Muhalefet kamuoyunda süregiden (ve muhtemelen siyasi partilerin içinde de yaşanan) bir tartışma var: Acilciler ile ilkeciler arasında. Acilciler önceliğin Erdoğan’ın gitmesine, bu iktidarın yıkılmasına verilmesi gerektiğini söylüyorlar. Sonrasında duruma bakılır, pazarlıklar yapılır ve yeni bir hükümet kurulur… Eğer Erdoğan ve Cumhur İttifakı sandıkta devrilmezse zaten sonrasının olmayacağını, dolayısıyla bugün ilke tartışması yapmanın ‘meleklerin cinsiyetini’ konuşmaya benzediğini vurguluyorlar.
İlkeciler ise meselenin sadece Erdoğan’ı devirmek olmadığını, eğer sonrasında neyin nasıl yapılacağı konusunda önceden bir anlaşma ve hazırlık olmazsa, yeni hükümetin ‘darmadağın’ olabileceğini, ittifak içinde sorun çıkabileceğini ve ülkenin yönetilemez hale gelebileceğini ya da bugünküne benzeyen bir yönetim istikametine sapılabileceğini öne sürüyorlar.
Bir taraf gözünü Erdoğan’a, diğer taraf kendi iç dengesine dikmiş, gerçekliği bundan ibaret gibi yorumluyor. Oysa 2016 sonrasında basit bir gerçekle karşı karşıyayız: Bürokrasinin devlet adına irade koyabilen bir bölümü Bahçeli üzerinden şu anki iktidarın ortağı. Diğer deyişle siyasi dengeleri analiz ederken dikkate alınması gereken bir ilave aktör var.
Ancak ne acilciler ne de ilkeciler bu konuya girmemeye özen gösteriyor. Belki de Erdoğan giderse ya da yeni hükümet ‘sağlam’ çıkarsa o aktörün kendiliğinden buharlaşacağını umuyor. Ama kendilerinin hiçbir koşulda siyasetten silinmeyeceğinden emin olan insanların, halen böylesine güçlü bir aktörün ‘buharlaşmasını’ nasıl bekleyebildiği meçhul…
Üstelik geçmişte tek parti dönemi, ardından bir dizi tam veya yarım darbe yaşamış bir toplumdan söz ediyoruz. Devlet adına davranabilen aktörlere alışık olması gereken, bu beklentiyle siyasi tahlil yapması gereken bir toplum.
Ama bu ülke vatandaşlarının ilginç bir özelliği var: Kendileri zarar gördüğünde ya da bir yarar peşinde olduklarında devleti hatırlamak, ancak aynı devletin ‘kendisi adına ve kendisi için’ yarar peşinde olabilmesine veya birilerine zarar vermeye çalışmasına ihtimal vermemek.
Ben bunun nedeninin Türk kimliğinin devlet tarafından verilmesi, bu kimliğin esas olarak devlete ait olması ve Türk kimliğini taşıyanların devlete nesnel bakma yeteneklerinin (kişinin rızasıyla) bilerek köreltilmesi olduğunu düşünüyorum. Buna İmparatorluktan Cumhuriyet’e geçiş döneminin ruh halini, göç ve ihtida meselelerini, devletle paylaşılan suçların ağırlığını da ekleyebiliriz.
Her ne halse Türk kimliğini benimseyenlerin (bundan böyle Türkler) devlet karşısında en azından bir ‘alttan alma’, görmezden gelme, kollama hali var. Devlete zarar gelirse Türk kimliğinin de yaşayamayacağı korkusu muhtemelen söz konusu tutumun psikolojik zeminini oluşturuyor.
Durumu daha net görme adına Türk kimliğini benimseyenleri Kürt veya gayrımüslim cemaat kimliklerine sahip kişilerle mukayese edelim: Kürtler ve gayrımüslimlerin siyasi analizleri hemen her zaman devleti ayrı ve özerk bir aktör olarak içerir. Oysa Türkler hemen her zaman sivil siyasetteki ayrışmalara yoğunlaşır. Bunda Kürt ve gayrımüslimlerin geçmişte (ve halen) baskı altında olmaları ve bu baskıyı yapan mercilerin sivil siyasetten bağımsız olduğunu gözlemlemelerinin payı var. Buna karşılık Türklerin devlet karşısında söz konusu kimlik nedeniyle baskı görmek bir yana, (diğer kimlikler karşısında) kollandıkları açık.
