New York Times’ın 21 Eylül 2024 tarihli “Arnavutluk kendi başkenti dâhilinde yeni bir Müslüman devlet tasarlıyor” başlığıyla çıkan makalede, Arnavutluk Başbakanı Edi Rama’nın Tiran’da Bektâşî Tarikatı’na Vatikan-tipi bir egemenlik vermek istediği ifâde edildi.
İlginç olan, mevzubahis plânın hem Arnavut hem de dünya kamuoyuna ilk kez bu vesileyle açıklanmasıydı. Arnavutluk siyâsî çevrelerinin dahi dünyanın geri kalanıyla aynı ânda keşfettiği inisiyatifin doğrulamasını Rama, 22 Eylül 2024 tarihinde, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’ndaki hitâbında yaptı.
Arnavutluk lideri BM kürsüsünde, “Bektâşî Devleti, birlikte yaşamanın hoşgörü ve barış merkezi olacak” dedi.
Peki, ama Rama böylesi bir plâna niçin ihtiyaç duydu?
Gelin, inşâ edilmek istenen bu mikro-devletin Arnavutlar arasında, bölgede ve ötesinde ne gibi “makro” neticeleri beraberinde getirebileceğine birlikte mercek tutalım.
Bektâşîliğin Arnavut tarihindeki istisnaî yeri
Bektâşîliğin Arnavut ulusal kültürünün yoğrulmasındaki muazzam katkılarının inkârıyla, Arnavut ulusal bilincinin inkârı neredeyse eş anlamlı olur.
Gerçekten de Bektâşî tekkelerin – bilhassa 19’uncu yüzyılın son demleri ile 20’nci yüzyılın şafağından itibaren – Arnavut alfabesinin, dilinin ve “oluş” hususiyetlerinin kodlanması, öğretilmesi, yaygınlaştırılması noktalarında ciddi bir işlev gördüğü yadsınamaz. Dahası, bizzat Arnavut Ulusal Uyanışı’nın fikir-dokuyucuları ve aksiyonerleri arasında en büyük isimlerin – ki bunların başında Frashëri ailesi gelir – Bektâşî kimliği haizdir.
Arnavut milliyetçileri nezdinde Bektâşîlik, kadim Arnavut geleneklerinin muhafazasında aktif bir rol oynamış, farklı dinî ufuklardan gelen Arnavutları “ulusal tutkal” mahiyetiyle birbirine yakınlaştırmış ve meşhur Katolik Arnavut şair Pashko Vasa’nın – ki Osmanlı İmparatorluğu’nda Valilik de yapmıştır – “Arnavutların dini Arnavutluktur” dizelerinin yaşatılmasına bilfiil vesile olmuştur.
Dolayısıyla Bektâşîlik-Arnavutluk ilişkisi, bugün Batı Balkanlar’da Arnavut varlığının coğrafî derinliğini kavrayan “doğal Arnavutluk” hakikatinin ulaştığı her noktaya değin sirayet etmiş vaziyettedir. Hâl böyleyken, mesele elbette azınlık olan Bektâşîlerin sayısı değil – Bektâşîliğin kendisinin semboliği olduğu belirtilmeli.
1913 yılındaki Londra Konferansı’nın itinayla kesip-biçtiği Arnavutluk (veya günümüzün “doğal Arnavutluk’u), muhtelif parçalara ayrıldı ve elbette her toprak karışı farklı deneyimlerden geçti.
Gerçek şu ki, İkinci Dünya Savaşı yıllarında dahi hem komünist partizanlar arasında hem de katı milliyetçiler arasında Bektâşîler daima hazır bulunageldiler. Dahası gerek Sünnîler gerekse de Katolikler ve Ortodokslar gibi – bulundukları yere göre – ya Enver Hoxha’nın “ateist Kültür Devrimi”ne ya da Tito’nun Arnavut-düşmanı çizgisine muhatap kaldılar.
Post-komünist dönemle birlikte Arnavut havzasındaki Bektâşîlik “diri” bir topluluk olarak kalmayı başarmışsa da eski tarihsel dinamiğinin çok gerisinde kaldı.
Tâ ki, Rama’nın “Egemen Bektâşî Devleti” çıkışına kadar.
Arnavutluk muhalefetinin dilindeki iddialar
Arnavut kamuoyunda böylesi bir plânın yürürlüğe konulmasını gerektirecek ne bir toplumsal basınç ne de bir siyâsî talep vardı.
Peki, ne oldu da Rama herkesi ters köşeye yatıran bu hamleyi yaptı?
Muhalifler, Rama’nın iktidarının kıta Avrupa’sında tartışmaya açıldığı bir döneme denk gelmesi hasebiyle açılan kartı en hafif tâbirle “mânidar” buluyorlar. Örneğin bundan henüz 10-12 gün kadar önce Alman Der Spiegel dergisinde yayımlanan bir makalede, Edi Rama’nın iktidarına atfedilen “yolsuzluk” iddiaları etraflıca gündeme taşınmıştı.
