Prof. Dr. Ergun Özbudun’u kaybettik. Şahsen tanımayanlar onu kitapları, makaleleri, konuşmalarıyla, tanıyanlar ise bütün bunlarla birlikte demokratlığı bir hayat tarzına dönüştürdüğü nezaketiyle hatırlayacaklar.
Türkiye’nin daha geniş bir kesimi ise 2007’de AK Parti iktidarı için hazırladığı Anayasa taslağıyla.
Tarihte bazı kırılma anları vardır. O anda verilen bir karar ya da atılan bir adım ardından gelen tarihin tüm akışını domino etkisiyle değiştirir.
Türkiye yakın tarihinde 2007 de öyle kırılma yıllarından biriydi.
Hrant Dink suikastı, Malatya Zirve katliamı, e-muhtıra, 367 kararı, Cumhuriyet Mitingleri, Ergenekon davası ile Türkiye’deki siyasi havayı zehirleyen, iktidar mücadelesini sertleştiren, toplumu kutuplaştıran, hukuku siyasileştiren kötü bir kapı açılmıştı.
AK Parti, erken seçime gitti. 22 Temmuz 2007’deki seçimden de yüzde 47 gibi o günler için rekor bir sonuçla çıktı.
22 Temmuz 2007 seçimlerine giderken AK Parti, e-muhtıra, 367 kararlarına karşı yeni anayasa kartını açmıştı.
Seçim öncesi haziran ayının başında Başbakan Erdoğan, Prof. Dr. Ergun Özbudun’la görüşüp, ondan bir anayasa taslağı hazırlamasını talep etmişti..
Prof. Özbudun, Türkiye’de ve dünyada saygın bir siyaset bilimci ve anayasa hukukçusuydu. Siyasi çizgisi için demokrat-Atatürkçülük denebilirdi.
Garabet 367 kararına hukuki itirazlarıyla AK Parti çevrelerinde de tanınmıştı.
Prof. Özbudun başkanlığında bir komisyon kuruldu.
Komisyon, AK Parti’yle farklı siyasi eğilimleri olan anayasa hukuku hocalarından oluşuyordu: Şu anda Anayasa Mahkemesi başkanı olan Prof. Dr. Zühtü Arslan, Prof. Dr. Fazıl Hüsnü Erdem, Prof. Dr. Levent Köker, Prof. Dr. Yavuz Atar ve Doç. Dr. Serap Yazıcı.
Ama komisyon çalışmalarına devam ederken yeni anayasa tartışmaları seçimlerin hemen ardından bambaşka bir şekilde patlak verdi.
AK Parti milletvekili seçilen, liberal-sol eğilimli anayasa profesörü Zafer Üskül, seçimlerden beş gün sonra verdiği röportajda bir “sivil ve renksiz anayasa” tarifi yaptı:
“1982 Anayasası Kemalizm ideolojisini mi yansıtıyor? Anayasanın başlangıç bölümünde ve birçok maddesinde bu var. Yeminde de var mesela. Atatürk milliyetçiliği var, Atatürk ilke ve inkılapları var. Bütün bu kavramlar, Anayasa Mahkemesi’nin yasaları denetlemesi sırasında temel alınıyor. Dolayısıyla ideolojiler, siyasi partilerin işidir. Her siyasi parti kendine özgü bir ideolojiyi savunabilir, savunmalıdır. Farklılıklar öyle ortaya çıkacaktır. Kemalist bir parti de kurulabilir, kurulmalıdır da. Bunu destekleyecek insanlar çıkar. Ama anayasalar bütün bu ideolojilere eşit mesafede durmalıdır. Renksiz olmalıdır. Biz bunu renksiz bir anayasa olarak tanımlıyoruz. Avrupa anayasa anlayışı da böyledir.”
Soru: Anayasada Atatürk milliyetçiliği ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılık yer alıyor. Bu ifadelerin çıkarılması mı gerekecek?