Öte yandan Türkler arasında da meseleye ideolojik açıdan ve daha mesafeli bakanlar tabii ki var… Fakat burada da şöyle bir tespit mümkün gözüküyor: Türkler geçmiş olaylarla ilgili olarak devleti bir aktör telakki etseler de günümüze yaklaşıldıkça bu perspektifi kaybetme (ya da bulanıklaştırma) istidadı gösteriyor. Tek parti veya darbe dönemleri ile ilgili tahlillerde bir karar ve eylem odağı olarak ele alınan devlet, bugünü açıklamaya çalışan analizlerde neredeyse hiç yer almayabiliyor.
Üstelik 2016 sonrasındayız… Yani Bahçeli’nin Erdoğan’a MHP karar organlarının bilgisi dışında cumhurbaşkanlığı sistemini teklif etmesiyle başlayan ‘tarihsel dönemde’. Buna henüz ‘tarihsel dönem’ denemeyeceğini öne sürecek olanlara hatırlatalım: Erdoğan (ve hele AK Partilileri) fazlasıyla aşan Türkiye Yüzyılı vizyonu, yüzyıllar sürmesi beklenen yeni bir tarihi sürecin başlangıcında olduğumuzu beyan ediyor.
Soru şu: Söz konusu vizyonun, yani ‘Cumhuriyet rejiminin İttihatçı ideolojik zeminde yeniden kurgulanması’ tasavvurunun esas sahibi olma ihtimali gayet yüksek olan bürokratik irade acaba bu seçimlerin sonucuna göre bu tasavvurundan vazgeçer mi? Söz konusu tasavvuru muhalefet içinde de yerleştirme gayreti içinde olması şaşırtıcı mıdır? Seçimleri bu tasavvurun ayakta kalması adına en uygun şekilde sonuçlandırmak üzere kafa yorması ve müdahale etmeye çalışması beklenmez mi?
Siyasi analizde uçlara gitmek rahatlatıcıdır. Türkiye gibi bir ülkede devleti yok saymak ne kadar anlamsızsa, bütün yapılanları (derin) devlete mal etmek de sadece kendimizi rahatlatmaya yarar. Yaşadıklarımızı anlamak (yani gerçekçi bir anlamlandırma yapmak) istiyorsak, çıkış noktamız şu olmalı:
Türkiye’de devlet ideoloji ve hukuk üzerinde o denli güçlü bir etkiye sahip ki ve bundan yararlanmak isteyen (meşru ve gayrı meşru) o denli çok hizip ve çeper unsur var ki, söz konusu gücün siyasi ve iktisadi rant ima ettiği her durumda birden fazla hizbin (çeperdeki ortaklarıyla birlikte) siyasi ve toplumsal olaylara kendi çıkarı için müdahale edebileceğini dikkate almak durumundayız.
Buna ilave olarak, Türkiye’de devletin ‘ülkesi ve milletiyle beraber’ bir tarihsel özne olarak algılanmasının devlet içi aktörlerin uzun vadeli yapısal ve ideolojik meselelerde belirleyici olma kapasitesini fazlasıyla yükselttiği hesaba katılırsa, söz konusu grupların bu avantajlarını (beka, tehdit ve ‘kızıl elma’ formatında) kullanmaya fazlasıyla hevesli olabileceklerini de dikkate almak zorundayız.
Dolayısıyla bugüne ilişkin bir analiz kaçınılmaz olarak şu varsayımı test ederek başlayacaktır: Acaba yaşadığımız dönem devlet içi aktörleşmeye bir yandan siyasi/iktisadi, diğer yandan ideolojik/yapısal açıdan elverişli mi? Devlet içinde ve çeperinde bu türden belirtiler gözlemliyor muyuz ve (eğer gözlemliyorsak) bunlar nasıl meşrulaşıyor?