Rama’nın karizmasının “cilâlanması” icap eden bir bağlamda, bir “gizli el”in Arnavutluk Başbakanı’nın imdadına yetişmiş olabileceği tezi işleniyor.
Bahsi geçen bu “gizli el” ise Soros isminden başkası değil.
Yıllar içinde Batı Balkanlar’da mühim ve “kaçınılmaz” bir aktöre dönüşen Soros’lar – özellikle veliaht Alexander Soros kanalıyla – bölgede ciddi yatırımlar yapmanın yanında “stratejik” inisiyatiflere de öncülük ettiler ki, “Open Balkan” platformu bunlardan en cüsselisi konumunda.
Mal, hizmet ve kişilerin hareket özgürlüğünü odağına alan Open Balkan inisiyatifi, esasen Batı Balkanlar 6’lısının (Arnavutluk, Sırbistan, Kuzey Makedonya, Karadağ, Bosna-Hersek ve Kosova) katılımı için tasarlandıysa da zamanla yalnızca Arnavutluk-Sırbistan-Kuzey Makedonya üçlüsünün dar iş birliği zeminine evrildi.
Bosna-Hersek ve hususen Kosova, Open Balkan’ın Büyük-Sırp şovenizminin yayılmacı emellerine hizmet ettiğini düşündüğünden desteğini esirgedi.
Arnavutluk muhalefeti de Open Balkan’a karşı sert ve net bir tutum sergileyerek, asıl gâyenin bölgeyi Avrupa Birliği (AB) üyeliğinden uzaklaştırmak suretiyle Sırbistan Cumhurbaşkanı Vuçiç’in “oyun sahası”na çevirmek olduğunu beyân etti.
Open Balkan’ın bir diğer sonucu Arnavutluk ile Kosova arasındaki ilişkilerin bozulması oldu. Öyle ki, Kosova Başbakanı Albin Kurti, Arnavutluk’la “geniş Arnavut menfaatleri” üzerinden gitmek istediklerini ve fakat Rama’nın ısrarla “Open Balkan çerçevesini dayattığından” birçok kez yakındı.
Şimdi, “Egemen Bektâşî Devleti” bahsinde de Soros’un benzer bir ajandayla hareket edebileceği muhaliflerce öne sürülüyor.
“Bir taşla birkaç kuş” anlayışı uyarınca Soros’un bu vesileyle (1) İslamofobinin yükseldiği bir düzlemde Avrupa başkentlerine nefes aldırabilecek yeni bir “pencere” açarak Rama’nın tartışılan meşruiyetini onarabileceğini ve (2) nüfusunun çoğunluğu Sünnî olan Kosova (ve bir ölçüde Kuzey Makedonya) Arnavutlarıyla Tiran’ın arasını daha da açabileceğini hesaplamış olabilir mi?
Açıkçası sormaya değer sorular.
“Egemen Bektâşî Devleti”, Sünnî İslâm’a Avrupa’da bir sınır mı?
Arnavut havzasındaki “İslâm” idrâkinin “ana hattı” Hanefî-Mâturîdî çizgiden mülhemdir. Her ne kadar 1990’lı yıllardan itibaren diğer damarlardan da çeşitli teşebbüsler olduysa da genel manzara pek değişmedi. Dahası itikâdî farklılıklar-nüanslar (ve dini yaşayış yoğunluğunun muhteviyatı) bir yana, Arnavut nüfusun çoğunluğu – en azından oransal olarak – kendini daima Sünnî blokta konumlandırdı.
Oysa şimdi siyasal erk eliyle Bektâşîlik, “hoşgörü ve barışın yaşatılması adına” argümanıyla devletleştirilmek isteniyor.
Aslında her şey (ve sorunun büyüğü) meselenin resmî “sahipleniliş” ve takdim şeklinde başlıyor dersek, sanırım yanılmış olmayız.
Şüphesiz ki, Bektâşîlik, tahammülü ve sevgiyi benimser, savunur ve aşılar – bunda itiraz edilecek hiçbir şey yok. Oysa “hoşgörünün ve barışın formülü yegâne formülü, tecessümü ve çatısı ancak budur/ bu olabilir” denildiğinde, bambaşka bir kalıp tezahür eder.
Karşımızda İslâm düşmanlığının günden güne radikalleştiği ve dizginlenemez boyutlara ulaşarak adeta kitleselleştiği, kurumsallaştığı bir kıta Avrupa’sı vakıası varken, Rama’nın böylesi bir adımı atmasını (yahut atmaya teşvik edilmesini) “masumâne” olarak görmek güçleşiyor.
