Ülkemiz haliyle seçim atmosferine girdi ve bu atmosfer içinde dış politika ve dünyadaki gelişmeler ikinci plana düştü. Kampanya konuşmalarında da en azından şimdiye kadar dış politikaya pek değinilmedi. Gerçi daha önceki çeşitli yazılarımda istisnai durumlar hariç dış politikanın seçim kampanyalarında pek bir yeri olmadığını dile getirmiştim. Bu durumun muhalefetin dış politika konularında iktidarla aynı çizgide olduğunun işareti olmadığını ummak istiyorum.
Yine de dünya dönmeye devam ediyor. Dolayısıyla kendimizi tecrit etmemiz pek mümkün değil. Üstelik seçimler bittikten sonra ve iktidar kimin elinde olursa olsun gözümüzü tekrar dışarıya çevirmemiz gerekecektir. Bu itibarla bu yazımda hem doğrudan doğruya ülkemizi ilgilendiren ve son günlerde meydana gelen iki gelişmeye, hem de bu süre zarfında dünyada olup bitenlere kısaca değinmek istiyorum. Tabii belirlediğim konular benim gözümde önem taşımakta olanlardır. Başka birisi farklı gelişmelere dikkat çekmek isteyebilir.
İlk önce ülkemizi doğrudan doğruya ilgilendiren iki gelişme ile başlayalım:
ABD Yönetiminin 259 milyon dolar tutarında F16 yazılım satış kararı: 17 Nisan günü ABD yönetimi Kongreye bu satışı yapma niyetini açıkladı. ABD kanunlarına göre ve Türkiye NATO üyesi olduğu için Kongre 15 gün içinde bu satışa itiraz etmezse gerçekleşmesi mümkün olacaktır. NATO üyesi olmasaydık, bu süre 30 gün olacaktı. Alınan haberlere göre Kongre liderleri bu satışa gayrı resmi olarak onay vermişler. Satışa onayın ülkemizin Finlandiya’nın NATO üyeliğine verdiği onayın ve Yunanistan’la ilişkilerde son zamanlarda meydana gelen yumuşamanın karşılığı olduğu yorumları yapılıyor. Ancak bu satışın çok daha büyük olan ve 20 milyar doları bulan F16’ların modernizasyonu ve yeni model uçak satışlarına da onay verileceği anlamına gelmediği anlaşılıyor. Bunun için ülkemizin daha önemli adımlar atmasının beklendiği basında ifade edilmektedir. Belki bu nedenle iktidar alınan karar üzerinde çok fazla durmamış, gelişme zafer naraları ile karşılanmamıştır. Yine de ABD yönetiminin bu kararı seçim kampanyasının başladığı bir ortamda açıklamış olması dikkat çekmektedir.
Mısır Dışişleri Bakanı Semih Şükrü’nün Ankara ziyareti: Mısır Dışişleri Bakanı uzun bir aradan sonra deprem sonrasında taziyelerini sunmak için ülkemizi ziyaret etmişti. Bundan kısa bir süre sonra Nisan başlarında tekrar geldi. Ancak bir yılı aşkın bir süreden beri karşılıklı atamaların yapılması beklenen iki ülkenin Büyükelçilerinin ne zaman belirleneceği konusunda bir açıklık ziyaret sonrasında ortaya çıkmadı. Şartların henüz olgunlaşmadığı anlaşılıyor. Mısır yönetiminin ilişkilerde normalleşme anlamına gelen Büyükelçi atamalarını sonuçlandırmak için seçimleri beklemek istemesi şaşırtıcı olmaz.