“Yer almaması doğru olur diye düşünüyorum. Bu bir eksiklik değildir. Mustafa Kemal Atatürk’ün bütün ulusun önderi olduğu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bu ortak değerdir. Bu herkesin sahip olması gereken ortak değerdir. Mustafa Kemal Atatürk başka bir şeydir, Kemalizm veya Atatürkçülük başka bir şeydir. Anayasa bu anlamda Kemalizm ideolojisinin izini taşıyor.”
“Yeni anayasada Atatürk milliyetçiliği ve Atatürk ilke ve inkılapları gibi kavramların olmasına gerek yok” sözleri kıyamet kopardı, yeni anayasa çalışmalarıyla ilgili ideolojik önyargıları besledi.
Halbuki Prof. Üskül, komisyonda değildi ve AK Parti’nin anayasa çalışmaları içinde yer almıyordu. Ayrıca söylediklerinde de Atatürk düşmanı, İslamcı, rejim düşmanı olarak saldıracak bir şey yoktu. Kendisi de öyle biri değildi.
Bu arada komisyon hazırladığı ilk anayasa taslağını bitirip 2 Ağustos’ta Başbakan’a sunum yaptı. Son hali de 29 Ağustos’ta AK Parti’ye teslim edildi.
Daha metin ortaya çıkmadan itirazlar gelmeye başlamıştı.
İlk itirazlar AK Parti’nin tek başına anayasa yapamayacağı, bunun için Kurucu Meclis’e gerek olduğu şeklindeydi.
Bunu anayasada Atatürk olacak mı, üniter devlet korunacak mı, vatandaşlık tanımı, laiklik ve tabii o yıllarda Türkiye’deki laiklerin, Atatürkçülerin ve bir kısım solcunun dünyasındaki en büyük mesele olan başörtüsüyle ilgili tartışmalar izledi.
12 Eylül 2007’de taslak ortaya çıkınca bütün bu eleştirilerin evham olduğu ortaya çıktı.
Anayasa taslağı şöyle başlıyordu:
“Herkesin insan haysiyetinden kaynaklanan evrensel hak ve hürriyetlere sahip olduğu inancıyla hareket eden, her türlü ayrımcılığı reddeden, farklılıklarımızı kültürel zenginliğimizin kaynağı olarak gören bir eşitlik anlayışına sahip biz Türk Milleti; insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyetin kurum ve kurallarını düzenleyen bu Anayasayı, egemen irademizin ve Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemâl Atatürk’ün çağdaş uygarlık hedefi ile ebedî barış idealine olan bağlılığımızın ifadesi olarak kabul ve teyid ederiz.”
Anayasanın girişinde Atatürk’e güçlü bir atıf yapılıyordu.
Aylarca süren tartışmalar çöp olmuştu.
İlk üç madde de yerli yerinde duruyordu. 12 Eylül generallerinden kalma “ değiştirilmesi teklif edilemez” maddesi yerine şimdi rüya gibi gelen bir “Devletin amaç ve görevleri” maddesi gelmişti:
“Devletin temel amaç ve görevi, insan haysiyetini korumak, kişilerin hak ve hürriyetlerini kullanmalarının önündeki bütün engelleri kaldırmak ve halkın huzur, güvenlik ve refahını sağlamak suretiyle insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaktır.”
“AKP laikliğin altını oyacak” diye korku salınan anayasa taslağından din dersini seçmeli yapacak madde önerisi çıkmıştı. Komisyon, din dersiyle ilgili iki alternatif hazırlamıştı:
“Alternatif 1: Devlet, eğitim ve öğretim alanındaki görevlerini yerine getirirken, eğitim ve öğretimin ana ve babanın dinî ve felsefî inançlarına göre yapılmasını isteme hakkına riayet eder. Din eğitim ve öğretimi, kişinin kendisinin, küçüklerin ise kanunî temsilcisinin talebine bağlıdır. Devlet bu taleplerin gereğini yerine getirmekle yükümlüdür.
Alternatif 2: Devlet, eğitim ve öğretim alanındaki görevlerini yerine getirirken, eğitim ve öğretimin ana ve babanın dinî ve felsefî inançlarına göre yapılmasını isteme hakkına riayet eder. Din kültürü ve ahlâk öğretimi, ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bu dersten muafiyet, kişinin kendisinin, küçüklerin ise kanunî temsilcisinin talebine bağlıdır.”
