Geçen pazar “Kılıçla kazanılan kırathane” yazımda çocukluk yıllarında tanıştığımız bir “kabadayı”nın büyüttüğümüz hikâyesine değinmeye çalışmıştım. “Eski kabadayılar” efsanesine uydurabileceğimiz tek profil oydu belki çevremizde.
Öyle rütbelerden padişaha, ağalara başkaldıran “eşkıya”nın, beylerin de destanları vardı ama o günlerde “O iyi insanlar, o güzel atlarına binip” gitmişler. Eşkıyanın sözlükteki net karşılığı, önüne geçmiş destanının. Güncellenmesi zor.
Kabadayı o kadar değil gibi; çocuklumuza, hatta tüm hayatımıza on aşağı, on beş yukarı uydurulmaya çalışılan sürümleri olmuş zira. Bazıları cilaya da uygun… Şiddetle senli benli, samimi olabilmen için pusuda.
Okumuş Çocuklar Mahallesi
Muhitimiz esasında “Okumuş Çocuklar Mahallesi”. Çocukluğumuzun okumuşluğu şiddetin lezzetine espri katan Tommiks-Teksas ailesi değil sadece. Sahiciliği uzaklardan, biraz şüpheli. Ecnebi çizgi romanlarda yumruk filan “Smack” diye seslendiriliyor; ne kadar uğraşsak da o sesi çıkarmak imkânsız. Belki o yüzden daha “gerçekçi” (resimsiz) kitaplar da çok okunuyor. Resmini kendin çiziyorsun hayalinde.
Şiddet hovardası Mike Hammer, erkekliğin Sir’ü “Bond, James Bond” da gözde ama mahallede elden ele gezen Takas Kütüphanesi geniş. Verne, Twain, Dickens’dan ibaret olmayan klasiklerle dolu. Okurken yormayanları… Köyüyle, şehriyle “Dolu Dolu Anadolu” edebiyatı da mebzul.
Tempoyu düşürmezse… Hepsi bir solukta bitiyor. Evlerde henüz TV olmadığı için ne yapacaksın zaten; hayallerini gönlün setinde kurup, gözün perdesinde seyrediyorsun. Repliklerimiz kitaplardan intihal, filmlerden devşirme. Tekrarladıkça aksan oluyor bazısında.
Müzikalin enstrümanı sustalı
Velâkin onların da çoğu bir yerinden, bir şekliyle şiddete, kahramanlığa, cesarete, “erkeklik”e düğümlenmiş. Teorisini oralardan alıp pratiğini çizgi romanlarda, anında tükettiğimiz gişe filmlerinde görüyoruz sanki. Adı henüz konmamış karizmanın öyle maddelerinin ispatı da olduğu kadarıyla hayatın arenalarında, meydanlarında… Seyircisi, alkışı onun da çok.
En gözde müzikalimiz bile dans ederek birbirine sustalı çeken delikanlıların, “Batı Yakası’nın Hikâyesi”. Sustalı da enstrüman; ritme uyuyor, şarkı bile söylüyor. O günlerde bizim için filmin ana fikri o. Sahada, düelloda kazanılan aşk da, başkaldırı da var elbet. Romantizm iştah açıcı, şiddet romantizmi ise tadından yenmiyor.
Ben Hurlar, Spartaküsler, Alamo Fedaileri, kovboy filmleri, İkinci Dünya Savaşı çeşitlemeleri, “richter”i yüksek aşklar-savaşlar, her hafta gişe rekoru kırıyor. Kahramanlık perdede, bileti karaborsa… Üstüne tarihten bugüne bizim kahramanlarımız. Şiddeti süzüyorsun oralardan. Buluyoruz bünyemize, meşrebimize elverişli olanı. Olmadı, özeniyoruz gizlice.
Perdedeki kahramanlar dün gibi
Hepimiz bir dönem don lastiği atan tüfekle, tabancayla Kovboy, ok-yayla Kızılderili, savaşına göre kılıç-kalkanla “akınlarda çocuklar gibi şen” Akıncı yahut Şövalye olup geziyoruz mahallede… Kahramanları sinema salonundan izleyicince her şey dün gibi. Akşam yattığımızda kahramanlar arkadaşlarıyla yatağımıza geliyor; biz rüyâsına Spartaküs, Gerenimo olarak hazırlanıyoruz.
Eski kabadayıların kahramanlık destanlarına dönersek… Onların da adı-namı, efsanesi çeşitli. Rüyâsı, hülyâsı renkli… “Kabadayı”yı andıran ecnebileri de var ama bizimkisi Osmanlı. Onlarınki Haçlı nihayetinde… Bileğimizi bükemez; îmansız, olsa olsa îmana getirilir.
