Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIEngereğin gözünden

Engereğin gözünden

Osmanlı’nın kuruluş yıllarında Şeyh Edebali'nin “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” şeklindeki felsefesi daha iki asır geçmeden “İnsanı öldür ki devlet yaşasın!”a dönüşmüştür. Doğrudur; geldiğimiz noktada gönül gözü açılsın diye kimsenin gözüne mil çekildiği yok. Ancak bunun yerine gözler dört duvar arasına hapsedilerek terbiye edilmeye çalışılıyor. Yani sadece yöntem farklılığı var. Geçmişteki saray entrikalarının yerini günümüzde sahte delil, gizli tanık ve temin edilmiş itirafçılık müessesesi almış durumda. Tek bir “iltisak”, terör” “örgüt” “casus” veya “suçüstü hali” kavramı beton duvarlarla tanışmanıza yetiyor. Hem de “Terörsüz Türkiye” nidaları altında. Oysa sadece yaşamayı olanaklı kılmak yetmez. Aslolan “yaşamaya değer bir yaşamın kurulmasıdır.”

“Efendim merhametliydi, ama bu herkesin ondan korkmasına engel değildi.

Kendisinden önceki padişahlar gibi, tahta çıkar çıkmaz hanedanın erkek üyelerini boğdurtmamıştı o.

Merhametli yüreği böyle bir zulmü kaldırmayacak kadar yüceydi.

Elini akraba kanına bulamadı.

Bunun yerine, nizamı âlem için onların gönül gözlerini açmakla yetindi.

Bir gün saltanatla kan bağı olan herkes bir araya toplandı ve birer birer gözlerine mil çekildi.

Kundaktaki bebekler bile kızgın şişlerle kör edildi.

Böylece dünyaya gözleri kapanırken, gönül gözleri açılmış oldu.

Efendimin merhameti sonsuzdu.”

Yukarıdaki sözler Zülfü Livaneli’nin “Engereğin Gözü”   isimli romanından.

Livaneli’nin 1996 yılında yayımladığı ilk romanı.

Yıllar önce okumuştum.

2021 yılı baskısı elime geçince bir daha okudum.

Tarihi bir roman gibi görünse de Livaneli bunu pek kabul etmiyor.

Haklı da…

Çünkü romanın dekoru 17. Yüzyıl Topkapı Sarayı olarak öne çıksa da Livaneli roman kahramanlarını gerçek isimlerle somutlaştırmıyor.

“Hatta Padişahı günümüze getirip bir diktatör, hadımı ise onun yardımcısı yapabilirsiniz,” diyor.

Ancak Osmanlı tarihini bilenler için romandaki ana karakterin IV. Murat’tan sonra tahta çıkan Sultan İbrahim (Deli lakaplı) olduğu kolayca anlaşılıyor.

Çünkü Sultan İbrahim’in tarihteki yeri oldukça farklı ve özel.

Üç erkek kardeşi ağabeyi IV. Murad tarafından öldürtülmüş, tahta çıkmadan 23 yıl kafes denilen bölümde öldürülme korkusu ile yaşamış biri.

Zaten tahta çıkmadan önce bu korku nedeniyle aklî melekelerini kaybetmiş.

Ancak annesi Kösem Sultan’ın da içinde bulunduğu bir takım güçler tarafından önce tahtan indirilmiş akabinde boğularak öldürülmüş.

Yerine 6 yaşındaki oğlu IV Mehmet getirilmiş.

Kısacası romanın ana teması birey/iktidar ilişkileri.

Annelerin bile yeri geldiğinde iktidarları uğruna evlatlarını harcadıkları bir dönem.

O dönemdeki iktidar ilişkilerini eleştirmek asla bir anakronizm değil.

Merkeze insanı aldığımızda onun hayatından daha değerli bir şeyi ileri sürmek insan fıtratıyla çelişir.

Aslında geçmişten bu yana değişen bir şey yok.

Livaneli bu durumu  “Bunca sadrazamı idam etmiş bir imparatorluk, cumhuriyete dönüştüğünde hemen bir başbakan asıyor,” şeklinde özetliyor.

Çünkü bir şeye muktedir olmak eninde sonunda bir mizaç değişikliğine yol açıyor.

Livaneli’nin deyimiyle  “dışınız aynı kalsa bile aynı insan olmuyorsunuz.”

Tabii iktidar/birey ilişkilerindeki tarihten süregelen bu acımasızlık sırf bize ait değil.

Roma’da, Bizans’ta fazlasıyla var.

İslam’ın erken çağlarında eceli ile ölen kaç halife var?

Ama biz bu coğrafyaya ait olduğumuzdan önce kendi içimize bakmalıyız.

Buradaki temel mesele iktidar olmak için bu amaca giydirilen kılıftır.

Fatih Sultan Mehmet’in o ünlü fermanını hatırlayalım:

“Ve her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem içün katletmek münâsibdır. Ekseri ulemâ dahi tecviz etmiştir. Anınla âmil olalar”.

Fetvada geçen “Ekseri ulemâ dahi tecviz etmiştir.” şeklindeki cümle her şeyi özetliyor.

Yani kardeş katline ulema denen din adamlarının çoğunluğu o dönem onay vermiştir.

Dolayısıyla Osman Bey’le birlikte başlayan aile içi cinayetler dizisi Fatih Sultan Mehmet’in Tanrı’yı da arkasına almasıyla birlikte kurumsal bir hale bürünmüştür.

Amaç devletin yaşaması ve âleme nizam vermesidir.

