Bugün nihayet bitireceğim şiddet romantizmine, süslemeciliğine, kahramanlıklara değinen yazı dizim, çocukluğumdan bu yana gözümün önünde dolaşan sahnelerle film gibi. Hiç bitmeyen hikâye… Şiddetin filmografisi her devrin “gişe filmleri”yle, “reyting ekranları”yla da sayfalara sığmıyor.
Kahramanları var çünkü. Ekserisi de öyle yaratılan/yaşatılan kahramanlıkların eşzamanlı, kameradan naklen destanı. Olay anı görüntülerinin canlandırmaları… Onu bizzat yaşayanların -sonradan- anlatısı, gerçek hayatı, senaryoyu da, kahramanlığı da değiştirebiliyor. Şiddet algısını da…
Belgesiz belgesel-isimsiz kahraman
Bazı savaş, kahramanlık belgesellerinde seyrediyoruz ama filmlerdeki kadar sahici gelmiyor, “o tadı” vermiyor. Kadrosu zayıf, dar bir kere; kahramanları bir devlet-hükümet başkanı, bir-iki (baş)komutan. İkinci Dünya Savaşı’nda 70-80 milyon insan ölmüş, kahramanlarını sorup sıkıştırsan hepsi “isimsiz kahraman”.
Üstelik izlediğimiz efsanevi belgesellerin bir kısmının belgesi yok yahut çok şüpheli. Belgesiz belgesel… Bazısının belgesi de filmi çevirirken, oraya buraya çekerken yaratılmış.Tarihe çekilen set belgeseli.
Ulusal gişe filmlerinde, yarım elma-gönül alma “yarı belgeseller”de savaşın gerçek yüzünü ondan anlat(a)mıyorlar, kahramanlarına anlattırmıyorlar belki. “Anlatılmaz yaşanır” klişesi, mevzu savaşsa kâbus. Yaşayanın o tabloyu parlak renklerle bezemesi her babayiğidin harcı değil. Süsleyip anlatınca hepsi film gibi geliyor. Ruhen de maalesef.
Kahraman olmak ya da olmamak
Hayat film gibi, filmdeki gerçeklik hayat gibi… Oradan oraya yuvarlanıp gidiyoruz. Velâin gerçek, bildik hikâyeler, çoğu kez sıkıcı, tek düze… O yüzden gerçek olayları da film gibi anlatmak, süslemek, kuru kuruya gerçeklikten koparmak gerekiyor. Ki hem öyle anlayalım, hem öyle hissedelim.
Gazeteler, televizyon haberleri de hâliyle öyle. Yapımcıları Yeşilçam’a nal toplatır. Her an kahraman yaratıyorlar. Kitabına-kitabesine uygun olma kaydıyla, her meslekten, gruptan, vakadan kahraman…
Kahraman olmak için değil olmamak için çaba göstermen gerek bu medyanın karşısında. Tehlikeli de… Bir şeyin kahramanı yapıyorlar, ardından sosyal medyada sicilin dökülüyor ortaya; al sana kahraman! Akşam “sade vatandaş” yatıp, sabaha kötü kahraman, anti-kahraman kalkman da iki dudak arası. Alıp götürüyorlar. Onlara kısaca “hain” de deniyor; neyin haini olduğu, hıyanetin hangi sabit değerlere yöneldiği ise muhtelif.
Kediler bile kahraman bekliyor
Kediler bile kurtaracak kahramanını bekliyor ağaçta. Telefonla çağrılan kahramandan önce kameraman geliyor. Ağaçtan dal düşerse, o da kahraman. Çok kullanışlı; insanî görevini, insanlığını kahramanlara havale edip, -varsa- onun yükünden de kurtuluyorsun mesela.