Mahallede kahramanları kıyaslama tartışmalarında “Benim babam seninkini döver” meselesi sınır tanımıyor zaten. Tek dişi kalmış medeni dünyayla “hanım evlâdı” arasındaki bağlantıyı da kendimizce kavramışız. Sinemanın bıçkın yer göstericisi Amerikalı külhan gençleri beşinci kez seyrederken, “Bir kafa atsan devrilir” diyor kulağımıza.
“Beyi” de olsa külhan değersiz
Bizimkilerin ismi ardına “Ağa” eklenerek de anılıyor. Feodal ağa değil tabii; paylaşımcı, âdil, mert “ağa”lar! Vukuatları hastane, morg doldursa da, oturup satır aralarından toplamazsan destanında yekûn tutmuyor. Şiddetin tarihi estetiğinde meşruiyet de kazanmış zaten. Cinayet de şânından.
Bugünkü hâli, tasviri -bir umut- o nostaljik rütbeye, o efsanevi itibara, kutsamaya yaslansa da, ona bile sığmıyor. Aynanın sırrı dökülmüş. Cam… Altın varaklı çerçevelerle süslense, bazı hanelere, zihinlere öyle asılsa da camdan görünüyor. Aynanın arkasındaki “sır” hikâyeler, ortada.
Tedbiren, belki öngörüyle eskinin “efsanevi kabadayılık kültürü”, dilbilgisi de, bugünkü bazı suretlerini, sokakta bağrı açık dolanan, bakışı-tavrıyla durma aranan çıktılarını “külhan” olarak tanımlamış zaten kabadayılığın temel kitabında. Külhan “beyi” bile olsa makbul değil. O dilde “bıçkın”, “bitirim” gibi tanımlamaların da bir rütbesi var ama “nefer” düzeyinde.
Hasır tabure savaşları
Bu hiyerarşik yüceltme, ayrı bir yere koyma da şiddete karşı mücadelenin başının belası. Hepsinin cürmünce bir namı var. Kurgudaki öyle işçiliklerin şiddetle mücadeleye zararı ağır. Şiddetle mutlaka iç içe bir davranış kültürü, o kültürün elden-gelenekten geldiğince süslenmiş karakteri.
“Kabadayı” kavramını, destanını çocukluktan iyi biliyoruz. Hikâyeleri, efsaneleriyle tabii. Zira muhitimizin (Bahçelievler-Emek) birkaç “taşra”dan, esnaftan ya da “şehirli-motosikletli” ağır abileri olsa da, eski Ankara kabadayıları hep başka, “öteki” semtlerde çay bahçelerinin, kıraathanelerin “hasır taburesi”nde.
O hasır taburelerin kavgada, tek elle saldırı amacıyla kullanıldığını öğreniyorum. Masum, el altındaki cephanelik. Ufak bir atışma, “yan bakış” anında hemen havalandığını okuyorum kabadayılığın kitaplarından. Hasmının kafasında patlıyor.
Bıçağın adı bile “Saldırma”
Daha çok Cumhuriyet öncesi kabadayılarının anlatıldığı kitaplarda siluetleri hep âdil, durduk yerde olay çıkarmayan, ağırbaşlı olarak çizilse de bıçaklarının adı bile “Saldırma”. Sözlükte iki anlamı var: 1. Saldırmak işi. 2.Yatağana benzer bir çeşit büyük bıçak. Üzerinde taşıyanların çoğu ucuna mantar takıyor ki çuvaldız kendine batmasın. Dil o eski kabadayıları anlatırken “saldırı” ifadesinden özenle kaçınsa da, bıçak fazlasıyla konuşuyor.
Donanımı, kisvesi de öyle. Yumurta topuk ayakkabının arkasına basacaksın ki bir hengâmede atasın ayağından. Kaymayasın… Ceket omuzda, hemen sıyrılıp çıkartmaya müsait olacak; omzu-kolları kavgada hareketlerini kasmasın. Gömleğin kollarının hep sıvalı olması da, “Kavgaya başlamadan önce kolları sıvamak” deyimini lüzumsuz kılıyor.
Kavga her an ortalıkta, olmadı pusuda… Kavgaya bağrına kadar açık mintanınla, elinde salladığın tespihle de “Gel gel…” çekiyorsun. Belde kat kat sarılı, bıçak darbesini nispeten hafifleten kuşak, üstünde onu biraz örten yelek… Hepsi kavga-savaş üniforması.
Seçilmiş, “düzgün” kabadayılar!
Bu konuda okuduğum iki ünlü kitap var. İlki Refi’ Cevat Ulunay’ın 1955 baskısı “Sayılı Fırtınalar”ı. Eski İstanbul kabadayıları… Hem anı, sözlü tarih, hem destan. Diğeri de Halil Soyuer’in “Ankara Kabadayıları” (1995).