Herhalde fazla detaya girmeye gerek yok… Son altı yılın hadiselerine ve gidişatına nesnel bir gözle bakan herkes, bu iktidarın devletin en azından bir bölümü ile ‘koalisyon’ içinde olduğunu, karar sistematiğinin ve ‘kırmızı çizgilerin’ Bahçeli-Erdoğan ilişkisinde somuta tahvil edildiğini, AK Parti ve MHP Meclis gruplarının kritik konularda hiçbir bilgiye sahip olmadıklarını, nihayet yargı üzerinde siyaseti aşan bir kuşatma olduğunu görecektir.
Açıklık getirmek adına düşünelim: Diyelim ki yargıya emir veren Erdoğan… Acaba o gittiğinde yargıya emir veren başka odak kalmayacak mı? Cumhuriyet’in başından beri bu odakların varlığını düşünürsek, ‘Erdoğan emir veriyor’ kabulünün ne denli naif olabileceğini de idrak edebiliriz. En azından şu açık olmalı: Erdoğan devletin aksi yöndeki ‘temayülüne’ veya ‘tarafsızlığına’ rağmen yargıyı yönlendiriyor olamaz… Türkiye’de yargının bağımsızlığı meselesi sivil siyasetten bağımsızlık olarak algılanıyor ve aslına bakarsanız yargı gerçekten de büyük ölçüde bağımsız! Ne var ki devletin bir parçası ve o nedenle (devletin ‘taraf’ olarak tanımlandığı durumlarda) bu bağımsızlığın bedeli özgürlük, eşitlik ve adalet olarak ödeniyor.
Yargının ‘demokrasi’ denen rejimin hukuku temel alan denetleyici ayağı değil, (özellikle ideolojik açıdan ve devlet öncelikleri çerçevesinde) devlet bürokrasisinin uzantısı olduğunu gördüğümüz zaman, analize daha sağlıklı bir noktadan başlayabiliriz…
Üstelik Türkiye’de devlet sivil siyaseti sadece yargı üzerinden baskı altına alıp yönlendirmiyor. Devletin elinde çok daha temel bir işlev, bir ‘silah’ var: Bilgi… Topluma dair bütün bilgi bürokrasinin elinde toplanıyor, işlemden geçiriliyor, ayıklanıyor, gerekirse eklemeler yapılıyor ve siyasetçinin önüne o şekilde konuyor. Türkiye ile ilgili beka ve benzeri meseleleri tetikleyen ‘büyük ve derin’ bilgi dağarcığı sadece devletin elinde ve kontrolünde. Diğer deyişle bürokrasi siyasetçiler için önceden kotarılmış bir ‘gerçeklik’ üretebilme kapasitesine sahip… Geçmişte Milli Güvenlik Kurulu’nun esas işi buydu. Bugün artık bu kuruma gerek yok, çünkü sivil siyaset (ve bizzat toplumun önemli kısmı) devlet tarafından yeterince ‘devşirildi’.
Geçerken altını çizelim: Devlet kendisini ne kadar ‘derinleştirirse’, yani bilgi tekelini ve ideolojik üstünlüğü ne denli elinde tutarsa, siyaset ve siyasetçi karşısında o denli avantajlıdır. Yani ‘derin devlet’ nevzuhur bir olgu değil… Devletin toplum ve siyaset karşısında hiyerarşik üstünlüğe sahip olduğu durumlarda, bizzat devletin kendisini tanımlama, siyasetin ‘üstüne’ taşıma ve aynı zamanda gizleme (mistik ve tarih dışı bir özne haline getirme) stratejisi. Buna devlet sırrı kavramının işlevini, nasıl kutsallaştırıldığını ve nihayet devlet adına işlenen suçların nasıl cezasız kalabildiğini ve kamu ‘vicdanında’ normalleşebildiğini ekleyin…
Dolayısıyla başlıktaki sorunun yanıtının açık olması lazım: Erdoğan giderse devlet ‘bizim’ olmayacak… Aksine ‘biz’ devletin edilgen uzantısı olmaya ve onun telkin, yönlendirme ve gizli (gerekirse açık) tehdidi altında yaşamaya devam edeceğiz.