“İslâm’ın müspet yüzünü göstereceğiz ve bunu Bektâşîliği devletleştirerek yapacağız” demek, insanları İslâm’ın diğer yüzlerinin (ki, burada dolaylı olarak kastedilen Sünnî yorumlar oluyor) menfi olduğu düşüncesine/çıkarsamasına sevk eder ki, bu fevkalâde tehlikeli.
Enver Hoxha, 1960’ların sonlarında giriştiği “Kültür Devrimi”yle, tüm dinlere ve dinî yorumlara savaş açmıştı.
“Din” unsuru toplumsal hayattan bütünüyle çıkarılmış, lâğvedilmişti. Camiler, tekkeler, kiliseler – hepsi eşitçe dönüştürülmüş veya yıkılmıştı. Başka bir deyişle, farklı dinlerin mü’minleri Hoxha’nın ceberut sistematiğinin eşit mağdurlarıydılar.
Tarih’in bir ironisi olsa gerek, Hoxha’dan yaklaşık 50 yıl sonra Arnavutluk, bu defa tam tersi istikâmette, bir “sezaro-papist” politikayla bir dinî yorumu “resmen” kayırarak “devletleştirme” yoluna giriyor.
İşin en paradoksal ve hatta biraz da “traji-komik” boyutu ise, Hoxha’nın siyâsetinin Arnavutları belli bir noktada “yalnızca Arnavutluk aidiyeti/kimliği esas alınarak” kaynaştırmak amacını gütmesi iken, Rama’nın siyâsetinin “Arnavutlar arası ayrılığın körüklenmesi” mecrasına dökülmesidir.
Ne beklemeli?
Bir kısım Arnavutluk eliti uzunca bir süredir “Arnavutluk-İslâm” ilişkisinin ülkenin (ve dahi topyekûn Arnavut havzasının) Avrupa’yla entegrasyonunun önünde bir engel oluşturduğu görüşünde. Dahası, İtalya’nın Arnavutluk üzerinde gitgide büyüyen nüfuzunun söz konusu görüşün kristalize olmasına (edilmesine) yaradığı da kayda geçmeli.
Elbette bu eliti halkla eşitlemek mümkün değil. Fakat hâlihazırda Bektâşîliğin temsil ettiği tarihsel Arnavut ulusal semboliğinin ardında saklanarak bir “küresel manevra”yı gerçekleştirmeye hazırlananın da yine siyâseti icrâ eden bu elit olduğu açık.
Açıkçası, Rama’nın kararı Arnavutluk’un egemenliğini ve toprak bütünlüğünü hiçe sayacak cinsten. Öte yandan Rama’nın Arnavutluk’taki iktidarı neredeyse “mutlak” karakterde. Yâni bu kararını Parlamento’dan onaylatabilir. Cumhurbaşkanlığı makamının da kuvvetli bir itirazda bulunacağını/bulunabileceğini sanmıyorum. Bir ihtimalle Anayasa Mahkemesi son kertede devreye girebilir, fakat ondan da tereddütlüyüm.
Bu büyük ve konjonktürel bir “propaganda” balonundan ibaret olabilir mi? Rama’nın BM konuşmasından evvel buna belki ihtimal verebilirdim fakat artık iş ciddiye bindi.
“Egemen Bektâşî Devleti” tasavvurunun belli başlı getirileri olacağı aşikâr.
Mesela bu sâyede Rama hem mevcut Avrupa statükosuna hem de Avrupa bünyesinde örülen ve ulusal-sağların öncülüğünü üstlendikleri yeni paradigmaya eşzamanlı göz kırpıyor. Sünnîliğin her türlüsünü Avrupa’dan ırak eylemek isteyen her muhit bu karardan memnuniyet duyar.
Peki, ama ya götürüleri?
Bu karar zaten yeterince savruk bir profil çizen bölge Arnavutlarını yekpâre bir tarzda seferber etmek yerine iyice dağıtacak, bölecek ve ayrıştıracak. Üstelik bölgede zaten “kısıtlı” olan ülke etkisini daha da geriletip iyice sıkışmışlığa terk edecek.
Yunanistan’la arasının – muhtelif tarihsel ve güncel gelişmeler ışığında – zaten yeterince kötü olduğu bir süreçte, en yakın ve doğal müttefiklerinden Türkiye’yi de belli düzeyde (sahip olunan Alevî-Bektâşî nüfusunun gövdesi ve hacmi de dikkate alındığında) “irite” edebilecek oluşu da cabası.
Kısacası Rama, engebeli bir yol seçmişe benziyor.
Nihayetinde bu karar yeterince ölçülüp-tartıldı mı, emin değilim. Fakat önümüzdeki safhada Tiran’ın diplomasi trafiğinin had safhada artırması gerekeceği kesin.
Aradan biraz zaman geçip, meseleyi kuşatan sis perdesi dağıldığında, esas amaçlar da belirginleşecektir.