Mütedeyyin insanların dinlemeyi de, anlatmayı da çok sevdiği bir olay vardır. “Emaneti ehline veriniz” âyetinin inmesine sebep olan olaydır bu…
Kaynaklarda farklı versiyonları olmakla birlikte, olayın özü ve özeti şudur: Mekke’nin fethedildiği günlerde, Peygamber aleyhissalâtu vesselam, Kâbe’nin içine girmek ve putlardan temizleyip orada namaz kılıp dua etmek ister. Muzaffer bir ordunun komutanı olarak, isterse bu arzusunu zor kullanarak yerine getirebilecek güçtedir, ama o bu yolu tercih etmez. Nesiller önce Kureyş içerisinde yapılan işbölümünde orduda sancaktarlık ile birlikte Kâbe’nin anahtarını uhdesinde bulundurma şerefi de kendilerine verilen Abduddar oğullarına haber yollar ve kendisi için Kâbe’nin kapısını açmalarını rica eder.
Bu, onun bu konudaki ilk ricası değildir. On küsur sene önce, henüz Medine’ye hicret etmemişken de onlardan böyle bir ricada bulunmuş, ama o tarihte Abduddar oğullarından hiç de hoş olmayan bir muamele görmüştür. Lâkin şartlar artık değişmiş haldedir. Resûlullah muzaffer bir başkumandan olarak rica değil, isterse emreder, hatta isterse kapının açılmasını zorla temin eder. Buna rağmen o bu yolları seçmeyip güzellikle Kâbe’nin kapısının açılmasını istemiştir.
Şunu da belirtelim: Abduddar oğulları, en önde gelenleri Kureyş ordusunun sancaktarı olarak Uhud’da İslam ordusunun kılıçlarıyla hayatlarını kaybettiğinden, İslâma düşmanlıkta en ileri giden Kureyş boylarından biridir. Maamafih, aralarında istisna isimler de vardır. İlk mü’minlerden olup Uhud’da İslâm ordusunun sancaktarı iken şehit edilen Mus’ab b. Umeyr de Abduddar oğullarındandır. Babası, amcası ve kardeşleri Uhud’da öldürülen Osman b. Talha ise Hudeybiye barışından sonra İslam’a yönelmiştir.
Neticede, Abduddar oğulları, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın ricasına icabetle kapıyı açarlar. Ama bu arada, Kureyş’te saygınlık yarışı içinde oldukları Hâşim oğullarından bir isim, Peygamber’in amcası Abbas, anahtarın artık Abduddar oğullarından alınıp Hâşim oğullarına verilmesi talebiyle Resûlullah’a gelir. Çünkü bu görev, Abduddar oğullarına büyük bir prestij bahşetmektedir. Hem Kureyş içinde hem bütün Arap kabilelerinin gözünde, Kâbe’nin bakımını yapma ve anahtarlarını elinde tutma (sidâne) görevi, kabileler arası işbölümünde Hâşim oğullarının uhdesine verilen hacıların su ihtiyacını temin etme (sikâye) görevinden daha prestijli bir mevkidedir.
Emanet âyeti işte bu şartlarda iner ve âlemlerin Rabbi en muktedir gözüktükleri şartlarda mü’minlere vazgeçilmez iki temel ilke olarak ‘emaneti ehline verme’yi ve ‘adaletle hüküm verme’ gereğini hatırlatır: “Ey iman edenler! Allah size emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir” (Nisâ, 4:58).
Farklı versiyonları ile rivayetlerin toplamından anlaşılan o ki, Hâşim oğulları galip ordunun en önde gelen boyu, kendileri ise Mekke’nin teslim olmuş müşrik boylarından biri oldukları halde Kâbe’nin anahtarıyla ilgili mevcut hakları üzerine inen bu âyet, Abduddar oğullarının İslâm’a yönelik geçmişten gelen nefretini izale eder, kalblerini İslâma karşı yumuşatır. Ve çok zaman geçmeden, daha önceden İslâmı seçmiş Osman b. Talha’nın kuzeni Şeybe b. Osman’dan başlayarak, onlar da Müslümanlar arasına katılırlar.
Âyetin mesajı, iniş sebebiyle birlikte, açık ve nettir. Allah emanetler ve işler konusunda ‘ehliyet’i temel ilke olarak koymakta, ‘asabiyet’le hareketi ise men etmektedir. ‘Bizden-onlardan’ ayrımı değil, ehliyet ve liyakat temel ilkedir. Âyet, emaneti ehlinize değil, ‘ehline’ vermelisiniz diye emretmektedir.