Acilciler de ilkeciler de (bilerek ya da bilmeyerek) ayakları biraz havada, romantik bir ‘modern Türkiye’ hayaline yaslanarak günü geçirmenin peşinde görünüyor. Devlet adına irade koyabilen bir bürokrasinin bugün (ve yarın da) faal olacağını veri olarak aldığımızda ise önümüze gerçek anlamda siyaset yapmanın imkânları açılıyor.
Her şeyden önce devlet adına irade koyanlar devletin tümünü içermiyor. Bürokrasi ideolojik ve normatif değerlere bağlılık açısından homojen değil… Muhalefetin ‘gerçekçi’ analize dayanan bir siyaset üretmesi halinde, muhtemelen onun ülke tasavvuruna destek vermeyi düşünebilecek insanlar (gruplar) da var.
Türkiye’de demokrasi sadece lafta ve görüntüde olan bir durum. Varmış gibi davranmanın bir sınırı var… Orayı aştığınızda bürokrasinin ‘kucağına’ düşüyorsunuz. Hiç yokmuş gibi davranmak da riskli çünkü depresif ve teslimiyetçi bir ruh hali üretebiliyor.
Çıkış noktası belki de şu olmalı: Türkiye halen ‘devletçi’ bir rejime sahip, demokrasi için bundan kurtulması lazım, ama eğer gerçekçi olunacaksa bu geçişin ‘devletle birlikte’ olmasından başka güvenilir yolu bulunmuyor. Çünkü hiçbir siyasetçi veya siyasi parti ‘devlete rağmen’ demokrasiyi getirecek güce ve derinliğe sahip değil. Ama öyle olsaydı bile yine de bürokraside ‘paydaşlar’ üretmek daha doğru olurdu ve çok muhtemelen o türden bir siyasi hareket olgunlaştığında bürokrasi içi ‘paydaşların’ sayısı da hızla artardı.
Eklemek gerek ki muhalefetin bu olası çabasının (en azından niyetinin) toplum nezdinde ‘görünür’ olması gerek. Çünkü geleneksel olarak ‘devlete rağmen’ yürütülecek bir siyasi stratejinin istikrarsızlık, giderek kaos yaratabileceği duygusu toplumda yaygın ve güçlü. Bu ülkede ‘topluma güven verme’ denen niteliğin devletle (en azından bir bölümüyle) asgari bir uyum ima ettiğini akılda tutmakta yarar var. Türkiye’yi yönetebilmek her şeyden önce devletin ‘içini’ yönetebilmeyi gerektiriyor.
Öte yandan ‘devletle ilişki içinde bir muhalefet stratejisi’ yürütmenin kolay olmayabileceği de açık. Çünkü devletle siyaset arasında devlet lehine bir hiyerarşi mevcut, bu hiyerarşi bilgi ve hukuk sayesinde somut bir yönlendirmeye dönüşüyor ve nihayette siyaset ile devlet arasında asimetrik bir adaptasyon mekanizması işliyor. Yani devletin siyasetçiye uyum gösterme zorunluluğu (ve arzusu) azken, siyasetçinin devlete uyum gösterme zorunluluğu (ve arzusu) çok…
O nedenle bugün bürokrasi içinde devlet adına irade koyan güçler (ve onların meşru/gayrı meşru ortakları) direnecekler, siyaset yapacaklar, yetmezse siyaset dışı yollarla siyaseti tıkamaya çalışacaklar. Bundan şikâyetçi olmak, sanki beklenmeyen bir durummuş gibi yorumlamak kendini aldatmak olur.
Muhalefetin neye muhalif olduğunu iyi tartması lazım… Yeni bir gelecek tasavvurunun başarısı ancak neye muhalif olduğunuzda anlaşma varsa söz konusu…
Türkiye ‘demokrasi’ olacaksa açıktır ki bu devlet yapısıyla, bu devlet ideolojisiyle ve bu devlet/siyaset, devlet/toplum ilişkisi ile olamaz.
Peki, var olan devlet yapısı, ideolojisi ve ilişki sistemi içerisinde devam edilirse ne olur? Benim tahminim bu yüzyılı bitiremeden gerçek bir beka sorunuyla karşı karşıya gelineceğidir. Eğer şu anki iktidar seçimi kazanırsa tahminimi daha da öne çekmek durumunda olacağım…