Yine de Mısır başta olmak üzere Arap ülkeleriyle yakınlaşma dikkat çekicidir. Bilindiği üzere iktidar ülkeyi sürüklediği derin ekonomik krizden çıkmak için IMF başta olmak üzere uluslararası finans kuruluşlarına müracaat etmek ve onların kemer sıkma şartlarına tâbi olmak yerine Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi ülkelere dönmeyi tercih etmektedir. Gerçi bu ülkelerin sağlamaya razı olacakları meblağlar ülkemizin muazzam ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek mi belli değil. Diğer taraftan, yardımlar için uluslararası finans kuruluşlarından farklı olarak belki ekonomik şartlar öne sürmüyor olabilirler. Ancak sanki siyasi şartlar öne sürüyorlar gibi bir izlenim ediniyorum. Açıklanmasa da ülkemizin Libya politikasının, Trablus hükümeti ile akdedilen ancak bir türlü Libya tarafından onaylanmayan deniz alanları paylaşım anlaşması ve Doğu Akdeniz yataklarında araştırma faaliyetlerinin derin bir sessizliğe bürünmüş olması, Mısır ile diyalogun tekrar başlatılması belki de Suudi Arabistan ile BAE’nin öne sürdüğü şartların neticesi olabilir. Zira Libya’da ülkemizin ve Mısır ile BAE’nin desteklediği taraflar birbirleriyle savaşmakta idi. Onların desteklediği Bingazi hükümeti de Trablus hükümeti ile akdedilen deniz alanları paylaşım anlaşmasını reddetmişti. Saydamlığı çok sınırlı olduğu mevcut ortamda bu konuda kesin bir kanaate varmak mümkün değil. Ancak mevcut durumun bir tesadüften ibret olmadığı akla gelmektedir.
Biraz da dış dünyadaki gelişmelere bakalım.
Fransa Cumhurbaşkanı Macron ile AB Komisyonu Başkanı Von der Leyen’in Çin gezisi: Son zamanlarda Avrupalı liderler arka arkaya Çin’i ziyaret etti. Bunlar arasında Almanya Şansölyesi Scholz, AB Konseyi Başkanı Charles Michel, İspanya Başbakanı Sanchez, Macron ve Von der Leyen’i zikretmek mümkündür. Brezilya Başkanı Lula ile Almanya Dışişleri Bakanı Baerbock’un da listeye eklenmesi gerekir.
Batılıların esas amacı Çin Halk Cumhuriyeti’nin, Ukrayna’yı istilasının yarattığı bataklıktan bir türlü sıyrılamayan Rusya ile arasına mesafe koymasını sağlamak ve daha önemlisi Rusya’ya silah satmayacağına dair taahhüt koparmak idi. Nitekim Çin Dışişleri Bakanı Alman karşıtına bu taahhüdü açık bir şekilde dile getirdi. Bu da haliyle Batı’da memnuniyetle karşılandı. Tabii Çin’in buna uyup uymadığını zaman gösterecektir.
Konu bundan ibaret olmuş olsaydı, AB için büyük bir başarı kaydedilmiş olurdu. Ancak özellikle Tayvan konusunda farklı mesajlar verilmiş olması, zaten AB’yi tek bir birlik olarak değil, ayrı egemen devletler olarak görmeyi tercih eden Çin’e beklenmedik bir malzeme verdi. Özellikle Macron’un Tayvan konusunda ABD çizgisini takip etmek mecburiyetinde olmadıklarını belirtmesi hem ABD’de, hem de AB ülkelerinde şok etkisi yaptı. Zira Tayvan’ın Çin tarafından kaba kuvvetle ele geçirilmesine Batı göz yumarsa, Uzak Doğu’da bütün dengelerin sarsılacağı ve özellikle Japonya ile Güney Kore’nin Batı ittifakından uzaklaşıp Çin’e yaklaşmak zorunda kalacakları, bunun da Pasifik Okyanusunda hala hatırı sayılır miktarda adaya ve onlardan dolayı geniş deniz alanlarına sahip olan tek Avrupa ülkesi olan Fransa’ya çok büyük zarar vereceği analistler tarafından sık sık dile getirilmiştir. Üstelik Macron’un ziyareti ile nerede ise eş zamanlı bir şekilde Tayvan açıklarına gönderilen Fransız savaş gemisi “Plairial” Fransa politikasındaki tutarsızlığı göz önüne sermiştir. Gerçi Macron sonradan sözlerini tevile çalışmışsa da, zarar gerçekleşti, AB’nin yekpare bir bütün olarak hareket edemediği bariz bir şekilde ortaya çıktı, hatta aynı zamanda Beijing’de bulunan Von der Leyen’in Çinlilerin istiskaline uğramasına Macron tarafından itiraz edilmemiş olması en azından bölgede AB’nin inandırıcılığına büyük bir darbe indirdi.
