Geçen haftaki yazımı bitirirken, 31 Ağustos tarihinde Toledo’da yapılacak AB gayrı-resmi dışişleri bakanları (Gymnich) toplantısına Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın beş yıldan beri ilk defa olarak davet edilip edilmeyeceğini merak etmiştim. Bakan davet edilmedi, Toledo yerine Moskova’ya gitti. Onun davet edilmediği toplantıya Ukrayna Dışişleri Bakanı Kuleba katıldı. Hiçbir konuda saydamlığın kalmadığı ülkemizde, davet edilmeyişinin nedenleri hakkında bilgi sahibi olmamız mümkün değil. Tek söyleyebileceğimiz şey, 11-12 Temmuz tarihlerinde Vilnius’te yapılan NATO Zirvesi sırasında ve sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dile getirdiği AB ile ilişkilerde normalleşme arzusunun, şu ana kadar somut adımlarla desteklenmediği için pek de ciddiye alınmadığıdır. AB ile ilişkilerin geliştirilmesi için içeride yapılması gereken reformlara ilaveten Kıbrıs konusunda da olumlu adımlar gerekmektedir. Oysa, olumlu adım bir yana; Kıbrıs’ta tüm dünyanın eleştirdiği, Pile’de tek taraflı yol inşası teşebbüsüne gidilmiş, kıyamet kopunca da büyük bir hezimetle hemen bundan vazgeçilmiştir. Vilnius’ten sonra yeni bakan Fidan’ın Toledo’ya davet edilmesi gündeme gelmişse de, belki bu olayın etkisiyle belki de bilmediğimiz başka nedenlerle bundan vazgeçilmiştir. Ancak bu olayın Batıdaki Türkiye karşıtlarına malzeme verdiği açıktır.
Son günlerde meydana gelen ve AB ile ilişkilerimizin durumu hakkında bir gösterge sayılabilecek başka bir gelişme, 21 Ağustos tarihinde Atina’da yapılan Balkan ülkeleri AB Genişleme Zirvesidir. Bu zirveye gerçekten sadece AB üyeliğine aday olan Balkan ülkeleri davet edilmiş olsaydı, bizim söyleyecek pek bir şeyimiz olmazdı. Ancak katılımcılar arasında Ukrayna ile Moldova liderleri varken Türkiye’nin çağrılmamış olması, artık AB’nin ülkemizi aday kategorisinde görmediğinin başka bir göstergesi sayılmalıdır.
Gelecek adım, AB Dışişleri Bakanlarının Yüksek Temsilci Josep Borrell’den istedikleri, sonbaharda ortaya çıkacak olan Türkiye ile ilişkilerin durumu (state of play) hakkındaki raporu ve Avrupa Parlamentosunun aynı konudaki raporu olacaktır. Her iki metinde tam üyelik dışında alternatiflerin yer alması ve belki de her yıl Aralık ayında genişleme konusunu ele alan AB Zirvesinde görüşülmeleri şaşırtıcı olmayacaktır. Bu arada Yüksek Temsilci Borrell, genişleme konulu ve bu sefer bakanlar düzeyinde bir konferansın önümüzdeki haftalarda düzenleneceğini açıklamıştır. Türkiye’nin buna davet edilip edilmeyeceğini hep birlikte göreceğiz.
İktidarın bir oraya bir buraya koşuşturma içinde olmasına alıştık. Buna iktidar kanadınca etkileyici dış politika yürütmek diyorlar, görebildiğim kadar. Avrupa’dan yüz görmeyince ve belki de Batı dünyası için vazgeçilmez bir rolü olduğunu göstermek için iktidar bu sefer tekrar Rusya’ya döndü. Tüm ısrarlı davetlere ve hattâ iktidar tarafından kesin tarih değilse de birkaç kez zaman dilimi açıklanmış olmasına rağmen, Rus diktatörü Putin Türkiye’ye gelmeyi kabul etmedi. Aslında dünya adaletinin peşine düştüğü Putin’in seyahat imkanları epey sınırlandı. Tevkif edilip Uluslararası Ceza Mahkemesine teslim olma endişesiyle Güney Afrika’da yapılan BRİCS Zirvesine katılamamış; 9-10 Eylül’de Yeni Delhi’de yapılacak G20 Zirvesine de belki aynı sebepten, belki de (geçen yıl Endonezya’da yapılan önceki zirvede olduğu gibi) Putin geldiği takdirde Batılı liderlerin gelmeyeceklerini açıklamaları ihtimali karşısında, Putin’in bu zirveye de katılmayacağı bildirilmiştir.
Ancak iktidarımız Putin ile ilişkileri geliştirme ısrarından geri dönmüyor. Tahıl Anlaşması’nın Temmuz ortalarında sona ermesinden bu yana Anlaşmayı canlandırmak için bütün kapıları çalıyor. Oysa Anlaşmayı tekrar yürürlüğe koymak için Putin’in istediği, Batı’nın finans alanında uyguladığı tüm yaptırımları kaldırma şartını, Batı kabul etmeyecektir. Zaten Batı gıda sevkiyatı için gerekli ödemelerin yaptırıma tabi olmadığını hatırlatıp duruyor.
