[24 Aralık 2022] Kuşkusuz çok gecikmiş bir (veya iki) yazı. Araya bir yığın başka (maalesef güncel) mesele girdi de ondan bugünlere kaldı. Oysa 14 Aralık’taki yarı-final karşılaşmasından hemen sonra yazmaya başlamıştım, orada burada rastladığım emperyalizm ve anti-emperyalizm yorumları karşısında.
Tipik tavır şuydu: “Bugün hepimiz Faslıyız.” Neden? Çünkü burada, 19. yüzyılda başlayıp 20. yüzyıla uzanan bir zalim-mazlum ilişkisi söz konusu. Biz de biliyorsunuz hep mazlumdan yanayızdır (mı acaba?); dolayısıyla hemen bunu alıp spora yüklüyoruz. Bu yüklemenin kendisi, biraz şaibeli. Geçtim; asıl ardındaki teorik ve siyasî vizyonu kurcalamaya çalışacağım.
Zıtlığın bir yanında, Fransa emperyalist, hep emperyalist, zira hiç değişmiyor bu emperyalist karakteri. Karakterleri, demek lâzım. Batı, ağzıyla kuş tutsa, daha yüz yıl da geçse, iki yüz yıl da geçse, hep emperyalist kalacak. Daha doğrusu, bugün yaşayan bizleri, şu mantalitemizle, iki yüz yıl sonraya taşımak mümkün olsa, o günkü Batıya (artık nasıl olacaksa) baksak, yine emperyalist ve yine emperyalist sayacağız.
Çünkü donmuş kalmışız, 1875-1914 arasının Yeni Emperyalizm çağında. Neden Yeni Emperyalizm? Kendi zamanında somut bir olay olarak görülmüş bu. İnsanlık tarihindeki imparatorluklardan ve imparatorlukçuluklardan biri (sadece biri). Eskisi var ve yenisi var. 1500 dolaylarında sahneye çıkan ilk Avrupa-merkezli deniz imparatorluklarının üzerinden neredeyse 400 yıl geçmiş. Şimdi başka bir dalga geliyor ve öncekini Eski’liğe iterken kendisini Yeni diye tavsif ettiriyor. Bir süre de öyle inceleniyor ve tartışılıyor.
Bunu, bu somutluğu, bu tarihselliği (yoksa, getirilen açıklamaların içeriğini değil) görece doğru buluyorum. Fakat derken, ebedîleştirme eğilimi doğuyor bu momenti. Başsız ve sonsuz, jenerik bir emperyalizm. Bazı devletlerin bir davranış biçimi değil; başka ülkelere siyasi-askeri müdahaleler değil; istilâ, işgal ve ilhaklar değil; doğrudan doğruya kapitalizm olup çıkıyor. Dolayısıyla nerede gelişmiş, tekelci kapitalizm varsa orada emperyalizm de var. Eşitsizlik değil, kolonyalizm değil, işgal ve ilhak değil; emperyalizm var. Öyle ki, bunları birbirinden ayırdetmek imkânsız hale geliyor. Bu da Marksizm, daha doğrusu Lenin ve Leninizm yüzünden. Bir adım ötede, dış olan her şey ve bu meyanda gelişmiş ülkelerdeki kültür ve medeniyet, Batı ülkelerindeki kültür ve medeniyet (Batı medeniyeti demiyorum; Batı ülkelerindeki kültür ve medeniyet) toptan emperyalizme indirgeniyor.
Bizim kafalarımız da orada donmuş kalmış ve hâlâ, Yeni Emperyalizmin yayılma dalgasının 1914’te Birinci Dünya Savaşı’yla tükenmesinden yüz küsur yıl sonra, bu indirgemeci gözlüklerle bakıyoruz dünyaya. Aynı zamansız, donmuş çerçevede, karşı tarafta ise (14 Aralık 2022 yarı-final maçının karşı tarafında ise) tabii Fas saf ve temiz bir sömürgecilik kurbanı kimliğiyle yer alıyor. Bu perspektifte ne monarşi var, ne kökenini Hz Ali’nin oğlu (ve Hz Muhammed’in torunu) Hasan’a dayandıran Alavi hanedanının 1631’den bugüne uzanan sürekliliği, ne sonraki yüzyıllarda Batı’yla ilişkilerini ne kadar geliştirdiği, dolayısıyla bugünkü Fas kimliğinin ancak bir Arap-Berber-Avrupa karışımı olarak nitelendirilebilirliği. Gene bu perspektifte, ne 1912’de Fas üzerinde kısmen Fransa’nın ama kısmen de İspanya’nın “himaye”sinin (protektorasının) tesisi var, ne de sonrasında, Fas’ın bu İspanya kesiminde üstlenen sömürge ordusu birliklerinin, komutanları General Franco’nun emrinde İspanya Cumhuriyeti’ne karşı ayaklanıp İspanyol faşizmini iktidara getirmekte başrolü oynaması.
Nitekim bkz yukarıdaki başlık resimlerim. Solda, Franco’nun Faslı birliklerinin, İspanya İç Savaşı’nda (1936-1939), İspanya toprağında, Cumhuriyetçi mevzilerine saldırması. Faşist açıdan, bir kahramanlık destanı. Ressamı Augusto Ferrer-Dalmau. Sağda, Faslılar dahil Franco kuvvetlerinin, fesleri ve sarıkları ve Faşist selâmlarıyla Madrid’e girişi.