Kürtlerin itiraz ettiği vatandaşlık tarifiyle ilgili ise bugün muhalefetin bile önermekten çekindiği dört alternatif önerilmişti:
“Alternatif 1: Devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır.
Alternatif 2: Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkese, din ve ırk farkı gözetilmeksizin Türk denir.
Alternatif 3: Vatandaşlık temel bir haktır. Kanunun öngördüğü esaslara uygun olarak bu statüyü kazanan herkes Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır.”
Taslakta ifade hürriyeti, bugün yine hayal bile edilemeyecek kadar özenle korunmuş, amalar çıkarılmış, devletin eli kolu tutulmuş, medya özgürlüğünün altı çizilmişti:
“Herkes düşünce, vicdan ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce, vicdan ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.
Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hürriyetine sahiptir. Bu hürriyet, resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir alma ya da verme serbestliğini de kapsar. Bu fıkra hükmü, radyo, televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan yayınların izin sistemine bağlanmasına engel değildir.”
Peki, taslak ortaya çıkınca ne tartışıldı?
Tabii ki taslakta üniversitelerde başörtüsü sorununu çözmek için önerilen iki alternatifli maddeler:
“Alternatif-1: Kılık ve kıyafetinden dolayı hiç kimse yükseköğrenim hakkından mahrum bırakılamaz.
Alternatif 2. Yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir.”
Üstelik Anayasa bugün kimsenin itiraz etmediği kamuda başörtüsü özgürlüğünü bile getirmiyordu. Sadece üniversitelerde başörtüsünün önünü açıyordu.
İşte bugün bize basit görünen bu iki öneri, o günlerde TÜSİAD’dan CHP’ye, rektörlerden, merkez medyaya, akademisyenlere, köşe yazarlarında kadar laiklik itirazlarına, ‘taslak askıya alınmalı’ çağrılarına neden oldu.
En sert tepkiler tuhaf biçimde dört yıl sonra Ergun Özbudun’la Anayasa hazırlayacak olan TÜSİAD’dan geldi.
TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ “Laiklik anlayışına dokunamaz, değişmez maddeleri değiştiremez, anayasanın nasıl değiştirileceğine ilişkin kendinize özgü yöntemler öneremezsiniz” dedi.
Türk-İş de laik anayasa vurgusu yaptı, sol örgütler AKP Anayasası’na Hayır kampanyası başlatarak “özgürlükçü anayasa” hazırlığına girişti.
Merkez medyada Ergun Özbudun ile Serap Yazıcı ilişkisi üzerine belaltı yazılar çıktı, virgülüne dokunamazlar türü fedaice açıklamalar yapıldı, kimse bu taslağa bir şans vermedi.
Aynı günlerde başlayan “Türkiye Malezya olur mu”, “Mahalle baskısı” tartışmaları da bu hassasiyetleri artırmıştı.
Yeni anayasa için rahatsızlığını bildirenlere sonunda Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya da katıldı.
AK Parti, eleştirileri önce “bu henüz bizim taslağımız değil” diyerek savuşturmaya çalıştı.
Sonra parti anayasa taslağını görüşmek üzere Erdoğan başkanlığında üç günlük bir kampa girdi. Ama kampın sonunda taslakla ilgili bir karar açıklanmadı. Taslak ortada kaldı.
Tam bu sırada ilginç bir gelişme oldu ve devreye TOBB girdi. TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, yanına TİSK, TESK, TÜRK-İŞ, HAK-İŞ gibi sekiz kuruluşun başkanlarını alarak yeni anayasa için bir platform kurduklarını açıkladı ve Meclis’in inisiyatif alarak bütün kesimlerden anayasa için katkı almasını istedi.
Bu çağrıdan sonra Meclis Başkanı Köksal Toptan devreye girdi, bütün kesimlerden yeni anayasa için öneri ve katkı bekliyoruz diyerek topu Meclis’e attı.
