İtalyan yazar Dino Buzzati’nin çarpıcı romanı Tatar Çölü’nü okumanın benim için ayrı bir çarpıcılığı olmuştu.
Bu fazladan çarpıcılık, yıllar önceki okuma anıma isabet eden bazı rastlantılardan kaynaklanıyordu.
Harp Okulundan teğmen olarak mezun olmuş ve bir yıllık branş eğitimimiz için, İstanbul Tuzla’ya gelmiştik; Piyade Okulu’na. O bir yılın sonunda ise ilk tayin yerlerimize gidecektik.
O bir yıl biz mezun teğmenlerin hayatına iki önemli değişiklik getirmişti.
Birincisi, sekiz yıl süren askeri öğrenci yatılılığı artık sona ermişti; mesaiden sonra koğuşta değil “sivil” evlerimizde kalabiliyorduk.
Ve ikinci değişiklik, artık maaşımız vardı.
Benim için üçüncü bir değişiklik daha vardı. Şöyle:
Harp Okulu’nun çok zengin olmayan kütüphanesinin edebiyat rafları iyice fakirdi. Bu fakirliği aşmak için kendiniz “dışarıdan” bir kitap edinmek isterseniz, onu komutanınıza kontrol ettirmeli ve ilk sayfasına “Okunmasında Sakınca Yoktur” damgası vurdurmalıydınız. Kitabı bulundurabilmeniz ancak bu yolla mümkündü ve aksi, ceza gerektiriyordu.
Bu netameli yola, o “sakınca” kelimesinin olumsuz çağrışımları yüzünden, ve tabii yanı sıra başka bir dizi nedenle, çok az sayıda öğrencinin başvurduğunu hatırlıyorum.
İşte o İstanbul yılı benim için Türk ve dünya edebiyatının birçok ismiyle “sakıncasızca” ve büyük ölçüde el yordamıyla tanıştığım bir sene olmuştu.
İstiklal Caddesi’ndeki ve Kadıköy’deki kitapçılardan ve sahaflardan aldığım bu kitaplara “okunmasında sakınca yoktur” damgası vurdurtma lüzumu olmamasına önce biraz şaşırmış, sonra alışmıştım.
Vapurların güvertesine Boğaz’dan esen rüzgarlar, serinlikle beraber özgürlük de getiriyordu.
İşte Dino Buzzati’nin muhteşem romanı Tatar Çölü, o İstanbul yılının sonlarına doğru, yine biraz el yordamıyla ve biraz sezgiyle edindiğim ve ilk tayin yerim olan Hatay’a giderken yanımda götürdüğüm birkaç kitaptan biriydi.
Hatay dediğime bakmayın. Hatay’ın bir ilçesine, Hassa’ya bağlı gözüken ama aslında Hassa ile de pek bir ilgisi olmayan, minik bir kale görünümlü bir sınır karakolu idi bahsettiğim tayin yerim: Yağmur Hudut Karakolu.
İstiklal Caddesinin ve Kadıköy’ün hareketli sokaklarından ve Boğaz’ın serinlik getiren rüzgarlarından sonraki iki yılım, bu kıpırtısız sınır karakolunda geçecekti.
İstanbul’dan ayrılıp bir eylül günü Hassa ilçe merkezine vardığımda, ulaşım araçları için buranın son durak olduğunu öğrendim. “Sanırım şehir uzakta kal”mıştı.
Gideceğim yere henüz varmamıştım ve yolun kalanını askerî araçla gitmem gerekiyordu.
Bir askerî bir araç gelip beni aldı ve karakolun bağlı olduğu bölük merkezine götürdü. Orada, komutanım olan yüzbaşı ile tanıştık.
Bu tanışmadan sonra ikinci bir askerî araca daha bindim ve o araç da beni, taşlık, kayalık ama göz alabildiğine düz bir topoğrafyanın içine zorlukla açıldığı belli olan dar bir toprak yoldan kilometrelerce ilerleyerek, en yakın köyün bile gözden kaybolduğu, Türkiye’ye uzak, Suriye’ye çok yakın o sınır karakoluna götürdü.