Eski İstanbul, Ankara Kabadayıları’nı kitaplarında yakından, tüm teferruatı, hayatıyla yazanlardan okuyorum. Fazlasıyla onların gözüyle, o destana pek gölge düşürmeyen kurgusu, en baştan seziliyor. Seçilmiş ve işçiliği, üzerine cilası da öyle yapılmış kabadayılar, onların üzerinden üretilmiş destanlar.
Babaların “Devlet Baba”sı
Ulunay onları “Şehir Şövalyesi” diyerek de yüceltiyor. Lâkin (ve de ki) şiddete, erkekliğe kılıçla kutsayarak “şövalye” unvanı versen bile nereye yücelir, tarihiyle ortada. Azize Jeane d’Arc zırhını, kılıcını kuşanıp şövalye misali savaşıyor da… “Ben insan öldürmenin barış getirmeyeceğini biliyordum” diye iç çekiyor sonra. Diri diri yakıyorlar tabii.
Övülen âdetleri, gelenekleri, raconları aslında ahlâki, insanî kaygıdan değil o sistemin, kendi kurallarının devamı, “toplumsal” onayı, meşruiyeti için yürürlükte. Öyle millî, lüzumu gelince öyle milliyetçi, halkçı… Yasaları öyle bir Babayasa. “The Godfather” fırtınasında “Omerta”yı sor, su gibi anlatalım. Magnacarta’yı da Hammurabi yazmıştı galiba…
Görünüşte saygıda pek kusur etmemeye çalıştıkları Devlet Baba da, onların gözünde adlarına sanlarına uygun bir “baba” elbette. İhtiyacı o. Onu (da) bulunca devleşiyor, hâkimiyet alanında bir nevi “devlet gibi” oluyor. Kollukla ilişkileri de o seyirde. Kerhen, üzerine gitmeden de olsa, o da var kabadayılığın kitaplarında…
Kollukla birlikte şerefine…
Halil Soyuer Ankara kabadayılarının çoğunu yakından tanıyor. Uzun yıllar “Polis Adliye” muhabirliği, yazarlığı yapmış. Ayrıca kabadayı ocağı Hacettepe’de dokuz yıl oturmuş. Elinde, dilinde onun etkisi, “samimiyeti” seziliyor. Objektif anlatmaya çalıştığını vurgulasa da zor; o mevzunun sohbeti bile provokatif.
Kitabının bir “seçki” olduğunu itiraf ediyor zaten. Ankaralı ünlü kabadayı “Kör Behçet kadar ırz düşmanı yok” mesela. “Aslında bu adamı kitabımıza almamak gerekirdi” diyor Soyuer! Zira kitaptaki isimlerin çoğu Soyuer’in deyişiyle “öldürücü namı ile ün salan” ama “düzgün”, seçilmiş kabadayılar.
“Bozuk Düzen”le samimi ilişkileri de saklanacak bir “detay” değil. Meyhanedeki âlemlerine “semt karakolunun devriyeleri, Şube’nin ünlü polisleri, şefleri” de katılıyor. Birlikte yiyip içip, eğleniyorlar. Suç terazisinin kefesi birkaç kadehten sonra ne oluyor, neyi, hangi birimde tartıyor, kadehler neyin şerefine (kutlamasına) kalkıyor bilemiyorum. Ama tahmin etmek zor olmasa gerek.
Bir sanat olarak şiddet
Şiddeti, hatta “cinayet süreci”ni bir güzel estetize eden, ona meşruluk, toplumsal onay kazandıran, hatta hayranlık uyandıran bu âlemin tarihi, el âleme kitap bile yazdırmış. Hem de 1800’lerde… Thomas De Quincey “Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet”te uzun uzun anlatıyor. Roma İmparatoru I. Konstantin’in danışmanı, hatip-yazar Lucius Lactantius’tan aktardığı bir paragrafla yetineyim:
“Sadece bir cinayet işlenirken orada bulunmak bile bir insana suç ortaklığı yüklüyorsa; cinayeti sadece seyretmek bile bizi onu işleyenle aynı suça ortak ediyorsa, bundan zorunlu olarak şu sonuç çıkar:
Roma’da arenalarda işlenen bu cinayetlerde, öldürücü vuruşu yapan el, hiçbir şey yapmadan onu seyredenin elinden daha fazla kana bulanmış değildir. Ne kanın dökülmesini onaylayan o kandan yıkanmış sayılabilir, ne de öldüreni alkışlayan cinayete katılmış sayılmaktan başka bir gözle görülebilir.” Ne diyeyim… Bugün bile neyi neyle toplasan, ikiye bölsen, sonuçla çarpsan, elde var şiddet.