Şu satırları yazarken kenarına oturmakta olduğum pencerenin ilerisinde küçük bir tepe gözüküyor. Şimdi oturduğumuz evden en fazla bir kilometre uzaktaki, sıra sıra dizilmiş zeytin ağaçları arasında yeşeren otlarıyla bu tepe, her gün gözümüzü şenlendiriyor.
Dedemlerin çocukluğumdan hatıralar yüklü tarlası da bir tepenin yamaçlarında olduğundan mıdır bilmem, uzayıp giden ovaların ortasına serpilmiş küçük tepeleri hep sevmişimdir. Ama Leblebici Tepesi ismiyle maruf bu tepeyi her gördüğümde, ilkgençlik yıllarımdan acı bir hatıra da hafızamda uyanıyor. İlk anda tazelenen acının akabinde ise, ömrümün son kırkbeş senesi için bir kez daha şükrediyorum.
Henüz onbeş yaşındaydım. Tütüncülüğün Küçük Menderes ovasında hayli yaygın olduğu zamanlardı. Mahallemizden başka insanlarla birlikte, önceki geceler olduğu gibi o Temmuz gecesinde de saat henüz gecenin ikibuçuğunu gösterirken evlerimizden çıkıp mahalle meydanında bizi bekleyen traktörün romörküne binip o gün tütün toplayacağımız tarla neresi ise oraya doğru yola koyulmuştuk. Şehrin henüz ovaya yayılmadığı, mahallelerin yamaçlarda olduğu zamanlardı. Birkaç kilometrelik bir yolculuğun ardından bizi taşıyan traktör Maltepe’nin yanından geçip Leblebici Tepesinin nehre bakan yamacındaki engebeli araziden ilerlemeye başlamıştı ki, bir anda olan oldu, tepetaklak aşağıya savrulduk. Traktörün ehliyetsiz olduğu sonradan öğrenilen şoförü o karanlıkta bir kayanın üstünden geçmeye teşebbüs etmiş ve romörk devrilmişti. Neyse ki, alt taraftaki tarlanın kenarındaki kazıklar romörkü tamamen ters dönmekten kurtardığı için biz hayatta kalabilmiştik. O hengâmda kayıp üstüne düşen insanların oluşturduğu baskı sebebiyle anneannemin kaburga kemikleri kırılmıştı. Başka birkaç kişide daha ufak-tefek berelenme vardı. Yine de seviniyorduk. Çünkü o an orada hepimiz ölebilirdik. Ucuz atlatmıştık…
Kırkbeş sene önce, henüz onbeş yaşındayken başıma gelen bu olay, ölümün aslında bize ne kadar yakın olduğunu öğrettiği kadar, bu ülkede insan hayatının ne kadar ucuz ve değersiz olduğuna dair de bir hatıra olarak zihnimde durur. Ve her sene, bu olaydan ister otuz, ister kırk, ister kırkdört sene geçmiş olsun tekrar ve tekrar ‘tarım işçileri,’ ‘kaza’ ve ‘ölüm’ kelimeleri içeren her yeni haberle karşılaştığımda, bu olayı bir daha hatırlarım.
O hatırlamayla birlikte, hayatımın o kazadan sonraki bütün serencamı gözümün önünden geçer. Onbeş yaşında bir gazetenin iç sayfalarından birinin kıyısında tek sütunluk bir habere konu olabilirdik o günün akabinde. Ama çok şükür hayatta kalmış; ardısıra liseyi bitirmiş, üniversite, yazı hayatı, şu bu derken kendisini ifade etme, kabiliyetlerini geliştirme, belki başkaları için de hayatı daha güzel ve anlamlı kılma potansiyeli yüklü nice yıllar yaşama imkânı bulmuştuk.
Hayatımın onbeşinci senesi ve sonrasında yaşanan kırkbeş sene arasında böyle bir mukayese, önünde benzer bir hayat yaşama imkânı varken gözünün feri sönüp giden, kalbinin atışı duran yaşıtlarım olup olmadığını düşündürür bana. Sonra, hangi yaştan olursa olsun, böylesi kazalarla solup giden her hayata dair düşünürüm.
Yazık ki, kırkbeş sene öncesinin gerçeği, bu ülkede kırkbeş sene sonrasının da gerçeğidir. Tarım işçileri, kaza, ölüm… bu kelimeler her sene aynı başlık altında tekrar tekrar yazılır ve okunur. Her sene yazık ki yüzlerce insan bu kelimelerin refakatinde toprağa tevdi olunur.
