Dostoyevski’nin, deliliğin sınırlarında dolaştığı çokça söylenir. Nöbetler geçirir, krizler yaşar, duygusal patlamaları, delice tavırları vardır. Romanlarındaki karakterler de bu anlamda hiç “normal” değillerdir. Neredeyse hiçbiri sokaktaki Ruslara benzememektedir. Hepsi, fazlasıyla uçlarda, fazlasıyla fantastik ve fazlasıyla gerçek-dışı görünmektedir. Rus ruhunu en iyi verdiği düşünülen bu büyük ismin dahiliği belki tam da buradan gelmektedir, fakat yine de bu soruyu sormak garip değildir: Dostoyevski deli miydi?
Joseph Frank’ın yakın zamanda çıkan kitabı Dostoyevski Üzerine Dersler’de (Vakıfbank Yay.) bu sorunun cevabına dair önemli bölümler yer alıyor. Kitap, onun en kapsamlı biyografisini yazmış önemli bir Dostoyevski uzmanı olan Frank’ın, eserleri üzerine verdiği derslerden oluşuyor. Adı ders vermek olsa da, daha çok Dostoyevski’den aldığı eşsiz dersleri paylaşıyor dense daha doğru olur. Burada Suç ve Ceza ya da Karamazov Kardeşler gibi başeserlerin yanı sıra Dostoyevski’nin ilk çıkış metinleri olan İnsancıklar ve Öteki gibi henüz işinin başındaki eserlerine de dikkatle eğiliyor.
Frank, Açılış Dersi’nde, Dostoyevski’nin Batı kültürünün en derin ahlaki ve felsefi meselelerini büyük bir canlılıkla ve okuyanı içine alan bir derinlik ve cezbedicilikle ele aldığını, en sıra dışı konuları en sıradan insanlara anlatmak gibi büyük bir zorluğa meydan okuduğunu ortaya koyar. Bugün güncelliğini en fazla koruyan ve tüm dünyada en çok okunan Rus yazardır, Dostoyevski. Belki de dışarıdan bakıldığında sıradan ve normal olan ne varsa hepsini yerle bir ettiği için, hiçbir zaman bitmeyecek bir içsel mücadelenin yazarıdır o. Kendisini toplumun ve toplumsal yaşantının parçası olarak göremeyen elitlere kafa tutmuş, küçük insanın küçük dünyasının görünmeyen yüzündeki büyük sarsıntıları olabilecek en insani biçimde açığa çıkarmıştır. Dostoyevski’nin kitapları, kendi kültürünü, dilini, dinini, değerlerini küçümseyen Batılı karakterle sert bir hesaplaşma içerir.
Buna karşın, içindeki Rusya’nın nasıl bir yer olduğunu bir türlü bulamadığı için acı çekmektedir. Bütün yozlaşmışlığı ve çürümüşlüğüyle birlikte yaşanan gerçeklik, altta yatan asıl gerçekliği gizlemiş ve görünmezleştirmiş, tıpkı bir sara nöbetinde olduğu gibi bir bilinç değişikliğiyle ancak buna erişmek mümkün olabilmiştir. O nedenle, ilk romanı İnsancıklar’dır. Burada, alt sınıftan, gösterişsiz ve
küçük insanları görürüz: “Dostoyevski, fakir ve mütevazı karakterlerine insan onurunu bahşetmeye çalışmaktadır.” (s.41)
Hayat bunu yapmamaktadır, çünkü ve küçük sıradan karakterlere içlerinde yaşattıkları isyanı açığa çıkarma fırsatı vermemektedir o; yazarın görevi -varsa şayet! – tam da yaratacağı karakterleri sayesinde gerçekliği yeniden yaratarak bu isyanın yok olup gitmesini engellemektir. İnsancıklar’ın ana karakteri Devuşkin küçük bir memurdur. Frank “küçük” insanların hemen her gün yaşadıkları muazzam çelişkiyi Devuşkin üzerinden şöyle anlatır: “İçinde yaşadığı topluma karşı bilinçli bir şekilde duygusal bir isyan beslemektedir. Sonrasında bu cüretkarlığından dolayı korkuya kapılır ve tehlikeli ve yasak olduğunu bildiği bu duyguları terk eder. Devuşkin’in beslediği bu duygular tehlikelidir, zira kendisini sadık bir tebaa olarak hissetmesi gereken ve benliğinin bir parçası olan bağlılığa halel getirmektedir.” (s.50).
Bütün enerjisini gündelik hayatın olağan akışıyla baş etmek için harcayan sıradan insanların içsel dünyalarını, dışarıdan bakarak anladığını düşünmek büyük bir yanılgıdır. Dostoyevski bu yanılgıyı ortadan kaldırır. Olabilecek en mahrem, en ruhsal psikolojik tahlillerle bunu yapar. İnsanlığın içini okumaktadır!
Dostoyevski karakterleri tıpkı kendisi gibi bitmeyen içsel mücadeleler yaşarlar. Devuşkin de isyankâr fikirleri ve arzularıyla suçluluk duygusu arasında içsel bir mücadeleyle yaşamaktadır. Şu satırlar hemen her gün küçük insanın yaşadığı iç mücadelesini çok iyi vermektedir: “Eşitsizlik, adaletsizlik ve aşağılanma gibi toplumsal konular romanın ağırlık merkezini oluşturur. Devuşkin, bu adaletsizliklere duygusal düzeyde meydan okumaktadır, ancak kendi tavrının tahripkâr bir özgür düşünce olduğundan da endişe eder. Devuşkin, mevcut toplumsal düzeni pasif bir şekilde kabullenmeye duygusal açıdan hazır olmayabilir, ancak bu düzenin Tanrı vergisi olduğunda ve bu nedenle sorgulanmaması gerektiğinde ısrarcıdır.” (s.5455).