Jack Teixeira adlı 21 yaşındaki ABD yedek hava askerinin yayınladığı belgeler: Massachussets eyaletinde görevli genç askerin birkaç yüz belgeyi daha çok aşırı sağcı, silah meraklısı gençlerin toplandığı bir internet sitesinde yayınlaması ABD’de şok yarattı, dış dünyada da eğlence ve alay konusu teşkil etti. Üstelik bu olay kendi türünden ilk değil, üçüncüdür. Genç askerin en gizli belgelere ulaşmasını sağlayan güvenlik belgesinin kendisinden başka 1,3 milyon kişide bulunması gerçekten ve haklı olarak özellikle ABD ile en yüksek derecede istihbarat paylaşan Five-Eyes (Beş Gözler) ülkelerini (Birleşik Krallık, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda) tedirgin etmiş, ABD’nin sır tutma kapasitesi hakkında ciddi ve haklı tereddütlere yol açmıştır. 11 Eylül 2001 saldırılarından önce ABD’de birden fazla olan istihbarat servislerinin aralarında yeterli bilgi paylaşmadıkları ve facianın malum boyutlara ulaşmasında bunun bir etken olduğu iddiaları üzerine öbür istikamete gidilerek paylaşımın nerede ise sınırsız yapıldığı anlaşılmaktadır.
Yayınlanan belgeler daha çok Rusya-Ukrayna savaşındaki gelişmelerle ilgili değerlendirmeler olup, ABD makamlarının Ukrayna’nın mukavemet gücü hakkında duydukları tereddütlerin belgelere yansıması bu ülkeyi haliyle kızdırmıştır. Belgelere bakılırsa Wagner adlı Rus milisi, ülkemizden silah tedarikine teşebbüs etmiş, ancak bunda başarılı olmamıştır. Buna karşılık İslamcı teröristlere karşı mücadele verilen Afrika ülkesi Mali’de ülkemizin Wagner ile işbirliği içinde olduğuna yönelik iddialar da belgelerde yer almaktadır.
Sudan’daki iç savaş: Geçtiğimiz hafta birdenbire patlayan Sudan’daki düzenli ordu ile milis kuvvetleri arasındaki çatışmalar birkaç gün içinde 400’den fazla ölüme yol açtı. Biri Cumhurbaşkanı, diğeri de Cumhurbaşkanı yardımcısı tarafından kontrol edilen güçler arasındaki denge bu ölümüne savaşın durdurulmasını zorlaştırmaktadır. Dış dünya tabii bu kadar vahşet karşısında acz içinde kalmış, diplomatlar dahil kendi vatandaşlarını acilen ülke dışına çıkarmak için zamana kaşı yarışa girmiştir. Ülkemiz de aynı konumdadır. Havaalanının kapalı olması başkent Hartum’un da denize bir hayli uzakta olması tahliye işlemlerini güçleştirmektedir. Bu savaşın taraflardan birinin ani bir şekilde mücadeleyi kaybetmesi olasılığı gerçekleşmez ve çatışmalar devam ederse bu kanlı iç savaşın dünya kamuoyunun gündeminde uzun süre oturması kaçınılmazdır. Üstelik farklı Arap ülkelerinin farklı tarafları desteklemeleri de ayrıca bir ilave karmaşa sebebi teşkil ediyor. Bağımsız olduğu 1956 yılından bu yana istikrara kavuşamayan, zaten ikiye bölünen ve bir türlü eli kanlı diktatörlerden kurtulup bir demokratik hukuk devletine dönüşemeyen zavallı Sudan’a ve halkına üzülmemek mümkün değil.
Yukarıda da belirttiğim gibi başlıklar halinde özetlemeye çalıştığım kendi tespit ettiğim farklı konulardaki gelişmeler son haftalarda meydana gelen tek olaylar değil. Dünya dönüyor ve kamu oyumuz ile medyamız başka meşgalelerden dolayı onlara pek odaklanamasa bile her yerde bizi doğrudan veya dolaylı bir şekilde etkileyen bir şeyler oluyor.