Mesajı bu kadar açık, nüzul sebebi bu kadar net, mucebince amel edildiğinde ortaya çıkan netice ise bu kadar aşikâr olan bu âyetin emrine bu ülkede bugünün dindarları ne kadar riayet etti ve ediyor diye sorduğumuzda, karnede kocaman bir sıfıra benzeyen bir not beliriyor maalesef. Önce zamanında kendilerine ‘ne istedilerse verilen’ dinî cemaat görünümlü bir yapı âdeta kanserli hücre gibi el attığı hiçbir yerde kendisi dışında hiç kimseye hayat hakkı tanımaz surette yapılandı ve bu uğurda KPSS yolsuzluğu ve soru çalma gibi yolları utanmadan irtikap etti. Bu usulsüzlüklere göz yummanın feci sonuçları görülmüşken, 15 Temmuz sonrası meşhur Yenikapı mitinginde Kemal Kılıçdaroğlu’nun emanet âyetine atıfla hatırlattığı üzere, hiç olmazsa bundan sonra emanet ve liyakat ilkesine uygun davranılacağı yönündeki umutların sönmesi ise uzun zaman almadı. Bu kez, sözüm ona ilgili yapıya yeni bir fırsat tanımama bahanesiyle bir mülakat rezaleti üretildi ve devlet kadrolarına yapılan bütün alımlarda, ‘bizden’ diye tesbit edilenlere fırsat temin etmek için, yazılıda yüksek not alan ama ‘bizden’ listesine ve referansına sahip bulunmayanları eleme yoluna gidildi.
Nitekim, bu kadar senedir hiçbir ay geçmiyor ki, herhangi bir kamu göreviyle ilgili bir yazılı sınavda doksanlı notlar alanlar mülakatlarda uyduruk düşük notlarla elenirken, yazılı sınavda düşük not alanların çok yüksek mülakat notlarıyla göreve atandığına dair haberler işitilmesin.
Dahası var. Sınav sonucuyla tayin gerektiren kimi görevlere, mevzuattaki boşlukları kullanarak dolanmak suretiyle yakınını, yandaşını paraşütle tayin etme gibi yollara tevessül edildiğini de biliyoruz. Keza, mesela üniversiteye öğretim üyesi alımlarında, önceden belirledikleri isimler dışında kimsenin başvursa da kazanamayacağı adrese teslim şartlar belirlemek suretiyle birileri dışında başkaları zaten baştan safdışı bırakılıyor…
Bütün bunlara rağmen kazara istenmeyen bir kişinin kazanıp istenen kişilerin atanamadığı durumlarda ise, ilgili sınavın iptal edildiğine, ileri bir tarihte yeniden yapılacağına dair haberler çıkıyor karşımıza.
Emaneti ve görevi hak edene değil, hak etmese de ‘bizden olana’ vermenin en son örneği, geçen hafta vuku buldu. Hazine ve Maliye Bakanlığı uhdesinde defterdarlıklara personel alımıyla ilgili başvurularda, hemen her vilayette, ilgili alandaki ehliyet ve liyakatın asıl ölçüm zemini olan yazılı sınavda doksanlara varan yüksek not alanlar mülakat sonucu elenirken, yazılıda en geride kalan nicelerinin yüksek mülakat notlarıyla kazananlar listesine alındığını okudu gözlerimiz. Karar gazetesinden Merve Şişman’ın özel haberi, bu durumu olanca çıplaklığıyla ortaya çıkarır nitelikteydi. Öyle ki, 32 vilayetin sınav birincileri, mülakatla elenmişlerdi!
Bir görevi ‘bizden değil’ diye ehil olup hak edenden alıp ‘bizdendir’ diye hak etmeyen ehliyetsize vermek (veya şöyle ifade edelim: en ehil olandan alıp ehliyetçe en geride olana vermek), en başta, yapılacak işin kalitesini düşürdüğü için bütün bir halka ve bütün bir ülkeye kötülük anlamını taşıyor.
Bu, öte taraftan, bu ülkenin gençlerinin, özellikle de daha fakir ailelerden gelen gençlerin umudunu çalmak anlamına geliyor. Çünkü evvelki onlarca yılın içindeki belki milyonlara varan başarı hikâyelerinden biliyoruz; çok dezavantajlı şartların içinde doğan nice çocuk, eğer okula ve derslerime sıkı çalışırsam hem kendimin hem ailemin ve çevremin şartlarını iyileştirebilirim umudunu taşıyordu ve bu ülke bugün aslında böyle milyonlarca başarı hikâyesiyle iki yakası bir arada duruyor.
Dindar veya seküler ayırmaksızın, sırf bu iki sebepten, ortalama bir aklın ve vicdanın liyakat ve ehliyeti çiğnemekten, ayrımcılık ve kayırmacılıktan uzak durması gerekir ve beklenir. Diğer bir deyişle, bunun böyle olduğunu anlamak için, ille de emanet âyetini de içeren Kur’ân’a iman eden bir mü’min olmak gerekmez. Allah’ın verdiği akıl ve vicdanla, insan olan ve insan kalan herkes bunun böyle olması gerektiğini bilir.