Bir bardak soğuk su veriyorsun ağaçtan inen kahramana… Tamam. Mikrofonu sana da tutuyor haberci tabii; saatlerdir nöbettesin, boşuna durmuyorsun orada. Anlatıyorsun maceranı: “Ağaçtaki kediyi görünce su şişesini hemen buzluğa attım… Kolonyayı büfeden çıkardım…”
Şiddette meşruiyet dünyası
Böylesi kahramanlık mizahı bir bakıma… Onun da yan etkileri var ama cürmü kadar. Lâkin yurdu saran süslü, renkli kahramanlık, -hasmınla kavgan dâhil- her türden “savaş” tablolarının kahramanları farklı. Birbirinden kahraman eski kabadayılara, eşkıyalara, her türden “Baba”lara, Süper Kahramanlar’a filan değinmiştim yazı dizimde.
Onların -yan ya da asıl- etkileri ağır. “Meşru müdafaa” kavramında mesela… Şiddetin, şiddet romantizminin karambolünde “meşru müdafaa”nın “o hayat”taki sınırları da belirsiz. O mahut ve de matbu milli hassasiyetlere, hep tehdit, tahrik altında yaşanan/yaşatılan “beka”ya, ona ayarlı toplumsal -çanak- antenlere göre esniyor, genişletiliyor. Ve meşruiyet kazanıyor şiddet.
Şiddetin can damarına basmak
Son seçim sürecinde Erzurum’da İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve mitinge katılanlara -polisin seyirciliğinde- yapılan taşlı saldırı misal. O tarihte İçişleri Bakanı ve bugünle asla kıyaslanamayacak kadar konuşkan olan Süleyman Soylu, hemen İmamoğlu nezdinde muhalefeti suçluyor tabii: “Tahrik ediyorlar, tabanlarına oynama tiyatrosundalar, İmamoğlu provokatör, sahtekâr, yalancı…”
Söylediklerini, tüm konuşmasını bir cümleyle özetlersem… Onu, muhalefeti “şiddetin damarına basmak”la suçluyor esasında. “Can damarı”na… Hatta devamını bildik nağmelerle getirerek şiddeti bir güzel izah ediyor: “O şehirde herkesin milliyetçilik damarı en üst noktadadır. Bu şehirlerde provokatörlük yaparsanız Allah korusun…”
“Sembolik şiddet jeneratörü”
Tanıl Bora 28 Ocak 2007’de Evrensel’de yayınlanan söyleşinde “tahrikten sonsuz bir meşruiyet devşiren şiddet potansiyelimiz”e milliyetçiliğin penceresinden bakmış. Şiddetin o pencereden manzarası da her türüyle Brueghel tablolarına dönüşüyor. Milliyetçilik birçok “çilik”le, “çılık”la, “cılık”la akraba zira.
“Bize özgü” diyemesek bile “Biz”i tanımlayan payı-paydası ortada. Yıllar önce şöyle anlatıyor Bora: “Türkiye, tehdit algılamasının ziyadesiyle yüksek olduğu, hatta tehdit algısını habire okşayarak kendini meşrulaştıran bir ulus-devlet. Sadece ders kitaplarına bakarak, bunu görebilirsiniz.
Bu daimi teyakkuz ideolojisi, milliyetçiliğin tam gaz çalışmasına olanak veriyor.
Türkiye’de, bu zemin üzerinde bereketli bir şekilde serpilen bir milliyetçi şiddet potansiyeli var. Milliyetçi bir ajitasyon (…) zihniyetiyle, simgeleriyle, hiç küçümsenmemesi gereken bir sembolik şiddet jeneratörü olarak işliyor.”
Sağdan sola savruluyor
Bugünkü düzende örgütlü milliyetçiliğin açık artırmadaki payının ne kadar olduğu elbette tartışılabilir. Kahramanlık sermayesinin insanın “seçim”lerine etkisi de… “Beka”nın sadece ülke değil birey için ne ifade ettiği de… “Cılık”ların da cılkı çıkınca münazarası ihtiraslı böyle meselelerin.