Şehir iyice uzakta kalmıştı.
Göründüğü kadarıyla Yağmur’un dünyayla tek fiziksel bağlantısı elektrik direkleri ve TRT Hatay FM’i bile ancak antenine takılan upuzun bir bakır kablo ile takviye edildiğinde çekebilen radyo üzerindendi.
Romanı okuyanların anlamış olacağı üzere, karakola gittikten birkaç hafta sonra Buzzati’nin Tatar Çölü’nü elime alıp okumaya başladığımda, yazarın Teğmen Drogo’yu mu yoksa Teğmen Hakan’ı mı anlattığı konusunda kuşkuya düştüm.
Kitabın ilk cümlesi şöyleydi:
“Subay çıkan Giovanni Drogo, ilk atandığı yer olan Bastiani Kalesi’ne gitmek üzere kenti bir eylül sabahı terk etti.”
Bu ilk ve kısa cümle, yukarıda anlattığım olaylar silsilesinin çoğunu içeriyordu.
İlerleyen satırlarda Teğmen Drogo’nun bu sınır kalesine iki yıllığına tayin olduğunu, bu ilk görev yerine giderken yolda Yüzbaşı Ortiz’le karşılaştığını ve yüzbaşının ona kale ile ilgili bilgiler verdiğini okuyorduk.
Bu kadarı beni şaşırtmaya yetmişti ama çok daha fazlası vardı.
“Uyanıp ilk kez teğmen üniformasını giydiğinde, bir gaz lambasının ışığında, aynada kendisine baktı ama umduğu sevinci hissetmedi. Evde, yalnızca, kendisine veda etmek üzere kalkan annesinin bulunduğu yan odadan gelen küçük tıkırtıların bozduğu derin bir sessizlik hüküm sürüyordu. Yıllardan beri hep bu anı, gerçek yaşamının başlayacağı bugünü beklemişti. Harp Okulunda geçen kasvetli günleri düşündüğünde, sokaktan geçen ve mutlu olduklarına inandığı özgür insanların seslerini duyduğu hüzünlü etüt akşamları aklına geldi.”
Yağmur Karakolunun 8-10 metre yüksekliğindeki gözetleme kulesinde, zimmet senedinde adı “verzalit” olarak geçen sandalye üstünde karşıdaki Suriye zeytinliklerini izleyerek okumaya devam ettiğim roman beni şaşırtmaya devam ediyordu.
Buzzati, Giovanni Drogo’nun kaleye doğru o yolculuğu anında, bu yolun onu bambaşka bir hayata götürmekte olduğunu bilinçdışıyla sezdiğini anlatıyordu.
Bu yolculuğun ilk anlarında, onu yolcu etmek için kendisine eşlik eden çocukluk arkadaşı Francesco Vescovi yanındaydı:
“Arkadaştılar, uzun yıllar aynı yaşamı sürdürmüş, aynı tutkuları, aynı dostlukları paylaşmışlardı; birbirleriyle her gün görüşmüşlerdi; sonra Vescovi ticarete atılmış, Drogo ise subay çıkmıştı, şimdi ise Vescovi’nin kendisine ne kadar yabancı olduğunu hissediyordu. Şimdiden kendi atıyla Francesco’nunkinin farklı olduğunu düşünüyordu; kendi atının yürüyüşü daha ağır, daha durgundu, hayvan bile yaşamının değişmek üzere olduğunu hissediyordu adeta.”
Bu satırları şimdi tekrar okuduğumda, aklıma yine bir İtalyan’ın, Machiavelli’nin şu sözleri geliyor:
“Sivil yaşam ile askeri yaşam kadar birbiriyle ilgisiz, birbirinden farklı olan başka hiçbir şey yoktur. O yüzden biri orduya mı katıldı, anında kentin giysisini, göreneklerini, alışkanlıklarını, hatta sesini ve tavrını terk eder.”
Ama Buzzati müthiş romancı sezgisiyle birkaç adım daha ileri gidiyor ve bu terk ediş halinin sürücünün atına bile sirayet ettiğini söyleyerek okuyucuyu vuruyordu.