Çoktan unutuldu ama ben hatırlatmayı deneyeyim: Pablo Neruda, İspanya İç Savaşı hakkındaki şiirlerinden birinde (Explico algunas cosas: Açıklayalım), “uçakları ve Mağriplileriyle çıkagelen haydutlar” diye söz ediyor onlardan (Bandidos con aviones y con moros). Nâzım da o yıllarda, çeşitli gazetelerdeki köşelerinde, farklı müstear isimlerle kaleme aldığı fıkralarında, sürekli yazmış İspanya’yı. Öyle pirüpak bir Faslılık güzellemesine girişmiyor. Tersine. 18 Şubat 1937’de Tan’da, Adsız imzasıyla “Müslüman Faslı Nefer”i yayınlamış örneğin. “Kırmızı fesli, mavi püsküllü Müslüman Faslı nefer”in faşizme ve sömürgeciliğe hizmet etmesine kızıyor: “elindeki kurşunu sıkarken, karşında seni asırlardan beri ezen düşmanı vurdum sanıyorsun.” 4 Mayıs 1937’de gene Tan’da, bu sefer Adsız Yazıcı imzası ve “Faşist general, Müslüman başvekil” başlığıyla dönüyor aynı temaya. Franco’nun “Ehlisalip” (Haçlılar) konuşması ile Fas başbakanı Abdülkadir’in “General Franco’yu kurtarıcı olarak tanıyınız… Biz Müslümanları o kurtaracak” konuşmasını yan yana koyuyor. Franco için “kendi kanından, kendi ırkından, kendi dininden insanları, ecnebi ülkelerin askerlerine, Müslüman Faslı nefere öldürtürken, ne kadar Nasyonalist, ne kadar Hıristiyansa, Fas Başvekili Abdülkadir de o kadar Müslüman, o kadar milliyetçidir” hükmüne varıyor (bkz Nâzım Hikmet, Yazılar (1937-1962), Adam Yayınları, 1995, s. 9 ve s. 108-109).
Diyeceğim, ülkelerin ve milletlerin tarihi ne toptan kara, ne de toptan ak. (Nitekim Türkiye hakkında da neler neler söylenebilir, biraz kurcalarsak.) 1875-1914 İmparatorluk Çağı (ünlü Marksist tarihçi Eric Hobsbawm’ın deyimi) tabii nesnel bir olgu. Ama buradan hareketle her türlü realitenin ve bu arada bir futbol karşılaşmasının üzerine hep aynı 1/0 karşıtlığının üst-kimliklerini giydirmeyi, bu arada mazlum ve mağdur diye sempati duyduklarımızın geçmiş bazı kötülük ve çirkinliklerini (ya da bugünkü deformasyonlarını, veya reel hibridliklerini, kültürel melezleşmelerini) itinayla silip temizlemeyi, pek doğru ve gerçekçi bulmuyorum. Bu arada, ilginçtir, şöyle bazı problemler de çıkıyor: Grup maçları aşaması tamamlanmış, eleme turlarına gelmişiz; 3 Aralık’ta Hollanda-Amerika maçını izliyoruz; bir de bakıyorum ki benden başka hemen herkes ABD’den yana. Neden? Emperyalizmden söz edeceksek, ABD emperyalizmin (daha dar anlamda, Çin ve Rusya bir yana, Batı emperyalizminin) başı, lideri, şeytanı değil mi, bu jenerik emperyalizm anlayışıyla?
Fakat hayır, orada bir anlam kayması oluyor ve hafif tertip başka bir anlayış devreye giriyor, çaktırmadan. Bu da o alanın, sporun, futbolun kendi ölçüleri içinde zayıfı, güçsüzü, favori gösterilmeyeni tutma anlayışı. ABD genç ve dinamik, atletik bir takım. Çok hızlı uç adamları var. Biraz acemiler; kale önüne kadar iyi geliyorlar da sonra ne yapacaklarını bilemiyorlar; defansta ise çok naifler doğrusu. Bunlar etraflarında bir sempati hâlesi yaratıyor. Ah bir atsalar hayıflanmalarına yol açıyor.
Bana bu çok daha makul geliyor, açık söyleyeyim. İndirgemeci olmamak. Bir alanı (futbolu) başka bir alana (emperyalizm ve anti-emperyalizm sorunsalına) indirgememek. Takım tutacaksan, anti-emperyalist mağduriyet gibi makro gerekçelerle değil, sahada, spor mücadelesinin kendisinde underdog olduğu için tutmak. Zaten ben de Fas’a sempati duyduysam, daha çok bu yüzden duydum, itiraf edeyim. Hızlı, çevik, mücadeleci bir kontratak takımı hüviyetleriyle. Amerikalılar gibi onlar da, biraz daha kişisel sorumluluk alsalardı, son anda şut çekmeye bu kadar korkmasalardı…
Neyse. Geçtim. İşin başka bir boyutu da var. Geldiğimiz yerde, Fas ne kadar Doğulu? Fransa ne kadar Batılı? Bununla devam edeceğim.