Geçtiğimiz günlerde dış politika açısından ilginç gelişmeler oldu. İlk önce Almanya Şansölyesi Scholz kısa bir çalışma ziyareti için İstanbul’a gelerek Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüştü. Görüşme hakkında mutat olduğu üzere fazla bir bilgi paylaşılmadı. Sadece ortak basın konferansında tarafların Orta Doğu konusunda farklı düşündükleri anlaşıldı. Özellikle Almanya’nın İsrail’in kendini savunma hakkına sahip olduğunu İstanbul’da vurgulaması ilginç bir husustu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da Şansölye ile basın konferansında bu konu ile ilgili her zamankinden daha ılımlı bir üslup benimsediği de dikkat çeken bir noktaydı. Ancak ne AB ile ilişkiler ne Eurofighter savaş uçağı ne vize konusunda somut bir ilerlemeye işaret etmek mümkün olmadı.
Bu görüşmeden birkaç gün sonra Cumhurbaşkanı Rusya’nın Tataristan Cumhuriyeti başkenti Kazan’da düzenlenen BRİCS zirvesine katıldı. İlginç olanı Zirvenin sadece ikinci gününe, daha çok ikili görüşmelerde bulunmak üzere Kazan’a gitmiş olmasıdır. Diğer bir ilginç nokta, Putin’le ikili görüşmeden hemen önce ünlü “Financial Times” gazetesinde başta mikroçipler olmak üzere bazı askeri kullanımı olan malzemenin ABD baskısı neticesinde Rusya’ya ihracatının durdurulmuş olduğuna ilişkin bir haberin yayınlanmış olmasıdır. Bu haberin Türk medyasına yansımasına rastlamadım.
Cumhurbaşkanı Erdoğan daha önce de Batı karşıtı diğer bir teşkilat olarak görülen Şangay İşbirliğinin Örgütünün Kazakistan’da yapılan zirvesine katılmıştı. Bu zirveye de katılan tek NATO üyesi olduğu dikkatlerden kaçmadı. Ancak ülkemizin her ikisine de üye olmak için kesin bir müracaatı olmadığı gibi, BRİCS’e yapılsaydı bu müracaatın farklı nedenlerle de olsa Hindistan ve Rusya tarafından hoş karşılanmayacağı belliydi. Nitekim, Kazan zirvesinden ülkemizin üyeliği konusunda herhangi bir işaret çıkmadı. Tersine Rus sözcüleri, BRİCS’in genişlemesinin gündemde olmadığı açıklamışlardır. İran Dışişleri bakanının da benzer bir açıklamada bulunması da dikkat çekti.
Kazan zirvesinin en fazla dikkat çeken noktası, Putin’in Ukrayna savaşının üçüncü yılında ve Batı tarafından aforoz edildiği bir dönemde 30’dan fazla ülkenin çeşitli düzeylerde de olsa orada temsil edilmiş olmasıdır. Bu nokta şüphesiz Putin’in başarı hanesine yazılacak bir husus. Daha önce de sık sık gündeme getirdiğim şekilde, Ukrayna’ya saldırısından dolayı Batı tarafından ciddi yaptırımlara uğradı ama üçüncü dünya ülkelerinden aynı tepkiye muhatap olmadı. Kazan zirvesi herhangi bir konuda somut bir sonuç vermemiş olmakla beraber eskiden bağlantısızlar olarak tanımladığımız ülkelerin geleneksel yaklaşımları çerçevesinde Doğu ile Batı arasındaki ihtilaflarda taraf tutmama ve birini öbürüne karşı oynama yolunda gitmeye devam etmekte olduklarını göstermektedirler. Kazan zirvesine katılan Hindistan, Brezilya, Güney Afrika gibi BRICS kurucuları daha önce Başkan Biden’in düzenlediği demokrasi zirvelerine de katılmışlardı. Dolayısıyla Kazan zirvesine katılmak suretiyle eşit mesafe politikalarını sürdürme kararlılığını yeniden vurgulamış oldular.
