Arjantin’de bu ay yapılan ön seçimlerde aldığı yüzde 30’luk oy oranıyla büyük bir sürpriz yapan ve 22 Ekim’deki devlet başkanlığı seçimlerinin favorisi haline gelen Javier Milei bir kez daha popülist liderlerin toplumlarda ciddi bir karşılığının olduğunu göstererek bu ‘tatsız’ konuyu yeniden tartışma gündemine getirdi. Benim son yazım da buna dairdi: “Şimdi de Milei… 21. Yüzyıl: ‘Aydınlanmış’ların iktidarının sonbaharı ya da popülist liderlerin yükselişi” (Serbestiyet, 21 Ağustos).
Yazıda esasen popülist liderlerin toplumdaki birikmiş (bazen nefrete varan) bir öfkenin üzerinde sörf yaparak iktidara yürüdüğünü, fakat her şeyi maddi ilişkilerin (‘rasyonel’in), maddi çelişkilerin belirlediği tezini savunagelen geleneksel ‘akılcı’ muhalefetin bunun farkında olmadığını öne sürmüştüm. Devam edeceğimi söylediğim konuya giriş mahiyetindeki yazımda, biri başlarda biri de sonda olmak üzere iki soru sormuş, bunların cevabını sonraki yazılara bırakmıştım.
Bu sorulardan birincisi şuydu:Popülist iktidarlar toplumlarda birikmiş olan hangi tepkiyi (öfkeyi) kullanarak iktidara yürüyorlar ve o öfke neden var?
İkinci soru da şöyleydi: Daha az eğitimli sınıflardaki insanların ‘aydınlanmış elit’lere karşı öfkesinin kristalize olması neden 21. Yüzyılı bekledi? Ve daha spesifik bir soru: Cep telefonu, internet ve sosyal medya olmasaydı bu itiraz ve öfke kınından yine sıyrılabilir miydi?
Bu yazıda ilk soru üzerinde duracak, ikinci soruyu yine sonraki yazılara bırakacağım.
“Trump, işçiler için en tehditkâr görünen insan setinin girişimciler değil, uzmanlaşmış sınıf olduğunu çok iyi anladı”
Beni, çok sevdiğim ve çok sayıda yazı kaleme aldığım bu konuya yeniden dönmeye sadece Milei’nin sürpriz seçim başarısı kışkırtmadı. Ondan da fazla, Serbestiyet’te aynı günlerde yayımlanan bir çeviri rol oynadı bunda. New York Times yazarı David Brooks imzasını taşıyan “Peki ya bu hikâyedeki kötü adam bizsek?” başlıklı makaleden birkaç cümle alıntılamıştım geçen yazıda, bu yazıda da şu paragraflara dikkatinizi çekeceğim:
“İzin verin size başka bir argümandan daha bahsedeyim. Sizden, biz Trump karşıtlarının ebedi iyi adamlar olmadığımızı da bir düşünmenizi istiyorum.
“Bu argümanda aslında biz kötü adamlarız.
“Bu argümanın tarihsel bağlamı 1960’larda, lise mezunlarının Vietnam’da savaşmaya gitmek zorunda kaldığı ama eğitimli sınıfın çocuklarının üniversiteler sayesinde zorunlu askerlik erteleme belgeleri aldığı ve savaşa gitmedikleri bir dönemde başlıyor. Aynı şekilde 1970’lerde, Yetkililerin Boston’daki işçi sınıfı bölgelerine otobüs uygulamasını dayattığı ancak kendilerinin yaşadığı Wellesley gibi lüks semtlere bunu uygulamadığı zamanlarda da devam ediyor.
“Hepimizin bu işte birlikte olduğu idealinin yerini, eğitimli sınıfın burada ayrı bir dünyada yaşadığı ve diğer herkesin aşağıda farklı bir dünyaya zorlandığı gerçeği aldı. Üye olduğumuz toplumsal sınıfın üyeleri her zaman ötekileştirilenler için cesurca konuşur, ancak bir şekilde her zaman kendimize hizmet eden sistemler inşa eder.”
Brooks, “Trump, işçiler için en tehditkâr görünen insan setinin girişimciler değil, uzmanlaşmış sınıf olduğunu çok iyi anladı” dedikten sonra bahsettiği -kendisini de kattığı- ‘uzmanlaşmış, aydınlanmış, eğitimli” sınıfı hangi kaderin beklediğini şöyle anlatıyor:
“Sosyolog E. Digby Baltzell’in on yıllar önce yazdığı gibi, ‘Tarih, kast ayrıcalıklarını önderliğe tercih eden sınıfların mezarlığıdır.’ Bizim sınıfımızın şu anda flört ettiği kader tam olarak budur.”
