Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIErdoğan kararsızları ideolojiyle mi kazandı?

Erdoğan kararsızları ideolojiyle mi kazandı?

Ak Parti’nin %35’e düşen oylarına karşılık Erdoğan 49’u aştı. Belli ki partisinden uzaklaşanlar ittifakın dışına gitmediler ve Erdoğan’ı Kılıçdaroğlu’na tercih ettiler. Bu bize, “Kararsız”ların tercihini doğru çözümleyemedikçe sonuçları da anlamlandırmanın mümkün olamayacağını gösteriyor. Çünkü onlar belirleyici oldu. Tartıştığımız konu, Kılıçdaroğlu’na gideceği umulan %4-5’in neden ona değil Erdoğan’a gittiğidir.

Araştırma şirketlerinin ezici çoğunluğu neden yanıldı? Bu üstünden atlanarak geçilecek bir soru değil. Hatem Ete’nin bu soruya verdiği cevap, seçim ertesi yapılan analizlerin birçoğunu gözden geçirmemizi gerektiren nitelikte. Ete yanılmayı, kararsız seçmenlerin nihai tercihlerinin öngörülememiş olmasına bağlıyor; “kararsız grubuna yazdıklarımızın neredeyse tamamı Erdoğan’a gitmiş” diyor. Anket firmalarının, kararsızları dağıtma tekniğinin tutmadığı anlaşılıyor.

​Ak Parti’nin %35’e düşen oylarına karşılık Erdoğan 49’u aştı. Belli ki partisinden uzaklaşanlar ittifakın dışına gitmediler ve Erdoğan’ı Kılıçdaroğlu’na tercih ettiler. Bu bize, “Kararsız”ların tercihini doğru çözümleyemedikçe sonuçları da anlamlandırmanın mümkün olamayacağını gösteriyor. Çünkü onlar belirleyici oldu. Tartıştığımız konu, Kılıçdaroğlu’na gideceği umulan %4-5’in neden ona değil Erdoğan’a gittiğidir.

​Kimlerdi kararsızlar? Çok büyük ölçüde geçmişte Erdoğan ve partisini tercih etmiş olanlardı. Kılıçdaroğlu da bütün kampanyasını bu kesimi yakalamaya yöneltti. Neden başaramadı?

​Benim buna verdiğim cevap: İnandırıcı olamadı…

​Bu kritik kesimin tercihini belirleyen şeyin ideoloji olmadığını düşünüyorum. Erdoğan onları terör korkusu, beka söylemiyle değil; muhalefetin inandırıcılık eksikliği ve “güç arayışı” üzerinden (kerhen) ikna etti. “Yaparsa yine bu adam yapar” dedirtti.

​İçi bomboş “Türkiye Yüzyılı” klişesi, gemiler, arabalar, nükleer santral gösterileri… Bunların, çekirdek seçmen üzerindeki etkisi tartışılmaz. Hakkı yenmiş bir ulusun dünyaya kafa tutan sesi; Batı’nın bükemediği bilek… Bu imajın hangi tarihsel duyguları tatmin ettiğini anlayabiliyoruz. Fakat 20 yılın sonunda yaşanan açık başarısızlıklar karşısında; özellikle yıkıcı ekonomik kriz içinde bu imajın etkisinin de bir sınırı var ve Ak Parti oyları bize bu sınırı anlatıyor. 

​Herhalde bütün bu “savaş ve teknoloji” gösterisinin kararsızlar üzerinde de etkisi olmuştur. Ancak bu etkiyi “milliyetçi duyguların kabarması” olarak değil, “güç” algısı üzerinden okumak gerekir kanısındayım. Kararsızların, market etiketlerini unutarak değil, bu yıkımı aşabilecek “güçlü irade” illüzyonundan etkilenerek tercihte bulunduklarını düşünüyorum. Kılıçdaroğlu’na baktıklarında “SİHA’lara ne yapar; Kandil’le uzlaşır mı”nın değil, “vadettiklerini yapabilir mi” sorusunun cevabını aradıklarını sanıyorum.

​Kılıçdaroğlu neden inandırıcı olamadı? 

​Öncelikle yaygın siyasi kültürde “güç” kavramının kodlarını hatırlamamız gerekir. Uzlaşma, istişare, paylaşma gibi yönelimler “muktedirlik” eksikliği olarak algılanıyor bu kültürde. Gücün tam karşısına; zafiyet hanesine yazılıyor. Orkestra şefi değil, sesi herkesi bastıran solo haykırışlar temsil ediyor güçlü iradeyi. Vurdum mu oturtan, karşısında hazıroldadurulan liderlik makbul. 

