüşürken, hışırdayan gençliğin bileğini bükemeyeceğimiz hakikati kafamıza dank ediyor. Gençlerimize hiçbir şey dokunamıyor, hepsi kendi özel dünyasında, her yere kayıtsız bir vakar hâkim. Bir amca sesi duyuluyor bir ara, tam seçilemiyor ama “Gidin evinizde konuşun!” gibi bir şeyler söylüyor biri. Eminim ki pembe tişörtlüler mensubu değil bu beyefendi. Onun dışındaki az sayıda teyze amca kılıklılar da sanki film izlemek böyle bir şeymiş gibi davranıyor. Gerçek bir curcuna. Gürültü var, devinim var, bakış açınıza göre eğlence de yerli yerinde. Sinema kavramı yeniden tanımlanıyor!!!
Bu curcuna içinde filmde neler oluyor derseniz, cevabım net: Film de aynen salon gibi. O mesajdan bu mesaja savruluyoruz. Tam bir feminist mesaj geliyor, ataerkilliği yıkıyoruz derken üstümüze “yaşama sanatı” klişesi boca ediliyor, oradan daha başımızı çıkaramazken, al sana neoliberalizm eleştirisi, şirketler, yöneticiler ve irrasyonel kararlar, sık sık artan ve düşen dozda kadın dayanışması klişesi. Hiçbir şeyden eksik kalmazken, mesajların bir kısmını anlamasak beynimiz için daha iyi olacak diye bir düşünce içine yol alıyorum.
Yaklaşık iki saat, mecazi olarak değil fiilen pespembe bir film izliyoruz. Hatta o kadar pespembe ki, filmdeki diğer canlı renkler de, örneğin o gök mavileri, çimen yeşilleri falan da pembe pembe kokuyor. Bu pembe kokular patlamış mısır kokularına karışıyor. Arada bir hâlâ sinemaya gelene kadar yaşadığımız dünyada olduğumuza inanmaya ihtiyacımız var, mısır kokusu bu işe yarıyor, ayaklarımız mısırların arasından da olsa, böylece yere basıyor yeniden.
Böyle sinema yazısı olmaz diyeceksiniz belki, haklısınız ama “Barbie” filmini izlemek böyle bir deneyim. İşin doğası gereği, en çok bunları anlatmak durumundayım. Ama filmle ya da Barbenheimer ile ilgili de birkaç bilgi aktarayım:
“Barbie” ve “Oppenheimer”, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de 21 Temmuz 2023’te aynı anda vizyona girdi. Sosyal medya, bu konuyu sevdi. Barbie ve pembe rengi her yeri kapladı, Oppenheimer’in hayatının ana hatlarını öğrenmeyen kalmadı.
“Barbie’nin annesi” diye bilinen Ruth Handler, 1959 yılında, her başarılı Amerikan girişimci gibi (!), evinin garajında yaratmış bu efsane bebeği. Sevenlerinin yalancısıyım, kız çocuklarının içindeki potansiyeli harekete geçirmek için birebirmiş Barbie. Her türlü “erkek” mesleğini icra edebilen, siyaset dahil her alanda sözü olan bir hemcinsimizmiş kendisi. O ideal vücut ölçülerini, sürreel güzelliğini, “bembeyaz” hâlini görüp de, yeme içmeyi kesen yetersizlik hisleri içindeki genç kızların, belki de suç kendilerindedir. Anoreksiya kavramı, en çok da, bu kızlar yüzünden girdi hayatımıza. Barbie’nin kariyerini, gücünü almak yerine bu ulaşılması imkânsız görünüşünü almaya yeltenmeleri affedilecek gibi değil belki de.
Yönetmen ABD’li Greta Gerwig. Barbie’yi güzeller güzeli, hatta oyuncak Barbie’den daha güzel olan Margot Robbie oynuyor. Barbie bakmadan var olamayan, 1961 doğumlu “zavallı” Ken rolünde ise Ryan Gosling var ki, o da aslında iyi oynuyor. Belki başka koşullarda karşılaşsak severdik kendisini de. En azından daha önce sevmişliğimiz var.
Bu bilgileri doğru yazmak için Google’a “Barbie 2023 Film” diye girdiğimde, ekranda bolca pembe yıldızlar beliriyor. Bir daha olacak mı diye bakıyorum, evet, her seferinde oluyor. Google da üzerine düşeni yapmış yani. İlginç hizmetler bunlar…
Barbie’nin nasıl olup da feminist bir karaktere dönüştüğünü anlamak çok güç. Barbie ve içine doğduğu dünya, oyuncak bebekten haberimiz olsa da olmasa da, bize gayet acımasız kriterler dayattı. Şehirli, az çok okumuş, çalışan kadınlar olarak, yükümüz azmış gibi, bir de bu yükü yüklenmemiz hiç adil değildi aslında. Tamam, bir çoğumuz çocuk da yaptık kariyer de. Evet, hiç de kolay olmadı. Sonradan dönüp baktığımızda, kendi gençlik hâllerimize bol şefkat besledik. Elimizde kalan bu oldu. Bir de tabii kendi hayatımızın sahibi olmanın rahatlığı. Erkeklerin hiçbir şey yapmadan yaşadıkları bir lüks işte. Bütün bunlara ek olarak, tamamen erkek gözüyle kendimize bakma ve çekici olma mecburiyetini bile bir kenara bırakıp şu konuya dikkat çekmek istiyorum: O incecik yüksek topuklularla yürümek hakkında fikri var mı bize bakışlarını ödünç veren erkeklerin acaba?
Her ne kadar “ölüm” ile “selülit”i aynı cümlede kullanmak, aynı kategoriye koymak gibi hoşluklarla karşılaşsak da, tüm o Barbie imajını bir kenara bırakıp, filmde “feminist” tınılar aramak bana gayet abes geldi. Eşitlik hakkında pek de fikri olmayan, “maço” bir feminizm dursun bir kenarda zaten.
Belki istisnaları vardır ama çocukluğumuzda Barbie bilmedik biz. Dolayısıyla filmin anlam ve önemini kavramakta güçlük çekmemiz normaldir belki de. Barbenheimer’a karşı değiliz, tamam. İsteyen gitsin izlesin tabii. Böyle olmasını istemezdim ama ülkenin ve sinemanın geleceği belki de oralarda dönüp dolaşıyordur. Ama bana soracak olursanız, pespembe ile kapkara arasındaki tercihinizi bu kez kapkaradan yana kullanın. Kapkarayı görmedim ama sevdiğimiz, sık sık bahsettiğimiz Bektaşi fıkrasında olduğu gibi ifade edeyim: Oppenheimer Barbie’den daha kötü olamaz. “Ageism” yaptığımı kabul ediyorum, doğruya doğru, ama yeni nesillerle aynı salonda film izlemek de zor zanaat. Oppenheimer sırf bu nedenle bile tercih edilebilir. Nolan filmi olması da cabası.