“Halkın kendisini ifade etmesine izin verildiğini söylüyoruz ama sadece taraftarlarımızın sokakta gösteri yapmasına izin veriyoruz. Bizi desteklemeyenler yönetenlerin kötü performansını eleştiriyorsa protesto yapmanın hukuka aykırı olduğunu söylüyoruz. Onları tutuklayıp hapse atıyoruz, sonra da ülkeyi karıştırmaktan yargılanmaları gerektiğini söylüyoruz. Davranışlarımızdan ötürü insanlar bizden hoşnut değil. Önce ülkemizde birliği sağlamalıyız, bu çatışmaları durdurmalıyız, sonra çıkarlarımızın dünyayla müzakere ederek payımızı güvence altına almaya bağlı olduğunu kabul etmeliyiz. Günümüz dünyasında kendi etrafımızda bir kafes örebileceğimizi sanıyorsak bu yanlıştır.”
Sanki Türkiye’yi anlatmak için sarf edilmiş gibi duran bu cümleler İran’ın yeni cumhurbaşkanı Mesut Pezeşkiyan’a ait. Konuşmanın ilk bölümündeki gibi bir özeleştiriyi Türkiye’nin devlet başkanından duymak boş bir hayal olur, fakat hiç değilse “önce ülkemizde birliği sağlamalıyız, bu çatışmaları durdurmalıyız”a yakın bir cümle de duyamaz mıyız? Geçmişte Erdoğan’ın “Türkiye ittifakı” vb bazı sözleri ya da son genel seçimler sonrasında yaptığı bazı ‘rasyonel’ tercihler bazı kesimleri umutlandırdıysa da, Erdoğan otokratlığında en küçük bir yumuşama bile olmadı. En son Can Atalay’ın milletvekilliği konulu meclis oturumunda yaşananlar bu iklimin değişmesinin söz konusu bile olamayacağını gösterdi. Bu olayı önceleyen “normalleşme” girişiminin başına gelenler de meydanda.
Ben kendi payıma Erdoğan’ın ve AK Parti’nin 2016’dan itibaren içine girdiği otoriter-baskıcı yönetim modelinden çıkmasının mümkün olmadığına inandığım için, Erdoğan’ın “heyecan yaratan” söz ve davranışlarından hiç etkilenmedim. Bugün, Erdoğan’ın ve AK Parti’nin -ilk yıllarda olduğu gibi- ‘sopa’sız bir yönetim modeline neden dönemeyeceğini ele aldığım yazılarıma referanslarla bu konudaki yaklaşımımı bir daha hatırlatmak istiyorum.
Erdoğan’ın ‘umutlandıran’ söz ve davranışlarının üçü özellikle öne çıkıyor, ki yukarıda da dediğim gibi ben üçünün arkasından da neden umutlanmamak gerektiğine dair yazılar yazmışım. Bunlar sırasıyla Mart 2019’daki yerel seçimlerin ardından yaptığı “Türkiye İttifakı” çağrısı, Mayıs 2023 seçimlerinden sonra bakanlıklar düzeyinde yaptığı ‘rasyonel’ tercihler ve nihayet Mart 2024’teki seçim yenilgisinin ardından muhalefetin “yumuşama-normalleşme” çağrılarına verdiği olumlu yanıt.
“Türkiye İttifakı” çağrısı beni neden heyecanlandırmadı
Cumhurbaşkanı Erdoğan 31 Mart 2019 gecesi, seçim sonuçlarının belli olmasından hemen sonra, MHP ile kurdukları Cumhur İttifakı “sapasağlam”ken bir “Türkiye İttifakı” çağrısı yaptı. Çağrı, ittifak ortağı MHP hariç bütün çevrelerde olumlu karşılandı, siyasi atmosfer bir anda yumuşadı. Erdoğan’a göre “artık kucaklaşma zamanı”ydı. Nitekim birkaç gün sonra çıktığı bir televizyon programında “Türkiye ittifakı” söylemini, “Dönem, kızgın demiri soğutma dönemidir” ve “Hepimiz 82 milyonluk Türkiye gemisinin yolcularıyız” sözleriyle yeniden gündeme taşıdı. 19 Mayıs 2019’da Samsun’da verilen “birlik fotoğrafı” da bu ‘ittifak’ın görsel nişanesi olarak takdim edildi. Fotoğrafta Erdoğan’ın bir yanında Devlet Bahçeli, öbür yanında Kılıçdaroğlu vardı. Öbür parti liderleri de fotoğraftaki yerini almıştı.