Bu ülkelerden başlıca farkımız bağlantısız olmayıp NATO ülkesi olmamızdır. Gerçi son yıllarda ittifakın en sorunlu ülkesi haline dönüşmüş olduğumuz artık kesin. Yine de yumurta kapıya dayandığında ittifakın Rusya ve Çin aleyhine aldığı kararları, imkanı olmasına rağmen, iktidarın engelleme yoluna gitmediği dikkat çekmektedir. Dolayısıyla hem bu kararlara ortak olmak hem de bu kararların hedef aldığı ülkelerin kurduğu bir oluşuma girmeye çalışmakta herhalde bir tutarsızlık olmalıdır.
İttifak üyeliğinin bizdeki kadar sorgulandığı başka bir NATO ülkesi olduğunu sanmıyorum. Geleneksel olarak üyeliklerinin içeride tartışma konusu olan Fransa ve Yunanistan’da bile özellikle Rusya’nın başlattığı Ukrayna savaşından sonra artık bu tartışmaların sona erdiği görülmektedir.
Bizde ise her gün hem siyasiler, hem de medya tarafından pompalanan Batı düşmanlığının neticesinde kamu oyu da stratejik otonomi adı altında farklı arayışlara yöneltilmektedir. BRICS’e üye olma talebinde bulunduğumuz Rus makamları tarafından açıklandığında konu içeride Batı ile sorunlara bağlandı. Hatta Dışişleri bakanı Fidan ülkemiz AB kapılarında bekletilmiş olmasaydı BRİCS’le ilgilenmeyeceği anlamında sözler de sarfetti. Gerçi böyle bir müracaatta bulunduğumuz hiçbir zaman kendi makamlarımız tarafından teyit edilmedi. Anlaşıldığı kadar da Kazan zirvesinde hiç ele alınmadı.
Stratejik otonomi arayışlarını Batı ile gevşeyen ilişkiler dışında başka bir gerekçeye bağlamak mümkün değil. Ülkemizin AB üyeliğine adaylığının kabul edildiği 1999 yılından hemen sonraki yıllarda dış politikamız AB’nınki ile aynı paraleldeydi. O dönemlerde AB ortak tutumlarına katılma oranımız %90’lara ulaşmıştı. O tarihlerde stratejik otonomi diye bir kavram fikir olarak dahi ortada yoktu. Bugünlerde ise ortak tutumlara katılım oranımız %10’lara kadar indi.
Aslında BRİCS ve Şangay İşbirliği Örgütü gibi oluşumların ülkemiz için Batıya alternatif teşkil etmediği bolca yazıldı. Bunların nedenlerini tekrar etmeye gerek yoktur. AB ile ticaretimiz, toplam ticaretimizin nerede ise yarısını teşkil ederken ve üstelik az çok dengeli bir şekilde seyrederken BRICS üyelerinden ticari ilişkiler bakımından bizim için öne çıkan İran, Çin ve Rusya için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Hepsiyle çok büyük açıklar veriyoruz ve her zaman da verir olduk. Bu açıkları BRİCS’e yanaşarak kapatmak mümkün değil. Kaldı ki BRİCS gümrük duvarlarını aşağıya çeken bir oluşum zaten değil. Kazan’da Rusya’nın gündeme getirdiği ticaretin dolar ve euro yerine milli para birimleriyle yapılmasını sağlayacak düzenleme bu gerçeği değiştirmez. Zaten Rusya’nın amacı bu yoldan Batı banka sisteminden yaptırımlar yoluyla dışlanmış olmasının yarattığı sorunları bertaraf etmektir. İran da aynı dertten muztariptır. Ancak milli para birimi ile ticaret yıllardan beri Rusya ve İran için konuşulmuş olmasına rağmen, aradan geçen yıllar fazla bir ilerlemeye yol açmamıştır. Gerçekten de kronik açık verdiğimiz ülkelerin para birimiyle ithalat yapmak işimizi çözmez çünkü onların para birimini ancak bir üçüncü ülke parasından geçerek elde edebiliriz. Aynı şekilde onlardan yaptıkları ihracat karşılığında Türk lirasını kabul etmelerini beklemek de mantıki olmaz zira milli para birimimizin istikrarsızlığı bir yana kronik açık nedeniyle biriktirdikleri Türk liralarını ne şekilde kullanacakları da çok belli değildir.
