Tam 88 yıl önce bugün… 28 Eylül 1937’de Berlin Olimpiyat Stadyumu hıncahınç dolu… İki marka diktatörün, Führer ile Il Duce’nin en gösterişli buluşmalarından birisi… Hitler “tek halk, tek imparatorluk, tek önder” ilkesi gereği o lakabıyla sadece halkın değil partinin ve devletin de önderi olmanın keyfini sürüyor. Mussolini de zaten “Yüce Lider”.
Önce ev sahibi Hitler konuşuyor: “Şu anda eşi benzeri görülmemiş tarihi bir olaya tanıklık ediyoruz! İki ırktan 115 milyon üyenin coşkuyla katıldığı ve dünyanın geri kalanından yüz milyonlarca insanın dinlediği bir miting için bir milyondan fazla insan burada toplandı!Mitinginin en derin amacı, ülkelerimiz için barışı güvence altına alma konusundaki samimi arzumuzdur.”
Miting sırasında barış güvercinleri uçuruluyor mu bilmiyorum/bulamıyorum ama şifreli mesajlar taşıyan güvercinlerin savaş sırasında hâlâ kıta görevinde olduğuna dair kaynaklar var.
“Biz faşistler barış istiyoruz”
Barışa ortalıkta elini kolunu sallaya sallaya “Ben faşistim, biz faşistiz” diye dolaşan “Mussolini’nin konuşmasıyla doyuyoruz: “Biz Faşistler ve Nasyonal Sosyalistler barış istiyoruz ve her zaman barış için, sürdürülebilir ve verimli bir barış için çalışmaya hazırız.
Daha önce de belirttiğim gibi, Almanya ziyaretimin arkasında gizli bir amaç yok. Endişeli gözlerini Berlin’e dikmiş olan dünyaya karşılık olarak Führer ve ben gür bir sesle cevap verebiliriz: Barış!
Yeni Almanya’nın çehresini kendi gözlerimle görmek istedim. Ve onu gördükten sonra, Yeni Almanya’nın -gücü, haklı gururu ve barış arzusuyla- Avrupa yaşamının temel bir unsuru olduğuna her zamankinden daha fazla ikna oldum. (…) Dünyanın bugün Roma-Berlin Ekseni olarak bildiği şey, Avrupa’daki barış politikasını daha etkili hale getirdi.
“Düşmanın tüm iddiaları asılsız”
Düşmanlarımızın bize karşı ileri sürdüğü tüm argümanlar, iddialar asılsızdır. Ne Almanya’da, ne de İtalya’da diktatörlük vardır; aksine halka hizmet eden örgütler ve güçler vardır. Dünyanın hiçbir yerindeki hiçbir hükümet, Almanya ve İtalya hükümetleri kadar halkın onayına sahip değildir.
Bugün dünyadaki en büyük ve en otantik demokrasiler Alman ve İtalyan hükümetleridir. Diğer ülkelerde ‘dokunulmaz insan hakları’ kisvesi altında siyaset, para, sermaye, gizli topluluklar ve birbirleriyle rekabet halindeki siyasi grupların güçleri tarafından yönetilmektedir. Yarının Avrupa’sı, bizim propagandamızla değil, olayların mantıksal gücüyle faşist olacak.”
“Faşist kartallar”ın ziyaretleri
İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasına tam iki yıl kala yaptıkları konuşmaları kulaklarım çınlayarak okuyorum. 1938’de bu kez de Hitler İtalya’yı ziyaret ediyor. Yine coşkulu gösteriler, “hoş geldin”ler…
Faşizmin, diktatörlüğün coşkusu da bir başka oluyor tabii. Mussolini ile İtalya Kralı heyeti konuklar için özel inşa edilen istasyonda karşılıyor. 1930’ların “Büyük Buhran”ının, ekonomik krizin darbesi malum ama itibardan tasarruf yok. Roma’nın her yeri başta gamalı haçlar süslemelerle donatılıyor. Güzergâhtaki bir caddenin adı da artık “Via Adolf Hitler” caddesi…
Yazımın ana fotoğrafı da o günlerden… İki diktatörün şapkalarındaki amblemler, kartallar aynı soydan. “Nazi Kartalı” pençelerinde Gamalı Haç’ı taşısa da “Faşist kartallar” diye de anılıyor tarihte.
Roma’daki o özel gün…
Yukarıda fotoğrafta ise Mussolini “Kara Gömlekli”lerin arasında. Hitler müttefikinin yuvasında kabarmasına kerhen izin vermiş gibi. Lâkin kaynaklarda o tarihî buluşmanın perde arkasında kibir, güç, halkına baskın görünme yarışının protokole, programlara, ortama uygun “hadi rastgele” demeçlere yansıması da var.