Ben, görüntünün yanıltıcı olduğunu, AK Parti’nin kutuplaşmaya mecbur olduğunu ileri sürdüğüm “AK Parti geri dönüşü olmayan yolda mı? Evet!” başlıklı yazımı işte o ‘birlik’ fotoğrafından bir ay sonra, Haziran 2019’da kaleme aldım.
Neden böyle düşündüğüme dair argümanlarımı iki başlık altında toplamıştım: a) AK Parti’nin mevcut siyasi çizgisinden kaynaklanan güçlükler, b) değişimin mevcut liderlikle gerçekleştirilmesi mecburiyetinden kaynaklanan güçlükler (çünkü, aşağıda örnekleyeceğim, Türkiye siyasi hayatında parti siyasetlerindeki büyük değişimler hep yeni liderliklerle ortaya çıkıyordu).
AK Parti’nin mevcut siyasi çizgisinden kaynaklanan güçlükleri aşmak zordu, çünkü bu artık bir ‘dava siyaseti’ haline gelmişti. Altı çok çizilmiş, derinleştirilmiş, ideolojik kılıf giydirilmiş (dava haline getirilmiş) siyasi çizgileri değiştirmek, toplumsal talepleri karşılamaya odaklanmış daha iddiasız siyasi çizgileri değiştirmekten çok daha zordu çünkü. Bu tür siyasi çizgiler fazlasıyla inanç yüklü hale gelmişlerdi ve biraz abartıyla, böyle siyasi çizgilerde değişime gitme çabasını neredeyse dinde reform yapma çabasıyla kıyaslanabilirdi.
Dava siyaseti kaçınılmaz olarak toplumdaki bazı kesimleri dışlamayı ve gerektiğinde düşmanlaştırmayı gerektirirdi. Dava siyasetinden dönülmediği sürece bu kesimler üzerinde baskı uygulamak kaçınılmazdı.
Değişimin mevcut liderlikle gerçekleştirilmesi mecburiyetinden kaynaklanan güçlükler
Bu başlık altında temel argümanım şuydu: Bir siyasi çizgiyi yeni bir siyasi aktör (lider) aracılığıyla değiştirmek, cari (eski) siyasi aktörle (liderle) değiştirmekten çok daha kolaydır. (Bu argümanı tartışırken, AK Parti’nin önünde, başka bir siyasi liderle değişmeye çalışmak alternatifinin bulunmadığını varsaymıştım, bunun çok sağlam bir varsayım olduğunu herkes kabul edecektir!)
Demokrasisi oturmuş ülkelerde iktidarı kaybeden partinin sonraki seçim ya da seçimlerde yeniden iktidar olabilmesinin en sağlam yolunun liderin istifasında görülmesinin sadece siyasi ahlakla ilgili bir şey olmadığını düşünüyorum; istifa müessesesinin, değişimin ancak yeni bir liderlikle sağlanabileceği inancından kaynaklanan pragmatik bir zorunluluğu da var.