‘Önderlik’ (19. Yüzyılla 20. Yüzyılın ilk yarısı) ve ‘kast’ (20. Yüzyılın ikinci yarısıyla 21. Yüzyıl)
Popülist liderlerin yükselişi hakkındaki ilk yazım bundan beş yıl kadar öncesine, Brezilya’da Bolsonaro’nun tahammülfersâ kabalıktaki diline rağmen solcu rakibini büyük bir farkla geçerek devlet başkanı seçilmesine gidiyor. Bolsonaro, çoğulcu demokrasinin herkesin bildiği bütün kavramlarını propagandasının temel unsuru haline getiren solcu rakibinin karşısında öyle bir dil kullanmıştı ki, kazandığı zafer, yalnız rakibinin değil, liberal-çoğulcu değerlerin de yenilgisi sayılmıştı. Başkanlık konuşmasında yer alan “ülkemizi sosyalizmden, ahlaka aykırı değerlerden ve siyaseten doğruculuktan kurtaracağız” cümlesi, özellikle de ‘siyasi doğruculuk’ vurgusu, esas olarak kimleri hedef aldığını açık bir biçimde gösteriyordu.
Konuyu ele aldığım beş yıl önceki yazımda Bolsonaro’nun “birikmiş ve çok güçlü bir öfke”yi yansıttığını dile getirmiş, bu öfkenin kime karşı ve neden geliştiğinin cevabını vermeye çalışmıştım. (Yazının başlığı “‘Soylu’ toplumsal talepler, onlara ilgisiz kitleler ve popülist liderler” idi).
Şimdi bakıyorum da epeyce ürkek bir cevap vermişim kendi soruma (bugün aynı cevabı daha kararlı bir biçimde savunuyorum). Şöyle demişim:
“Lütfen, bu yazının başlığındaki imâyı bir hüküm cümlesi saymayın; sadece, tartışmak istediğim bir meseleyi okur gözünde cazip hale getirmek için baş vurulmuş bir gazeteci kurnazlığı olarak kabul edin.
“Evet, başlıkta bir imâda bulunuyorum ve bir soru sormuş oluyorum: Acaba, diyorum, liberaller, demokratlar ve hatta hiçbir talebin işçi sınıfının taleplerinden üstün olmadığını savunan solcuların 1960’lardan itibaren öne çıkardığı taleplerde ve o talepleri savunurken baş vurdukları dilde bir sorun olabilir mi? Ve bu sorun, kendilerini, o taleplerin eğitimli taşıyıcılarının kullandığı imkânlardan mahrum sayan daha az eğitimli ve daha yoksul kesimlerde, son evresinde öfke patlamasına yol açan bir tepki birikimine yol açmış olabilir mi?”
“Soruyu biraz daha açarak şöyle sorayım: Acaba, dünya çapında aydınların 1960’lardan sonra yoksulluk, işsizlik, eşitsizlik, adaletsizlik gibi sorunlardan çok özgürlük, çevre, cinsellik, feminizm gibi kavramları öne çıkarmaları, toplumun bunlarla çok da ilgili olmayan kesimlerinde, aydınların ve onların yön verdiği siyasetçilerin kendi asli sorunlarından uzaklaştıkları gibi bir algıya yol açmış ve onları otoriter-popülist siyasetçilere itmiş olabilir mi?”
Gördüğünüz gibi süreç için “1960’lardan itibaren” gibi bir dönüm noktası tanımlıyorum; bu biraz öncesine götürülebilir belki, fakat herhalde 20. Yüzyılın ilk yarısı hele hele 19. Yüzyıl için katiyen öne sürülemez. Çünkü o tarih aralığı, en alttakilerin, eğitimli aydınların kaderlerini önemli ölçüde kendi kaderleriyle birleştirdiklerini düşündüğü bir dönem olarak yaşandı. Yani ‘önder’ konumları gönüllü olarak kabul edilen aydınların henüz bir ‘kast’ oluşturmadıkları bir dönem olarak…
20. Yüzyılın son 30-40 yılında ama özellikle de 21. Yüzyılda ‘sıradan’ insanların yerel-gündelik-maddi talepleri ile ‘aydınlanmış-eğitimli’ kesimlerin küresel-‘soylu’ talepleri arasında ciddi farklılıklar oluşmaya başladı.
Filozof Zizek en alttakilerin ‘vizyonsuz’ taleplerinden yakınarak bu farklılığı en açık sözlü biçimde dile getirenlerden biri oldu.
Birkaç makalesiyle “gerici yobazlar ve otoriterler”e karşı “ilerlemenin ve aydınlanmanın güçleri”nin fikirlerini savunuyor izlenimi veren Zizek’in görüşleri ve önerileri sonraki yazının konusu.
*İllüstrasyon: Guardian