Diğer taraftan tahıl ticareti anlaşma olmaksızın da devam etmektedir. Gemilerin bir kısmı Romanya ve Bulgaristan karasularından geçmekte, başka bir kısmı doğrudan doğruya yüklerini Romanya’da boşaltmaktadır. Her ne kadar Putin Ukrayna limanlarına giden veya oralardan dönen üçüncü ülke ticaret gemilerini meşru savaş hedefi olarak gördüğünü iddia etmişse de, şu ana kadar onlara saldırmaya tevessül etmemiştir. ABD’nin Birinci Dünya Savaşına katılmasının ve Almanya’nın yenilgisini hızlandırmasının başlıca nedeninin, başlangıçta tarafsız olan ABD vatandaşlarını taşıyan “Lusitania” gemisinin bir Alman denizaltısı tarafından İrlanda açıklarında batırılmış olması olduğunu, tarih bilgisi geniş olan Putin’in bildiğine şüphe yok. Bu itibarla tehdidini hayata geçirmiyor. Nitekim Ukrayna uluslararası sigorta şirketleriyle Karadeniz’de gemi taşımacılığına yeniden imkân verecek bir düzenlemeyi müzakere etti. İlk geçen gemi bir Türk gemisiydi. Rus Deniz Kuvvetleri gemiye taciz ateşi yaparak durdurmuş ve aradıktan sonra yoluna devam etmesine izin vermişti. Arkadan, Hong Kong bandıralı ve bir Çin-Alman ortaklığına ait başka bir gemi Rus müdahalesi olmaksızın Odesa’dan İstanbul’a kadar geldi. Ticaretin Tahıl Anlaşması olmaksızın yavaş yavaş normale dönmeye başladığı görülüyor. Geçtiğimiz günlerde de Singapur bandıralı iki geminin Ukrayna’dan çıkış yaptığı ve herhangi bir tehditle karşılaşmadığı öğrenilmiştir.
Buna rağmen, iktidar Putin tutkusundan vazgeçmiyor. Daveti kabul edilmeyince Cumhurbaşkanı Erdoğan bence biraz onur kırıcı bir şekilde Putin’in ayağına gitmeyi önerdi veya kabul etti. Bu görüşmenin bugün (4 Eylül) Soçi’de gerçekleşmesi ve Tahıl Anlaşması üzerine odaklaşması, ancak netice vermemesi beklenmektedir. Bazı gözlemciler Tahıl Anlaşmasının Türkiye için gerçek bir ihtiyaca cevap verecek bir husus olmaktan ziyade bir prestij meselesi olduğunu, bunu Putin’den koparmak için de bedel ödemeye hazır olduğunu iddia ediyorlar. Önümüzdeki günlerde nasıl bir gelişme olacağını hep birlikte göreceğiz. Ancak Dışişleri Bakanı Fidan’ın bu amaçla geçtiğimiz hafta karşıtı Lavrov ve Savunma Bakanı Şoygu ile görüşmelerde bulunmak için Moskova’ya yaptığı ziyaretten bir sonuç alınmamış olması, pek hayra alamet sayılmamalıdır.
Rusya ile uğraşırken iktidar ABD’yi de ihmal etmedi. Geçtiğimiz günlerde biri Antalya, diğeri de İstanbul olmak üzere iki önemli ABD savaş gemisi ziyareti gerçekleşti. Antalya’daki ziyaretin, F35’ler için dizayn edilmiş olan, ancak kendi ayağımıza attığımız kurşundan dolayı bunların tedarikinden mahrum edildiğimiz ve dolayısıyla işlevi sınırlı TCG Anadolu ile bir ortak deniz tatbikatı düzenlendikten sonra gerçekleştiği, aynı sıralarda başka bir ABD savaş gemisinin de Güney Kıbrıs’a gittiği dikkat çekmektedir. Yine de görülebildiği kadar ABD savaş gemilerinin ziyaretleri hadisesiz geçti. Eskiden olsaydı ziyaretleri protesto eden gösteriler, hatta karaya çıkmış denizcileri denize atma girişimleri olurdu. Bu önemli ziyaretlerin yanında ve aynı zamanda iki ülke kara ve hava kuvvetleri arasında Kayseri’de de ortak tatbikat düzenlenmiş olması da şüphesiz bir tesadüf değildir. Belki halkımızın içinde kıvrandığı yaşam mücadelesi, siyasetçilerimizin de kendi iç kavgaları nedeniyle başka işle uğraşamamaları, bu ziyaretlerin sorunsuz ve tatbikatların tepkisiz geçmesini sağlamıştır.