Romandan alıntıları şimdilik burada kesiyorum.
Romanın devamının ana hattı şöyleydi:
Teğmen Drogo Kale’ye vardıktan sonra oradaki ışıksız, tekdüze yaşantının kendisine göre olmadığını fark eder ve derhal oradan ayrılmak ister. Ancak komutanları ona biraz daha kalmasını ve esas kararını daha sağlıklı vermek üzere “beklemesini” önerir. Drogo bu öneriye uyar.
Ancak bu bekleyişlerin sonu gelmez. Bastiani Kalesi tam sınır hattındadır ve olası bir Tatar saldırısını ilk göğüsleyecek mevzidir; bu bakımdan askerî önemi büyüktür. “Beklemeye değer” diye düşünür Drogo. Ama Kale’deki gündelik yaşantı bu önemle orantılı olmayan bir sıkıcılıkta ve anlamdan yoksun bir tekdüzeliktedir. Drogo neticede beklemeyi, istemese de, seçer. Bekler.. Bekler… Dört ay bir yıl olur, bir yıl da iki yıl… Derken tüm bir yaşamı orada geçer. Beklenen Tatar saldırısı ise hiç gerçekleşmez.
Tatar Çölü bir bekleyişin, bekleyişin anlamsızlığının ve oradan türeyen bir yabancılaşmanın romanıydı. Gerçekleştiğinde bir kahraman olunacak Tatar saldırısının gerçekleşmemesinin bekleyişiydi bu. Saldırı bir gün gerçekten vuku bulur gibi olduğunda ise, tesadüfe bakın ki, Drogo hasta yatağındaydı ve kahramanlıktan onun payına bir şey düşmemişti. Ve Drogo’nun hayatı, bekleyişle tüketilen bir hayat olmuştu; boşa gitmiş bir hayat.
Romanın yazarı Dino Buzzati bir asker değildi; bir gazeteciydi.
Romanda anlatılan çok derinlikli ve içeriden askeri yaşam çözümlemelerine vakıf olması beklenemezdi ama her nasılsa, ancak Harp Okulundan yeni mezun olmuş bir teğmenin ve yaşamını o Bastiani kalesinin kalorifer borularından gelen sesle tüketmiş bir subayın beyninin ve derisinin içinden geçenleri yazmıştı.
Bana yıllar sonra bu romanı bugünlerde hatırlatan esas şey ise şu soru oldu:
Buzzati, bekleyişi, bekleyişin anlamsızlığını, bekleyiş uğruna tüketilen bir hayatı ve yabancılaşmayı anlatmak için neden görece daha iyi bilmesini bekleyebileceğimiz bir flaneur’ü, bir doktoru, bir işçiyi, bir avukatı değil de bir subayı, Teğmen Drogo’yu seçmişti?
Bazı küçük hesaplar yüzünden yaşamlarını istedikleri gibi süremeyen insanların trajedisini anlatmak isteyen bu sosyalist yazar, neden dekor olarak bir fabrikayı, kahraman olarak da bir işçiyi değil de sınır kalesindeki bir subayı seçmişti bu hikâye için?
Yakın on yılların benzer temalı yapıtlarından Chaplin’in Modern Zamanlar’ını, Kafka’nın Şato’sunu, Beckett’in Godot’yu Beklerken’ini, Kavafis’in Barbarları Beklerken’ini düşündüğümüzde bu soru yerinde görünüyordu.
Buzzati’nin sırrına vardığı, askerlik mesleğinin doğasına içkin o şey, neydi?
Militarizme ve faşizme eleştiri getiren ama bununla sınırlı kalmayıp çok daha evrensel ve hümanist bir soru soran Tatar Çölü’ne dair bu sorgulamadaki düşünce uğraklarının siyasal ve psikolojik çağrışımları ne olabilirdi ve bunların Türkiye ile bir ilgisi olabilir miydi?
Sonraki yazımda bunlara değinmeyi düşünüyorum.