Her yerde aynı kural: Büyük değişimler yeni liderlerle olur. Zaten siyasi hayattaki somut örnekler de, büyük değişimlerin ancak yeni liderlerle birlikte inandırıcı olduğunu, ancak o zaman kuvveden fiile geçebildiklerini gösteriyor. Bunu, Türkiye siyasi hayatından örneklerle temellendirmeye çalışmıştım:
Ortanın solu, İnönü-Ecevit: İsmet İnönü, Türkiye’de bir devlet partisinin seçim yoluyla iktidar olamayacağını anladığında, CHP’nin artık “ortanın solunda” olduğunu ilan etti. Ne var ki bu büyük değişimin ikna edici olabilmesi, kuvveden fiile geçebilmesi için yeni bir liderin çıkıp onu sahiplenmesi gerekti: Bülent Ecevit. Türkiye siyasetindeki en büyük çizgi değişikliklerinden biri böyle gerçekleşti.
Merkez sağ, Demirel-Özal: Merkez sağın lideri Süleyman Demirel, görevi ondan devralacak olan Özal’ın izlediği çizgiyi benimsiyor, merkez sağın tıkanıklığının ancak böyle aşılabileceğine inanıyordu. Zaten 12 Eylül darbesinden önce Özal’ı göreve getiren de kendisiydi. Fakat bu kadar köklü bir değişim ancak liderliğin değişimiyle mümkün olabildi. Demirel aynı çizgiyi izlemeye kalksaydı hiç şüphesiz ikna edici ve inandırıcı olamayacaktı.
Laik siyaset, Baykal-Kılıçdaroğlu: Sert ve dışlayıcı bir laik siyasi çizgiyle iktidarın mümkün olmadığı anlaşıldıktan sonra CHP içinde yeni arayışlar belirmeye başladı. Hatta, bu çizginin asıl aktörü Deniz Baykal döneminde “çarşaf açılımı” vb. birtakım girişimlerde de bulunuldu. Ne var ki, geçilmek istenen yeni çizgi yönündeki küçük fakat kararlı ve sürekli adımlar ancak yeni bir siyasi liderle mümkün olabildi: Kemal Kılıçdaroğlu.
İslami siyaset, Erbakan-Erdoğan: 2000’lerin başında Refah Partisi (RP) içinde, sonradan yepyeni bir siyasi çizgi oluşturmak üzere ortaya çıkan Yenilikçiler’i düşünelim… Şöyle bir varsayımda bulunalım: Onların temsil ettiği çizgiyi Necmettin Erbakan ilan etseydi inandırıcı ve ikna edici olabilir miydi? Cevap, kesinlikle ‘hayır…’
(Kılıçdaroğlu’nun ardından CHP’de yaşanan değişimin derinliği hakkında henüz net bir fikir edinemedik. Fakat ne kadar değişmişse ve ne kadar değişecekse bunun da ancak lider değişimiyle mümkün olduğunu bu örnekte de gördük.)
Siyasi tarihimizdeki büyük çizgi değişikliklerinin burada özetlediğim hikâyesi, köklü siyasi çizgi değişikliklerinin neredeyse bir kural olarak yeni bir liderlik gerektirdiğini göstermiyor mu?
İşte bütün bu nedenlerle, 2019’un ortalarında, Erdoğan’ın o günlerdeki ‘birlik’ çağrısına, ‘kızgın demiri soğutma’ vaatlerine rağmen, sorduğum “AK Parti geri dönüşsüz yolda mı” sorusuna ben “evet” cevabı vermiştim.
Bu geri dönüşsüz yol demiri yeri geldiğinde daha çok kızdırmayı yani kutuplaşmayı daha da harlamayı içeriyordu, tabii baskıyı ve sopayı da… Bütün bunları 2023 Mayıs seçimlerinde onlarca somut örneğin eşliğinde yaşadık.
Ne var ki, seçimin hemen ardından Erdoğan’ın yeni bakanlar kurulunu ‘rasyonel’ tercihlerle oluşturması, “Erdoğan çizgisini değiştiriyor, MHP ile köprüleri atıyor” iyimserliğini yeniden alevlendirdi. Ben, o günlerde de ortada demokrasi ve özgürlükler lehine gelişme beklemenin boş bir hayal olduğunu yazmıştım. Fakat bu, bir sonraki yazının konusu.