Bu arada TOBB öncülüğündeki Anayasa Platformu, ‘toplumun bütün kesimlerinden’ görüşler almak üzere her ilde toplantılar yapmaya başladı.
Böylece AK Parti’nin Prof. Özbudun başkanlığındaki komisyona hazırlattığı anayasa taslağı, “katılım, herkesin görüşü alınmalı” gibi gerekçelerle profesyonel bir hamleyle rafa kaldırılmış oldu, zaten bir süre sonra da unutuldu.
Peki Türkiye yeni bir anayasaya ilk kez bu kadar yaklaşmışken tam olarak ne olmuştu?
Bunu 12 yıl sonra 2019’da Yargıtay’da görülen, HSYK eski Birinci Daire Başkanı İbrahim Okur’un yargılandığı davada tanık olarak ifade veren eski Adalet Bakanı Sadullah Ergin’den öğrenmiştik.
Ergin, o yıllarda s AK Parti Meclis Grup Başkanvekiliydi. AB adaylık süreci kapsamında çıkarılan demokratikleşme ve yargı reformu paketlerinde kritik bir rol oynamıştı. Tabii yeni anayasa sürecinde de…
Sadullah Ergin, Yargıtay’daki tanıklığında Özbudun Hoca başkanlığındaki komisyonun hazırladığı anayasa taslağının neden rafa kaldırıldığını ilk kez anlatmıştı:
“Anayasa Hukuku hocası Prof. Dr. Ergun Özbudun ve arkadaşlarının hazırladığı ve Parlamenter Sisteme dayalı yeni Anayasa metni AK Parti tarafından kamuoyu ile paylaşılmak üzereyken, Başbakan Yardımcımız üzerinden AK Parti’ye şu mesaj gönderildi. ‘Yeni Anayasa metnini açıklamayın, açıklarsanız AK Parti’ye kapatma davası açmak zorunda kalacağız.’ Bu siyaset kurumuna ve TBMM’nin yasama fonksiyonuna karşı yapılmış bir tehditti. Bu mesaj/tehdit üzerine bu paketin açıklanması bir süre ertelendi.”
Yani AK Parti’ye üniversitelerde başörtüsü özgürlüğü getiren yasa değişikliği yüzünden 16 Mart 2008’de açılan kapatma davasından altı ay önce ilk kapatma tehdidi Prof. Özbudun başkanlığındaki komisyonun hazırladığı anayasa taslağı yüzünden gelmişti.
Sadullah Bey’in ifadesinde Başbakan Yardımcımız dediği isim ise Cemil Çiçek’ti.
O günlerde Cemil Bey’i de arayarak bu olayı sormuştum. O da çok ayrıntısına girmek istemedi ama böyle bir uyarı geldiğini zımnen teyit etmişti:
“AK Parti’nin denetimli serbestlik altında iktidar olduğu yıllardı o yıllar. Olup bitenleri bu kavram altında değerlendirmek gerek. Demokrasiye inanmamış, oportünist çevreler o dönem sadece eğitim hakkıyla ilgili bir madde üzerinde durdular. Varsa yoksa eğitim hakkı üzerinde duruyorsunuz. Baştan bir kurgu vardı, bir kapatma davası yoluna gidiliyordu.”
Cemil Bey ve Sadullah Bey isim vermedi ama o uyarıya dönemin Yargıtay Başkanı aracılık yapmıştı.
TOBB’un Anayasa Platformu’yla araya girmesi ise yine hükümetin, kapatma tehdidinden sonra bu işi rafa kaldırmak için bulduğu bir ara yoldu.
Fakat bütün bu alttan almalara rağmen o kapatma davası altı ay sonra yine başörtüsü meselesi yüzünden açıldı.
Neyse ki Anayasa Mahkemesi’ndeki kapatma davasından kapatılmaya yetecek oy çıkmadı. O günlerde olan bitenlerin hikayesi de henüz yazılmadı.
Fakat yine Sadullah Ergin’in ifadesinden bu kapatma davasından sonra da onun tabiriyle yargısal aktivizmin rahat durmadığını, bu kez 2008-2009’da bir kere daha AK Parti’nin kapatılması için girişim yapıldığını öğreniyoruz.