Sadece tarım işçileri için sözkonusu da değildir bu. Fabrikalar, madenler, inşaatlar… Kaza ve ölüm, bu ülkede her alanın gerçeğidir. Her sene uygulanmayan standartlar, alınmayan önlemler ve yapılmayan denetimler yüzünden binlerce insan yitip gider ve geride onbinlerce insan bir tarafları kopmuş, eksik kalmış bir halde yaşamaya mecbur kalır. Ama bütün bunların olmaması için hatırda tutulması gereken, bunlar olup biterken akla gelir. Bu topraklarda insanların büyük kısmının inandığı din, insanın âlem kıymetinde olduğunu, bir hayatı kurtarmanın insanlığı kurtarmak kadar Allah katında değerli olduğunu bildirdiği halde hayatı aziz bilme ve muhafaza etme konusunda dikkate alınmazken, önlenebilir ölümlerde önlemsizliğin sorumluluğu birilerinin üstüne gitmesin, patrondan devletlûlara bir dizi sorumluya lâf gelmesin diye ölümlerin akabinde ancak bir ‘susturucu’ niyetine hatırlanır. Misal; aynı madenler dünyanın her yerinde varken, mesela ABD’deki madenci ölümleri ile Türkiye’deki ölümler arasında zuhur eden dörtyüz kat—evet, 400 kat—farkın muhasebesi yapılmaz da, bunun hesabı sorulmasın diye ‘takdir,’ ‘kader’ ve ‘fıtrat’ kelimelerinin istismarıyla insan cinsinden birilerinin sorumlu olduğu nice ölümün faturası Yaratıcıya havale edilir.
Oysa benin inandığım din, benim okuduğum Kur’ân, benim tâbi olduğum peygamber, hayata ve insana saygı üzere yaşamam gerektiğinin dersini veriyor bana. Yaratıcıya karşı sorumluluğumuzun idrakinde olup olmadığımızın yarattıklarına karşı sorumluluk bilincimiz üzerinden tartıldığı ve test olunduğu dersini de veriyor. İnsaniyet ile İslâmiyet arasındaki bağın; kötü bir insan olarak iyi bir Müslüman olamayacağımızın, İslamlığımızın kalitesinin insanlığımızın kalitesine bağlı olduğu dersini de veriyor.
Durum buyken, bir önceki yazımızda da dikkat çekildiği üzere, İslâm’ın insanla bağını koparmış, Müslümanlığı dar bir kimlik tanımının içine hapsetmiş, herşeyi siyaseten çıkar sağlaması umulan bir zaviyeden değerlendirmeye odaklı garip bir gündemin içinde yaşıyor bugün bu ülkenin dindarları.
Allah katında her hayat aziz ise, bizatihi Kur’ân’ın ifadesiyle bir canı kurtarmak bütün insanlığı kurtarmak kadar kıymetli ise ve haksız yere bir canı heder etmek Allah katında bütün insanlığı öldürmek mesabesinde bir cürüm sayılıyorsa, önlenebilir bütün ölümler mü’minlerin olmazsa olmaz derdi, tasası olmalı değil mi? Hele ki sorumluluk mevkiinde olanlar bu sorumlulukları sebebiyle tir tir titremeli; diğerleri de onları bu konuda sürekli uyarmalı ve denetlemeli değil mi?
Ama ne tarım işçilerinin ölümleri bugün bu ülkede dindar insanların gündeminde; ne diğer bütün iş kazaları, ne de kadın cinayetleri…
Onlardan herhangi birinin bugün bu ülkede dindarlarca konuşulur ve dert edilir hale gelmesi ancak tek bir durumda mümkün: siyaseten kullanışlılık durumunda… Mesela, eğer tarla sahibi keskin bir seküler olup işçiye erkekse sakalı, kadınsa başörtüsü üzerinden olumsuz bir söz edecek olursa… Dindar-seküler gerilimine odun taşıyıp siyasetin ateşini harlamadığı sürece, işçiler ölmüş, kadınlar öldürülmüş, alınmayan tedbirler sebebiyle görevi başında insanlar yitirilmiş; hiçbiri dindarlarımız için dert, tasa ve gündem konusu olmuyor nedense ve nasılsa…
Yitip giden hayatlar bile derdimiz, meselemiz olmaz iken, insanî olmayan şartlarda çalıştırılan, ezilen, horlanan insanlar hiç mi hiç umurunda değil dindarlarımızın…
Her can aziz ise, Yaratıcıya karşı sorumluluğumuz yarattıklarına olan muamelemizde sınanıyorsa, bir hayatı kurtarmak bütün insanlığı kurtarmak derecesinde Allah katında kıymetli ise ve yine O’nun katında bir canı heder etmek bütün insanlığı katletmek derecesinde büyük bir cürüm olarak görülüyorsa; mesaj açık, ölçü net: İnsana ait her mesele, İslâm’ın meselesidir. Dolayısıyla dindarların da meselesi olma durumundadır.
Umarım ve dilerim, daha da geç olmadan bu ülkenin dindarları başlarını siyasetin çamurlu çukurundan kaldırıp yüzleriyle birlikte zihinlerini ve kalplerini de temizlerler de bu gerçeği hatırlarlar…