​Güç algısının taraflar açısından nasıl işlediğini düşünürken sadece Erdoğan ve Kılıçdaroğlu profillerini değil, Cumhur İttifakıyla Altılı Masayı da karşılaştırmamız gerekir. Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu karşısındaki mukayeseli üstünlüğünü bırakalım bir tarafa. Bunun arkasında, yıllarca kamuoyu karşısında inşa edilmiş kimlik imajları var. Değişebilir, kolay eğilir bükülür bir algı değil bu. Bunu geçelim… İktidar/muhalefet ittifaklarını mukayese edelim. Muhalefet cephesinin aday tespiti sürecinde yaşananların (iktidar blokuyla karşılaştırıldığında) güç ve istikrar arayan kararsızlar üzerinde nasıl bir etki yarattığını tahmin etmek zor değil. Ayakları tıngır tıngır oynayan bir masa efekti. Üstelik “kazanamayacak” itirazı büyük ortak tarafından üstüne yapıştırılmış bir aday. Bundan da ibaret değil; kamuoyunda bütün ölçümler, adaylar arasında son sıraya yerleştiriyor Kılıçdaroğlu’nu. Seçimlere yaklaşık iki ay kala sahne böyleydi.

​Kampanya döneminde, Kılıçdaroğlu’nun performansına Yavaş ve İmamoğlu’nun da eklenmesiyle muhalif kesimde gerçeği ıskalayan büyük bir iyimserlik oluştu. Beklentiler çok büyüdü. Yanılanlardan birisi de bendim. Belli ki %10-15’leri gösteren “kararsızlar” üzerine hakkıyla düşünemeyecek bir “temenniler” dünyasına savrulmuşuz. Bizim gördüğümüz sahne, onların zihnindeki mukayese ölçülerini yansıtmıyormuş. Mitinglerle işi olmayan, sessizce izleyen, anketçilere karar vermediklerini beyan eden hatırı sayılır bir topluluktan söz ediyorum. 

​Fakat sorunun sadece “güç” algısıyla, “başarma yeteneği” ile ilgili olduğunu da söyleyemeyiz. İnandırıcı olamamanın bir boyutu da toplumu küçümsemekle ilgili. Kampanyanın söylem kalitesini kastediyorum. Çekirdek taraftarları bir tarafa bırakarak soruyorum, samimi olarak tarafların söylediklerini dinleyen; inanmaya açık, umut arayan kesimlerin anlam dünyasında nasıl bir karşılık buldu bu söylem? Cevabım: İkna etmedi.

​Siyasi iletişim üzerine ahkam kesmeyelim ama kaynak olarak “beşli çete”nin kaçırdığı paralara işaret eden, çığırından çıkmış vaatlere bel bağlanan bir kampanyanın seçmeni hafife almak olduğunu düşünüyorum. Ekonomiyi iyileştirmede izlenecek yolun, inandırıcı, anlaşılabilir biçimde söyleme yerleştirilememesi can alıcı bir zaaf oldu. Aynı biçimde Erdoğan’ın ekonomik krizdeki sorumluluğu hak ettiği açıklık ve vurguyla anlatılmadı. Onun devam etmesi durumunda neden krizin daha da derinleşeceği yeterince işlenmedi. Bu konular, Süleyman Şah Türbesi, tank palet fabrikası gibi karikatür argümanlarla milliyetçi hamaset yarışına girmekten çok daha merkeze alınmalı; tekrar tekrar seslendirilmeliydi. Oysa liyakat mesajlarının, israf ve yolsuzluk eleştirilerinin, kul hakkı yedirmeme taahhütlerinin ikna ediciliğine güvenildi ve “krizden kurtaracaksın da, nasıl?” sorusunun cevabı ortada kaldı. 

​Öte yandan, sonuçların değerlendirmesinde iktidar avantajlarının da yeterince önemsenmediğini söyleyebiliriz. Erdoğan, tarihte görülmemiş çapta bir popülist politika izledi. Hazinenin dibini kazıdı. Asgari ücret ve maaş zamları; devasa bir kaynak emen EYT kararı krizin etkisine karşı uyuşturucu rolü oynadı. Çok geniş kesimleri ilgilendiren bu popülist hamlenin, kararsızlar üzerinde, Duran Kalkan’ın montajlandığı videodan daha fazla etki yarattığını düşünmememiz için bir neden yok.  

​Özetlemek gerekirse; evet, milliyetçilik güçlenen bir ideoloji. İslami söylemle birleşti ve kuşatıcılığı arttı. İmparatorluk bakiyesi bir coğrafyada birikmiş tarihsel hınçlara karşılık veriyor. Zaten hangi konjonktürde mindere çıkarsa çıksın, demokrasi arzusunu yenebildiği bir ülkenin insanlarıyız. Seçim sonuçlarının bunu da gösterdiğini söyleyenler haksız değil. Fakat “neden Erdoğan”ın cevabının, ideolojik hegemonya dışında aranması daha ikna edici geliyor bana. Şunu soralım: kararsızlar güç ve söylem konusunda inandırıcı bulsaydı Kırıçdaroğlu’nu, yine de “ideolojik cazibesi” yüzünden Erdoğan’a giderdi diyebilir miyiz? Millet ittifakında temsil edilmeyen ideoloji var mı? Dindarlıksa dindarlık; milliyetçilikse milliyetçilik.

​Tekrar pahasına…

​Sonucu kararsızlar belirledi ve onlar muhalefete inanmadı…

- Advertisment -