Ancak Osmanlı’nın kuruluş yıllarında Şeyh Edebali’nin“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” şeklindeki felsefesi daha iki asır geçmeden “İnsanı öldür ki devlet yaşasın!” a dönüşmüştür.

Hanedan üyeleri de birer insan olduğuna göre bunu başka türlü izah edemezsiniz.

Çünkü şiddet ve güç, politik yaşamın kısa yoldan devamı için çok fazla çaba gerektirmeyen masrafsız yöntemlerdir.

En tehlikelisi ise asker ve sermayeden oluşan gücün dini arkasına almasıdır.

Aristotales bunu “İnsanlar, dindar ve tanrıların bilincinde sandıkları egemenlerin kendilerini ezme olasılığının daha az olduğuna inanırlar; tanrıların onu tutuğuna inanırlarsa, ona karşı ayaklanma ihtimalleri de az olur.” şeklinde açıklıyor.

Mesela Franko İspanya’da El Caudillo (lider)  sıfatıyla ordu, kilise ve büyük toprak sahiplerinin desteği ile 36 yıl iktidarda kalarak muhalefete kan kusturdu.

Ama ne kadar çabalasa da Bask ve Katalonya kendi istediği çizgiye gelmedi.

Dahası, ölümünden sonra bu bölgelere özerklikleri geri verilse bile olay bağımsızlık talebi gibi bir aşamaya geldi.

Franko’nun aksine ülkemizde hiçbir darbeci uzun süre iktidarda kalamadı.

Çünkü ordu ve sermaye arkalarında olsa bile dini arkalarına almadılar veya alamadılar.

Laikliği merkeze aldıklarından dinle ilişkileri “benim babam da hacıydı, hocaydı” söyleminden öteye geçmedi.

Bu da laikliğin bir kazanımı olsa gerek.

Malumunuz ideolojilerin ve özellikle de dinlerin meşru olmayan birçok eyleme meşruiyet kazandırmak gibi bir özelliği var.

Netanyahu’nun Gazze’ye yönelik kara saldırılarına başlamadan önce “Yeşaya Kehaneti”* ne sarılması böyle bir ihtiyaçtandı.

Tüm bunların nedeni Livaneli’nin deyimiyle engereğin gözünü bile kamaştıracak iktidar nimetleridir.

Mesela bir “beka” lafıdır tutturmuş gidiyoruz.

Bunun açıklaması kısaca “ya sen, ya ben ” dir.

Böyle bir yaklaşımla nekrofili düzeyinde ölümü benimsemiş bir toplum oluverdik.

Milliyetçisi, ulusalcısı, İslamcısı, ümmetçisi, sosyalisti komünisti ve hatta teröristi fark etmiyor.

Sadece ölen veya öldürülenlere verilen sıfatlar değişiyor.

Tüm bunlar maalesef mistik, ruhani, etnik veya statükoya ve çıkara dayalı kültürel bir alana hapsettiğimiz ruh halimizden kaynaklanıyor.

Aslında tüm bunların nedeni dizginleri elimizde tutma yani iktidar olma hırsımız.

Adına da kutsayarak “dava” demişiz.

Bir fikre veya bir inanca koşulsuz teslimiyet şeklinde ortaya çıkan bu durum, derini bir yana yüzeyi bile kurcalama yetisinden bizi alıkoymuş durumda.

Bunları da yarattığımız lider veya oluşturduğumuz gruplara taşere ederek gerçekleştiriyoruz.

Sorgu sual hak getire!

Ancak ihtiraslarımıza giydirdiğimiz kılıflar artık dikiş tutmaz oldu.

Oysa Şeyh Edebali’nin dilimize pelesenk ettiğimiz  “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” sözünü sadece çerçeveleterek asmak yetmiyor.

Hangi insanı?

Ve de nasıl bir yaşamı?

Aristo, “sadece yaşamayı olanaklı kılmak yetmez, önemli olan yaşamaya değer bir yaşamın kurulmasıdır,” diyor.

Günümüzde ekonomiyi, kaynaklara erişmeyi, kültürü, yönetime ortak olmayı vs. bu işin dışında tutamazsınız.

Ayrıca kendimizden olmayanı da böyle bir yaşama dâhil edecek miyiz?

Bir ilçe belediye başkanı tutuklandığında yerine vekil seçilen bile bir balkon konuşmasını kendine layık görüyor.

Aslında böyle bir davranış birinin felaketini şenliğe çevirme merasimidir.

Sormazlar mı, sen hangi halkın desteğini aldın da bu kadar sevindirik oldun?

Doğrudur;  geldiğimiz noktada gönül gözü açılsın diye kimsenin gözüne mil çekildiği yok.

Ancak bunun yerine gözler dört duvar arasına hapsedilerek terbiye edilmeye çalışılıyor.

Yani sadece yöntem farklılığı var.

Geçmişteki saray entrikalarının yerini günümüzde sahte delil, gizli tanık ve temin edilmiş itirafçılık müessesesi almış durumda.

Fetullahçı Terör Örgütü’nün Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy, Askeri Casusluk vd. kumpas davalarında kullandığı bu yöntem maalesef veraseten devam ediyor.

Tek bir “iltisak”, terör”, “örgüt”, “casus” veya “suçüstü hali” kavramı beton duvarlarla tanışmanıza yetiyor.

Hem de “Terörsüz Türkiye” nidaları altında.

Peki çözüm?

Bir sonraki yazıda…

*Tevrat’ın “Yeşaya” kitabında geçen “kehanetir. Kitaba göre İsrail, tüm uluslara adalet ve kurtuluş getirecek; Tanrı’nın seçkin halkı, dünyanın ışığı ve Tanrı’nın krallığı olacaktır.

- Advertisment -