Söz dindarlara geldiğinde ise, elbette bu konuda daha da ziyade bir hassasiyet üzere olmaları beklenir. Çünkü emaneti ehline vermek, kayırmacılıktan uzak durup adil olmak, inandıkları Allah’ın onlara bir emridir. Ve bile isteye Allah’ın bu emrini çiğnemek, hem Allah’ın hem de hak ettiği işi elinden alınmış kulların hukukunu çiğneyerek çok ağır bir vebal yüklenmek anlamına gelmektedir. Hesap Gününe inanan her mü’minin, yanına kâr kalmayacak böylesi bir vebalden titreyerek ürkmesi ve sakınması beklenir. Velhasıl, gerçekten dindarım diyen birinin böyle birşeyi irtikap etmesi tanım gereği imkânsız gözükmektedir.
Gelin görün ki, imkânsızın vâki olduğunu senelerdir görüyoruz. Onca senedir, din ile dünyalık tahsil eden birilerinin elinde ehliyet ve liyakat ilkeleri ayaklar altında çiğnenip nice insanlara haksızlık edilirken, ‘dindar câmia’nın ne yaptığını sorduğumuzda karşımıza çıkan cevap ise insanı dehşete sevkediyor: Gördükleri halde susanlar olduğu gibi, bazıları bu vebalde dahi kalmadılar. Bilakis, meseleye ‘yağmadan bir hisse’ gözüyle baktılar ve ağlarını, bağlarını, ilişkilerini kullanarak kendileri yahut yakınları için de bu haksızlıkla bir sonuç, bir görev, bir tayin alma çabasına giriştiler. Esefâ ki, dinî cemaatler, tarikatlar, vakıflar, dernekler, kanaat önderleri, âlimler, vaizler, kalem erbabı; az sayıda istisna dışında hepsi, bu yapılanın vebal olduğunu yönetenlere hatırlatmak ve onları uyarıp vazgeçirmek yerine, kayırma listesinde yer kapmak için pazarlıkların, kulislerin, temasların bir parçası olmayı tercih ettiler.
Geçen hafta Karar gazetesinin açıklıkla ortaya koyduğu mülakat skandalı sosyal medyanın da etkisiyle her taraftan duyulalı beri, sözünü ettiğim bu kesimlerden bir açıklama, bir itiraz bekledi gözlerim ve kulaklarım. İlgili bakanlıktan bir ‘pardon’ özrü ve sınavı yenileme açıklaması… İktidardaki partiden bir ‘bu bize yakışmaz’ itirazı… Cemaatlerden, tarikatlardan ulemadan, şeyhlerden, kanaat önderlerinden, ilahiyat camiasından, Diyanet’ten, söz ve kalem erbabından bir “İnsaf yahu! Allah’ın emrine uyun; emaneti ehlinize değil, ehline verin!” beyanı…
Hiçbiri olmadı elbette.
Emaneti ehline vermeyi emreden âyetin sonunda âlemler Rabbi, “Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir” buyuruyordu oysa. Semî ve Basîr isimlerini bu şekilde hatırlatarak âlemler Rabbinin verdiği mesaj belliydi: Yapıp ettikleriniz, yapmanız gerektiği halde etmedikleriniz, söylememeniz gerekirken söyledikleriniz ve söylemeniz gerektiği halde söylemedikleriniz… Allah hepsini görüyor, biliyor, işitiyor ve hepsinin hesabı muhakkak görülecek.
Haksızlık etmeyelim, konuşanlar da vardı. Ama bu haksızlığa karşı bir uyarı için değil, inandığı dini iki paralık eden icraatları sorgulayan insanları susturmak için konuşanlar… Meselâ onlardan biri, nice gencin hakkına girilen ve umuduna kastedilen bu zalimliğe iki kelimelik bir tepki vermek yerine, enerjisini dindarların sorumluluk alması gerektiği halde sustuğu bir meseleyi hatırlattığım bir önceki yazım sebebiyle kendisine yakışan çirkin lâflarla beni birilerine hedef gösterme derdindeydi.
Dindar-seküler diye ayırmadan, hiçbir akıl ve vicdan sahibi insanın kabul edemeyeceği böyle bir haksızlığı kendine helâl gören böyle bir ‘dindarlık’la, bu dini gerçekten sevenlerin elbette bir meselesi var, olmalı ve olmak zorunda.
Çünkü böylesi indirgenmiş, menfaatçi ve haksızlığa çanak tutan asabiyetçi bir ‘dindarlık,’ bu ülkede din ile insanlar arasındaki en büyük engeli oluşturuyor.
Çoğunluğu o an müşrik olan bir kabilenin hukukunu koruyan “Emaneti ehline veriniz” âyeti, onların kalblerini İslâma karşı yumuşatmış ve Kâbe’nin anahtarı onlara geri verilirken kalplerinin kilidi çözülüp imana açılmıştı. O âyetin emrini çiğnemeyi kendine hak gören bugünün ucube dindarlığı ise kalbleri İslâmdan soğutuyor.
Buna ne razı olunur, ne de bu duruma susulur… Sadece yapan değil, susan da bu durumda sorumludur!