Milliyetçilik de farklı kisvelerde, dozajlarda dolaşıyor ülkeyi, dünyayı. Yakasına her görüşün rozeti ilişiyor, gerektiğinde. Yakışmasa da yakıştıran çok… Emaneten takan da.
Böyle bir ortamda, her türden “milli hassasiyetlerimiz”e uyarlanabilen “ağır tahrik”lere, “meşru saldırı”lara, “haklı intikam”lara da gönlün kapıları açık. Yeter ki sırtını yasladığın yer sağlam, cereyanı her “hey hey”de moda olsun. Tam bir izdiham… Bu fırtınada asıl mesele de sağdan sola savruluyor.
“Şiddete Hayır”ın reytingi
Ankara’da,yaklaşık 45 yıl önce kuvvetli bir mayayla katıldığımız, Tandoğan Meydanı’ndaki ilk “Faşizme Hayır” mitingi ve yürüyüşü net, ayrıntılarıyla aklımda da mesela…“Şiddete Hayır”ı ne zaman, hangi vesileyle ana slogan eyledik, haykırdık -şaşırarak- hatırlamıyorum.
Başı çeken, bizi meydana çıkaran mı olmadı, yoksa uzağımızda mı kaldı? Yaşımıza-başımıza, çengeline asılı bacağımıza mı uymadı… Bedeli mi yüksekti bu haksız-hukuksuz âlemde? Nedenleri çok olabilir. Her yaşta kocamak da mümkün. Erkenden…
Asıl nedeni belki şiddetin envâisinin -gerçekten- farkındalık yaratmasının zaman alması… Kavram seti bile sığ, daracık bir zamanlar. “Bir zamanlar” deyince çok uzağa gitmek de gerekmiyor. Hatta şiddete karşı toplumsal farkındalık geleceğe dair tahayyüller arasında.
“Eş dost arasında büsbütün yalnız”
Şiddetin her türlüsüne, “öteki”lere, cinsiyete-cinsel tercihe, etnik kökenlere, dile-dine, inanca-görüşe, say say bitmeyen ayrımcılığa dayalı düzene, baskılara, eziyetlere, koca bir tarihe, onun kahramanlarına direnmek yaman iş de tabii. Etiketinle yapayalnız, bir başına kalırsın ortalıkta; hatta “eş dost arasında büsbütün yalnız”.
“Savaşa Hayır” da benzer. Tedavülden kalkmayan savaş nedeniyle çıkmıyorsun, çıkamıyorsun, çıkartmıyorlar meydana. Bu devirde Ukrayna’nın işgaline karşı net tavır bile bazen “Hayır dersem belki demek /Belki dersem evet anla” nağmesinde mesela. “Savaşa Hayır”ın aması cengâver zira.
Değişmek bir yana… Dışarıda şehirlere bombalar yağsa da her gece… “Ben hiç, asla değişmedim” sığınağında kulaklarını kapatıp böbürlenenler de az değil. Oysa tek cümleyle ortada mesele: “Savaş, işgal bu yahu…” Örneklerini siz, zihninizden çoğaltın.
Nokta koymanın imkânsızlığı
Uzayıp giden yazım dizimde değinmeye çalıştığım bu her şeyiyle bereketli, kullanışlı alan, sadece bireyin, toplumun değil devletin, iktidarın da oyun sahası. Öyle de köküne sarılıyor, büyüyor, genişliyor.
Zehirli sarmaşık… Şiddeti meşrulaştırma söylemleri, güzellemeler, kahramanlık efsaneleri, destanları yeniden yazılarak da mirasını çoğaltıyor artık. Karakalem, çalakalem… Mirası reddetmek o dünyanın tüm nimetlerinden yoksun bırakıyor insanı. Nimetin sözlük anlamlarından sadece “ihsan, bağış” kısmını alıyorum tabii. Zira aklı başında insan için “külfet” demek de çok uygun o bedeli, mâliyeti yüksek “nimet”e.