O günün Roma’sı yönetmen Ettore Scola’nın 1977 yapımı o unutulmaz “Özel Bir Gün (Una Giornata Particolare)” filmine de “set” oluyor. Hitler’in ziyaretine koşturarak giden ve gitmek zorunda bırakılan halktan geriye kalan bomboş sokakların, mahallelerin manzaralarıyla…
Koca, baba, asker değilsen…
O özel günü filmin başrollerindeki Antonietta (Sophia Loren) ile Gabriele de (Marcello Mastroianni) çok özel paylaşıyor, yaşıyor. Altı çocuklu ev kadını Antanoietta’nın kocası kara gömlekli faşist üniformasını giyip çoluk çombalak en önde mitinge koşturanlardan.
Antonietta davetsiz misafirine hazırladığı “Duce’ye ithaf” albümünü gösteriyor. Dört yıl önce Mussolini ile yüz yüze gelme şansına bile sahip olmuş: “At sırtındaydı. Durdum ve dörtnala yanımdan geçerken bana baktı. İçimde bir ateş yandı sanki. Elimde alışveriş torbaları… Bacaklarım birden jöleye döndü, etrafımdaki her şey dönmeye başladı ve bayılarak yere düştüm.” Mitinge gitmeyi o da çok istemiş ama işler güçler işte.
Mussolini’nin “İnsan, koca, baba, asker değilse insan değildir” sözleri de albümüne yapıştırdığı ana vecizelerden. Gabriele mırıldanıyor; “Ben ne kocayım, ne baba, ne de askerim…” Gabriele antifaşist, eşcinsel, işinden atılan bir radyo sunucusu…
“Çok kibar antifaşist olamaz”
Evde otururlarken Antonietta’nın yaşlı komşusu elinde çamaşır leğeni -bariz bir bahaneyle- kapıyı çalıyor: “O hâlâ burada mı!” Kırk yaşını güzel süren kadın tereddütle yanıtlıyor; “Evet, mutfaktaki lambayı tamir ediyor”.
Komşusu “Bak, sonra uyarmadı deme…” diyerek sebebi ziyaretini döküyor ortaya: “Böyle tiplerle takılmak insanın başına dert açar. O hükümet karşıtı, anti faşist! Bu da bir insanın olabileceği en kötü şey.” Antonietta tedirgin bir itirazla “Ama o çok kibar ve iyi biri, çok düzgün. Antifaşist olamaz” diye mırıldanıyor.
Filmin hafızama kazınan sahneleri, fotoğrafları çok… Unutamadığım sahnelerinden birisi de Gabriele’nin yere tebeşirle adımları çizerek Antonietta’ya -uno, due, tre- incecik bir stille, harika, yumuşacık bir ritimle rumba öğretmesi…
Faşizme karşı “incelikler antolojisi”
Film “incelik”lerle dolu. Bir yandan faşizmin kaba, “maço”, kara manzaraları, hayata dair “faşo hamaset”i, bir yanda Gabriele’nin stilinde, her tavrında öne çıkan incelikler, duyarlılıklar… Bu karşıtlığı düşünce yine unutamadığım bir sahne geliyor aklıma. Yine İtalya… Bu kez yönetmen koltuğunda Federico Fellini var. 1973 yapımı Amarcord…
İtalya’da faşizm yükseldiği yıllar. Liman şehri Rimini’de solcular seslerini duyurmak istiyor.
Bir çan kulesine gramofon koyuyorlar gizlice. Ve gramofona da o plağı; Enternasyonal’i…
Şehrin küçük meydanında önce plağın çıtırtısı duyuluyor.
Ardından sadece kemanla, hoş bir hafif müzik misali seslendirilen marş, ölümünü bekleyen bir hastanın çevresindeki sessiz-yumuşak hüzün gibi kaplıyor meydanı. Müziği gürültülü, “hay-huy”lu bir güruh halinde kaba saba marşlarını söyleyerek meyhaneden çıkan İtalyan faşistleri de duyuyor. İki görüş arasındaki “dokusal fark”ın tüm izahı sanki.
Ardından kara gömlekliler ellerini beline atıyor; amaçları “gramofonu vurmak”. Ama ironiyle de uzayan bir süre boyunca tutturamıyorlar hedefi. Sonunda başarıyorlar gramofonu vurmayı… Ve aynı marşı bağıra çağıra söyleyerek uzaklaşıyorlar.
Politik, insanî, kültürel, diktatörlüğe, faşizme, ayrımcılığa, adaletsizliğe, şiddete, kabalığa, vasatlığa karşı duyarlılık, incelikler bazen en sıradan günleri özel yaparken… Bazen de kabaca özel gün”lerin ipliğini pazara çıkarıyor. (“İncelikler antolojisi” vurgusunu, Cemal Süreya’nın sevdiğine hitabından aldım.)