Nitekim, ilk baştaki heyecanın biraz dağıldığını görüyoruz. Son zamanlarda Batıya tekrar göz kırpma işaretleri de verilir oldu. Şansölye Scholz’un İstanbul ziyareti de en azından Almanya’da ülkemizle ilişkilerin çığırından çıkmasını önleme iradesinin mevcut olduğunu gösteriyor. Ülkemiz Batı değerlerinden büyük ölçüde kopmuş olmasına rağmen yabana atılabilecek bir konumda değil.
Başta AB ile ilişkilerimizi normalleştirmek bir ölçüde elimizde. Ortam artık 20 yıl öncekinden çok farklı. Tam üyelik artık gündemde değil. Hem AB hem de ülkemizde meydana gelen değişiklikler bunu artık imkansız bir hale getirdi. Ülkemizin gittikçe laiklikten uzaklaşması ve bir İslam cumhuriyetine dönüşmekte olması, Batıda aşırı sağın yükselişiyle birlikte İslam düşmanlığının da azması gibi nedenlerle ülkemizde Batı değerlerini paylaşan demokratik bir hukuk devleti tesis edilmeden bu kapının açılması mümkün değil.
Ancak AB ile ilişkilerimiz tam üyelik hedefinden ibaret değil. Gümrük Birliğinin modernleştirilmesi ve vizelerin kalkması değilse bile verilmesinin kolaylaştırılması de uzunca bir süredir gündemde olan hedeflerimiz arasındadır.
Her iki alanda bizden beklenenlerin ne olduğu gayet açık. AB Konseyi, Komisyonu ve Parlamentosunun en az 2018 yılından bu yana kabul ettikleri sayısız belgede, Gümrük Birliğinin masaya oturtulması için gerekli şartların başında Kıbrıs dahil tüm AB üyelerine ayırım yapılmaksızın uygulanması var. O kadar ki katılma müzakerelerinin başlatılması kararının alındığı Aralık 2004’te Brüksel’de toplanan AB zirvesi sırasında hükümetimiz o zamanki Devlet bakanı Beşir Atalay’ın imzasıyla bu yönde yazılı bir taahhüt de verdi. Sonradan bu taahhütten geri dönerek katılma müzakerelerinin ölü doğmasına yol açıldı.
Bugün aynı şart Gümrük Birliğinin modernizasyonu için önümüzde duruyor. Tabii denebilir ki AB Kıbrıs’ı bahane ediyor. Bunda belki bir hakikat payı var. Ancak ne yazık ki hiçbir AB üyesi ülkemizin Kıbrıs politikasını desteklemiyor, KKTC’ni meşru bir oluşum olarak tanımıyor. Değil AB, dünyada bize en yakın olduğunu farz ettiğimiz Azerbaycan, milyarlarca dolar harcadığımız Somali dahil hiçbir ülke bunu yapmıyor.
Yeni arayışların sınırlarına çok çabuk ulaşılmış olması ve BRİCS başta olmak üzere göz kırptığımız oluşumların resmi söyleme göre alternatif değil tamamlayıcı unsurlar oldukları gerçeği karşısında iktidarımızın yukarıda bahsettiğim AB belgelerini tozlu raflardan indirip ilişkileri mülteciler için bir depo olma tartışmasının ötesine çıkarıp ekonomik çıkarlarımızın gerektirdiği bütünleşme için neler yapılmasının lazım olduğuna yeniden bakması ve en azından bu yönde bazı adımları atmasında sonsuz yarar vardır. Çok vakit ve fırsat kaybettik, çok hata yaptık. Tam üyelik treni kaçtı ve bir daha istasyonumuza uğrayacağı şüpheli ama bir B planı çerçevesinde en azından bunu yapabilmek hiç yoktan iyi olacaktır. Unutmamak lazım ki ülkemiz Batıdan ve özellikle AB’den uzaklaştıkça demokrasi ve hukuktan da uzaklaşıyor. Demokrasi ve hukuk BRICS veya Şangay İşbirliği Örgütünde değil, AB’de var.