Aynı günlerde ABD Temsilciler Meclisinden bir heyetin de Ankara’yı ve ülkemiz üzerinden de Kuzey Suriye’yi ve muhtemelen oradaki ABD askerlerini ziyaret ettiği görülmüştür. Belli ki iktidar, bir taraftan Suriye’deki ABD askeri mevcudiyetinin PKK/PYD’ne destek olduğu gerekçesiyle sonlandırılmasını isterken, diğer taraftan Kongre üyelerinin ilgili bölgeye intikalini kolaylaştırıyor. Bu suretle ABD ile yakınlaşma ve ittifak ilişkisinin her şeye rağmen hâlâ canlı olduğunu anlatmaya çalışmaktadır. Bu çerçevede Cumhurbaşkanı Erdoğan 9-10 Eylül tarihlerinde yapılacak G20 Yeni Delhi Zirvesinde ABD Başkanı Biden ile görüşmeyi arzu etmektedir. Tabii bu görüşme gerçekleşirse Biden, kendisine Vilnius’teki NATO Zirvesinde verdiği, İsveç’in örgüte üyeliğini onaylama sözünü hatırlatacaktır. Cumhurbaşkanı belki TBMM iradesinin arkasına saklanacak sözler kullanacak olabilir, ancak ülkemizin yönetiliş tarzı hatırlandığında böyle bir gerekçenin hiçbir inandırıcılığı olmayacağı açıktır. Bu bakımdan konu sürüncemede bırakılırsa ABD ve genelde Batı ile yeni krizlerin meydana geleceği açıktır. Öyle anlaşılıyor ki İsveç’in NATO üyeliğine desteğin sözde değil fiiliyatta sağlanacağı belli olmadan, yani onay süreci tamamlanmadan, ABD yönetimi de F16 projesini Kongreye sunmayacaktır.
Orta Doğu’da özellikle Mısır’la ilişkiler de pek parlak durumda değildir. Olumlu bir adım olarak, diplomatik ilişkilerin 11 yıllık aradan sonra tekrar büyükelçi düzeyine getirilmiş olmasına dikkat çekilebilir. Ancak Temmuz sonunda geleceği açıklanan Sisi henüz ülkemizi teşrif etmemiştir.
Sisi’ye verilen sözün aksine, Müslüman Kardeşlerle bağlar kopartılmadığı gibi, onların bir örgütünün düzenlediği kongrede Cumhurbaşkanı’nın konuşma yapmış olması ilişkileri yine bozulma noktasına getirmiştir. İki ülkenin Libya’daki ihtilafta farklı cepheleri desteklemeleri, ilişkilerin normalleşmesine yardımcı olmamaktadır haliyle.
Suriye’nin eli kanlı diktatörü Esad ile de işler çok iyi gitmemektedir. İktidarın yaptığı görüşme teklifini elinin tersiyle çevirmiş, ülkesindeki Türk askeri ve sivil mevcudiyeti sona ermedikçe böyle bir görüşmenin gerçekleşmeyeceğini açıkça söylemiştir. Zaten iç savaş ve göç neticesinde Sünniler aleyhine bozulan Suriye’deki nüfus dengesini eski haline geri getirecek olan mültecilerin ülkeye dönmesini Esat hiçbir zaman kabul etmeyecektir. Mülteciler genelde Sünni olmaktan başka rejim muhalifidirler ayrıca. Esat rejimi ayakta kaldığı sürece onların ülkeye dönmesi pek mümkün değil. Bu gerçeği iktidar kadar muhalefet ve medya da bir an önce anlasa çok yararlı olacaktır.
Özetle, son zamanlarda dış politikada bir yalpalanma sezilmektedir. Hedefin ne olduğu, saydamlığın olmadığı bir ortamda anlaşılamamaktadır. Muhalefet kendi dertleriyle muzdarip, ayrıca dış politika söz konusu olduğunda iktidardan faklı bir çizgi izlemekten çekinmekte, hatta ondan daha da radikal gözükmeye çalışmaktadır.
Ancak özellikle bakan değişikliğinden sonra iktidar içinde de farklı dış politika sözcüleri ortaya çıkmaya başladı. Bakan Fidan’ın, belki MİT deneyimi nedeniyle, zaten çok uslu olan basının karşısına çıkmaktan çekindiği izlenimi edinilmektedir. Onun yerine AKP Sözcüsü, Cumhurbaşkanlığı Dış İlişkiler Danışmanı gibi kişiler sık sık demeçler vermekte, kameraların ve mikrofonların önüne geçmekte ve bir anlamda Dışişleri Bakanı’ndan rol çalmaktadırlar. Aslında tek adam rejiminde bunun pratikte belki çok fazla önemi yok. Önemli önemsiz tüm konularda tek karar verici iktidarın sahibi olduğu için, onun atadığı kişiler arasında kimin konuştuğu çok bir şey değiştirmez, çünkü nasıl olsa hepsi aynı telden çalacaklardır.
Yine de bu durum, zaten yıllardır sürekli erozyona uğrayan Dışişleri Bakanlığı’nın statüsündeki gerilemenin hız kesmeden devam etmekte olduğunun göstergesidir. Bu da doğrusu benim gibi yıllarını bu kurumda geçirmiş bir kişi için çok hoş bir manzara teşkil etmemektedir.