Sermayeyi elinde tutan kazanıyor, en azından ömrünü uzatıyor çoğu kez. Nokta… (Koyduğum noktayla “şiddet romantizmi” ekseninde epeydir süren yazı dizimi kast ediyorum sadece. Yoksa her final denemem bir virgül bu ülkede.)
YAPAYALNIZ, “HAİN” KAHRAMANLAR…
Tanıl Bora, Mayıs 2012’de Birikim’de yayınlanan İnsani kahramanlık, sebat kahramanlığı, medeni cesaret “Enkazda altın tozları” yazısında da kahramanlığı, “heroizm”i sorguluyor. Değindiği önemli isimlerden birisi Victor Klemperer. (Bora Klemperer’nin 1946’da yayınlanan kitabını da Türkçe’ye çevirmiş: “LTI Nasyonal Sosyalizmin Dili”, İletişim Yayınları, 2013.)
Nazi döneminde günlük tutan, çalışmalarını savaştan sonra “LTI (Üçüncü Reich’in Dili) kitabında da toplayan Klemperer “Nazi söyleminin yapıtaşlarından biri olarak kahramanlık mitosuna dikkat çekiyor”:
“Kahramanlık en yüce değerdir bu söylemde, en büyük meşruiyet kaynağıdır. Kahramanca eylemler ve onlar etrafında kurulan hamaset anlatısı, toplumu ve bireyleri ebediyen kendine borçlu kılar. Klemperer, bu heroizmin etkisini Nazi döneminden sonra da sürdürdüğünü gözler.
Kahramanı tarihinden ayıklamak zor
Klemperer 1945 sonrası yürütülen ‘Nazizmden arındırma’ eğitimleri sırasında, savaşta gösterilen kahramanlıkları Nazilerin fecaatinden ayırt ederek sahiplenenlere, şunu anlatmaya çalışır. (Çok önemli, çünkü şiddetin ayırt edilmesi güncelliğini yitirmiyor maalesef): ‘Kahramanlık sadece cesaret ve yaşamını ortaya sürmekten ibaret değildir. Bu kadarını her belâlı kavgacı ve her cani (yazı dizimdeki kabadayılar, eşkıyalar) yapabilir. Kahraman [Heros], kökeni itibarıyla insaniyeti geliştiren eylemleri ifâ eden kişidir.’
Klemperer, buradan ‘sahici’ kahramanlara getirir sözü. Onlar arasında, Nazi döneminde Yahudi kocalarıyla evliliklerini sürdüren Alman kadınlarını öne çıkartır. Gösterişsiz, şansız, ümitsiz ve yapayalnız bir insaniyet kahramanlığıdır bu kadınların yaptığı. Klemperer onları heroik bir dokunaklılıkla anlatır:
‘Ama ben çok daha tesellisiz, çok daha sessiz sedasız bir kahramanlık biliyorum, bir orduyla, bir politik grupla beraber olmanın dayanağından da, müstakbel bir ihtişamın umudundan da mahrum, tamamen yalnız başına kalmış bir heroizmdir bu.
“İnsanı ne ayakta tutar?”
Yahudi kocalarından ayrılmaları yönündeki baskıya ayak direyen birkaç (sayıları pek fazla değildi) Ari kadının kahramanlığıdır. Bu kadınlar gün be gün neler yaşıyorlardı! Ne hakaretlere uğradılar, ne tehditlerle maruz kaldılar, tekmelenip tokatlandılar, üzerlerine tükürüldü; Ari mesai arkadaşları ağır iş tazminatından faydalanırken kendileri Yahudilere verilen normal-altı günlük gıda tayınlarının normal kıtlığını kocalarıyla paylaşarak, ne mahrumiyetlere katlandılar.