Bu girişim Deniz Feneri davası çerçevesinde, partinin yurtdışından yardım aldığı iddiası üzerine açılmaya çalışılmış, bunun için yazışmalar da yapılmış ama ikinci kapatma davası girişimi sonuçsuz kalmış.
Yani 2007 ile 2009 arasında, AK Parti üç kez kapatılmaya çalışıldı. Birinde dava açıldı.
“Siyaset Kurumu bürokrasi ve yargı eliyle icra edilen siyaset mühendisliğinin esiri haline getirilmek isteniyordu. 2010 Anayasa Değişiklik Paketi işte böyle bir atmosferde hazırlandı” diye anlatmıştı ifadesinde Ergin yaşananları.
Peki, Özbudun hoca başkanlığındaki komisyonun anayasa teklifinde ne vardı?
Bugün, Millet İttifakı’nın önerdiği Parlamenter Sisteme geçiş önerisinden daha da ileri maddeler vardı. Laiklik ve Atatürk yerinde duruyordu, Başkanlık sisteminin B’si bile yoktu.
Bugün en radikal sol parti bile AK Parti böyle bir öneri getirse Yetmez ama evet diye bunu büyük bir reform olarak alkışlayabilir.
Muhtemelen o gün bu anayasa teklifine ideolojik önyargılarla hayır diyen TÜSİAD üyeleri, şimdi böyle bir anayasa taslağını teklif dahi etmeye cesaret edemez.
Özellikle de medya özgürlüğünün net biçimde garanti altına alındığı bir anayasa taslağından 10 yıl sonra bütün medyasını kaybeden dönemin TÜSİAD başkanı herhalde bazen muhasebe ediyordur.
Ama o günlerde ideolojik önyargılar, evhamlar, ordu ve yargıyla siyaset üzerinde kurulan vesayetten kaynaklanan kötü alışkanlıklar, kendini fazla güçlü zannedip, iktidarı paylaşmaya razı gelmeme şımarıklıkları yüzünden Türkiye büyük bir demokrasi fırsatını kaçırdı.
Üstelik sırf anayasa üniversitelerde başörtüsüne izin veriyor diye. Üstelik sadece üniversitede…. Sadece üniversitede de üstelik..
Halbuki, Türkiye, 2007’deki krizden ders çıkarıp, sorunlarını yeni bir anayasayla aşabilirdi. Güç dengeleri birbirine daha denkti.
O gün anlamsız, önyargılı gerekçelerle yeni anayasaya karşı çıkanlar, bugün o hakların ve özgürlüklerin garanti altına alınmasına en çok ihtiyaç duyanlar haline geldiler.
Anayasanın temel haklarla ilgili pek çok maddesinin fiilen yürürlükten kalktığı, Anayasa Mahkemesi, AİHM kararlarının uygulanmadığı bugünlere öyle kolay, tek bir kişinin kararıyla, baştan planlanmış olarak gelmedik.
Kolektif bir sorumlukla, kolektif hatalarla bugün inşa oldu.
Toplumlar ellerine geçen fırsatları işte bazen böyle heba edebiliyorlar.
O tarih fırsat kibirden ve önyargıdan kaçırıldı. Hatta elini taşın altına koyanlar yandaş, YAE’ci diye damgalandı.
Ergun Özbudun ve komisyon üyeleri o günlerde ellerini taşın altına sokmaya cesaret etmişlerdi, üstelik pek çok hakareti ve yaftayı işitmek ve bugüne kadar sırlarında taşımak pahasına.
Aynı Ergun Hoca daha sonra otoriterleşme eğilimlerinin hep karşısında oldu. Sesini hep yükseltti. Bunun bedelini de ödemeyi göze aldı.
O kadar ki Serap Hanım’la birlikte çalıştıkları Şehir Üniversitesi hukuksuz biçimde yok edilince, kendisine çalışacak üniversite bile bulamadı.
Hocamıza tekrar Allah’tan rahmet, değerli eşleri Serap Yazıcı hocamıza sabırlar diliyorum.