İnsancıklar’dan hemen sonra Öteki gelir. Bu roman tam bir başarısızlık olur, çünkü gerçek içeriği anlaşılmaz. Dönemin en önemli edebiyat ve toplum eleştirmeni Vissarion Belinski, Dostoyevski’yi fazlasıyla yetenekli bulsa da kitabı yerden yere vurmaktan çekinmez. Kitaptaki karakterlerin yerinin gerçek yaşam değil tımarhane olduğunu söyler. Böylelikle Dostoyevski’nin delilikle ilişkisi de başlamış olur ve bu niteleme, sonradan bitmeyecek bir eleştiri teması olarak sürekli yer bulur.
Belinski’ye göre Öteki’deki karakterler hastalıklıdır ve Rusya’daki hayatı gerçekçi bir şekilde temsil edememektedir. Frank, hastalıklı kısmına katılmaz ama gerçekçi olmadığı eleştirisinde haklılık payı olduğunu kabul eder. Çünkü bu tam da Dostoyevski’nin yapmaya çalıştığı şey için gereklidir, onun deliliği ve büyüklüğü de buradan gelmektedir. “Dostoyevski; vücuda getirdiği karakterlerin abartılı olduğunu, aşırı, anormal ve dolayısıyla fantastik olarak değerlendirilebilecek davranışlar sergilediklerini kabul etmektedir. Gelgelelim, tüm anormal davranışlarına rağmen bu karakterleri gerçekçi olduğunda ısrarcıdır. Dostoyevski’ye göre onun karakterleri Rus toplumunda zaten var olan fikir ve temayüllere sahiptir, ancak bu fikir ve temayülleri daha gevşek bir şekilde benimserler.” (s.58)
Burada neden daha gevşek bir şekilde benimsedikleri önemli bir sorudur. Başka bir ifadeyle, dışarıdan bakıldığında basit ve herkes gibi insanlar toplumla kurdukları bu gevşek ilişki sayesinde çürümenin etki edemediği karakterlerdir. Bu sayede görünen gerçekliğin dışına çıkabilme imkânı bulan kişilerdir. Dostoyevski’nin esas amacı, çarpıtılmış hayatın dışına çıkarak onu tersyüz etmek ve değişmez düzeni
bütünüyle sarsarak gerçekle yalanı yer değiştirmektir. Küçük insanın büyük isyanına hayat vermektir. “Dostoyevski, esas gerçekçiliğin kendi yaptığı olduğu kanaatindedir, zira kendisine kalırsa o, Rusya’daki hayatın altında yatan gerçekliği tasvir etmektedir.” (s.58)
Öteki’nin kahramanı Golyadkin -Devuşkin’den biraz farklı olarak- orta derece bir memurdur. Hayattaki hırslarını içinde tutmak zorunda hissederek yaşamış olmaktan dolayı çektiği bir acı duymaktadır. Golyadkin hem hırslıdır hem de hırsı küçümsemektedir. Buradan doğan bir iç çatışma halindedir. Bir kişilik bölünmesi yaşar. Buna bağlı olarak daha yüksek bir toplumsal mevkideymiş gibi davranarak, gerçekliği olmayan bir sahte imaj benimser. Gülünç durumlara düşer. Toplumsal açıdan kendisinden yukarıda gördüğü insanları taklit etmek için bir araba ve üniforma kiralar. Hiçbir karşılığı olmamasına rağmen, Klara ile yakın bir zamanda evlenecekmiş gibi alışverişler yapar. Cebindeki kâğıt paraları kabarık görünsün diye daha küçük banknotlar halinde bozdurarak çoğaltır.
Güç karşısında yenilmiş bir karakterdir Golyadkin. İtaatkardır. Hile ve desiseyle yolunu bulmaya çalışır. Kurnazlıklar yapar. Ama gerektiğinde sakin, merhametli, erdemli ve dürüst görünebilmektedir. Diğer bir yanı vardır ki hiçbir şeyi olduğu gibi kabul etmez. Bir kez daha itaat ve isyan arasında salınır durur. “Karakteri itibariyle Golyadkin, yüzleşmek istemediği yönlerini bastırmak için mücadele eden ancak bu mücadelesinde başarısız olan bir figürdür. Golyadkin, baskıcı bir otoriteye itaat etmek ile kendi hırsları arasında bir iç çatışma yaşar.” (s.71)
Ne var ki bu çatışmanın yaşanması tam da bozuk bir düzenin otoritesiyle bozulmuş arzuların karşılaşması gibidir. Rusya’nın halkındaki asıl gerçeklik tam da böylesi çatışmalarda yatmakta ve Dostoyevski’nin gerçekçi bulunmayan gerçekçiliği bu büyük çatışmaların psikolojik içyüzünü bütün canlılığıyla ortaya koymaktadır. İnanılacak bir otorite ve düzen kalmadığında geriye karşı konulmaz hırslar ve arzular kalmakta, küçük insanın içinde tutmak zorunda olduğu cüretkarlığı ve isyanı sayısız insanı deliliğin
sınırlarında yaşatmaktadır.
Soruyu tekrarlamak gerekirse, Dostoyevski deli miydi? Tabii ki hayır! Ama baskıcı ve otoriter bozuk düzenlerin küçük insanlarının deliliğin sınırlarında dolaştıklarını verebilmek için kendisi de deliliğin sınırlarında dolaşmak zorundaydı.
Olay Rusya’da geçse de delilik her yerdeydi!