(…) Peki ya kirli gündelik yaşamın öğütücü iğrençliğinde, bunu öngörülemeyecek kadar çok sayıda başka kirli gündelik yaşamların izleyeceği belli iken, insanı ne ayakta tutar? Orada, o anda kuvvetli kalmak, yanındakine devranın döneceğini, o günü beklemenin bir görev olduğunu durmaksızın telkin edecek ve bunu ona her seferinde yeniden kabul ettirecek kadar kuvvetli olmak, grupsuz bir yalnızlaşma halinde (çünkü Yahudi hanesi ortak düşmanına, ortak kaderine ve grup diline rağmen bir grup oluşturmaz) tamamen kendi başına durabilecek kadar kuvvetli kalmak: bütün kahramanlıkların ötesindeki heroizm işte budur.”
Enkazdaki altın tozları…
Tanıl Bora da yukarıda bir bölümünü aktardığım yazısının finalini dokunaklı getiriyor: “(Öyle kahramanların) nadir örnekler olduklarını biliyoruz. Nadir olmaları, kıymetlerini arttırıyor. Üzerlerine düşmek, bulup çıkarmak, ‘büyütmek’ gerekir.
Adları anılmalı, hikâyeleri anlatılmalı, filmleri yapılmalı. Bir millî-dinî kolektif kimliği aklamak için değil. Altın tozlarıyla allayıp pullayarak bir enkazı gözden saklamak için değil. Tersine, üzerindeki altın tozları, enkazın hazinliğini, vahametini daha barizleştirir. Ama altının parıltısı, enkazı kaldırarak kurulacak bir geleceğe ışık tutar.”
Boyunlarında tabelayla şehir turu
Nuremberg Kanunları’yla 1935’de Yahudiler vatandaşlıktan çıkarılıyor ve Yahudilerle “Alman veya akraba kanından olanlar” arasındaki cinsel ilişkiler, evlilikler yasaklanıyor. Öyle olanlara da teşhir, baskı, zulüm başlıyor.
Yukarıdaki fotoğrafta Alman (Aryan) Adele Edelmann Yahudi işadamı Oskar Dankner’le birlikte Nazilerin eşliğinde şehirde dolaştırılıyor. Boyunlarına asılı tabelalarda soykırımın, katliamın giriş bölümü yazılı aslında: “Ben şehirdeki en büyük dişi domuzum ve sadece Yahudilerle yatarım (onları içime alırım)”. Dankner’ın tabelasında da “Sadece Alman kızlarını odama alıyorum” yazıyor. Dankner daha sonra toplama kampında öldürülüyor.
YAZI FOTOĞRAFI: Fotoğrafın ilk iki karesindeki Sophie (Magdalena) Scholl, savaş karşıtı bir Alman öğrenci… “Beyaz Gül” adlı şiddet içermeyen bir direniş grubunun üyesi. Gestapo onu ilk kez 16 yaşında tutuklamış. Altı yıl sonra İkinci Dünya Savaşı karşıtı bildiriler dağıtırken yakalanıyor. Ağabeyiyle birlikte vatan ihanetten yargılanıyorlar ve yakalandıktan dört gün sonra 22 Şubat 1943’de giyotinle idam ediliyorlar.
Öldürüldüğünde Scholl 22, ağabeyi 25 yaşında. Sophie Scholl’un yargıcın karşısındaki sözleri, normal, sıradan sayılacak kadar sade aslında. Lâkin öyle bir düzende, dönemde değil: “Sonuçta birinin bir başlangıç yapması gerekiyordu. Yazdıklarımıza ve söylediklerimize başkaları da inanıyor. Kendilerini ifade etmeye cesaret edemiyorlar.” Son karede ise aynı dönemde, aynı yaşlarda, memleketlisini görüyoruz. Madalyalı, nişanlı, elinde kırbacı, belinde tabancası, kafasında SS kurukafası… Altı milyon insanın öldürüldüğü toplama kamplarının başgardiyanlarından.