Belki merak edenler vardır. Felsefeye dair değerlendirmelerimi sosyolojiden hareketle yapmıyorum. Hele halis bir sosyolojiden hiç yapmıyorum. Felsefenin sadece felsefeden hareketle anlaşılabileceği beklentisini doğru bulmuyorum. Bunu yaparken sosyolojiden değil daha geniş bir çerçeveden bakıyorum: Düşünme (tefekkür). Felsefe veya sosyal bilimler, bu geniş çerçevenin sadece bir takım kurallara bağlanmış yahut teamüllere takılmış dile geliş biçimleridir. Felsefeye bir garezim olmadığı gibi sosyolojiye özel bir temayülüm de yok. Mesleken sosyologluğumu bakış açımın sosyolojikliğine yoran okuyucuların hüsnüzannı beni hep tebessüm ettirmiştir. İyi bir sosyolog olmak için sadece bir sosyolog olmamalı insan. İyi bir felsefeci olmak için de sadece bir felsefeci olmamalı insan. Dolayısıyla mesele asla bir disiplinin bir diğerine üstünlüğü filan değil. Disiplin temelli eleştiri de akademik bir klişe olduğu için, ona ciddi insanlar tenezzül etmez. Hatta benim zaviyemden tek tek bu disiplinlerin birer put olduğunu söyleyebilirim. Edebi edinilip kendisi aşılması gereken tarikatlardır bunlar.
Felsefenin ithalat nesnesi olarak tasavvur edildiği bağlamlarda felsefeye rastgelinip gelinemeyeceği, üzerinde düşünülmesi gereken bir sorudur. “Bu topraklar adam olmaz” diye düşündüğüm için değil. “Bu topraklar adam olmaz” diye düşünen insanların cehaletinin, her toprakta yeşerebilen sahici bir tefekkür biçimi olarak, felsefeye bu topraklarda izin vermeyebileceğini düşündüğüm için.
Evet, felsefeyi abartan ondan mahrum kalır. Felsefeyi bulunduğu yerden başka yerde arayan da ondan mahrum kalır. Tefekkür de iman gibidir; sana ait olmadıkça yoktur.
Felsefenin bir yerde olup olmadığını anlamada faydalı olacak başka bazı formüller de not edebiliriz:
Mesela, felsefenin var olmuş olmasını onun mutlaka var olmak zorunda olan birşey olduğuna yoranlar, felsefeyi bihakkın anlayamaz.
Felsefeden korkan da ona ümit bağlayan da felsefenin gafilidir, ona bihakkın nüfuz edememiştir.
Aynı şekilde, adını felsefe koymadan bir fikri felsefi olarak ele alamayan insanlar, o çok sevdikleri felsefeyi anlayamaz ve öyle kişiler tekrardan öte felsefe yapamaz.
Ve bir yerde aydınlanmanın veya felsefenin ismi çok zikrediliyor diye orada aydınlanma veya felsefenin cismine de rastlayacağımızı düşünmek bir hata olur. Etiket koleksiyoncuları ile sembolik tüketim öykünmecilerinden saygıya değer bir düşünce çıkmaz. Havai fişeklerle bir aydınlanma olmaz. O filozof isimleri ile dolu kitap resimleri ve cehaleti ezberlerle örten ışık parıltıları, mütevazı bir mum kadar bile saygıyı haketmez.
Kemalizmin kültürel ve düşünsel olarak bir toplum israfı, bir insanlık kaybı olarak tecelli etmiş olmasının da arkasında aynı gayrisahihlik var. Eskiden dindar veya İslamcı iken sonradan laik veya Kemalist olmayı bir meziyet sayanlardan da, ahir ömründe bir ukde gibi kulağına küpe takmakta keramet arayanlardan da özgün bir düşünce çıkmaz. Onlar yaşambiçimi tüketicileridir. Tükettikleri şey tarafından tüketilirler.
Üstünde Tanrı veya melek yazan bir felsefi metni, üstünde felsefe yazmıyor diye okumadan aşağılayan sathilik ile üstünde felsefe yazan ancak hazmedilmemiş ve anlaşılmamış bir tercüme metnine, yani gösterişli ama boş bir terminoloji torbasına felsefe hürmeti gösteren yüzeysellik, aynı cehaletin yansımasıdır. Bu sathilik yenilerde kazanılmış bir başarıdır.
Bugünün dünyasında bana göre en cahil insanlar (ve en tehlikeli insanlar) bilimperestlerdir. Yani “bilim”i fetişleştirenler. Uzay gemisine tapan cehalet ile gök taşına tapan bedevilik arasında ne fark var? Bence bir tanesi daha mürekkep ve daha tehlikeli.
Bilimperestler ne henüz bilime uğramamış bir kendi halindeliğin masum gafletine sahipler, ne de bilimin sınır ve mahiyetini görmüş entelektüel bir olgunluğun düşünsel tevazusuna. Cehalet ve kibrin bu çağdaş alaşımına eskiler cehl-i mürekkep derdi. Yani kompozit cehalet. Hem bilmiyor hem de bilmediğini bilmiyor. Günümüzdeki versiyonu ise biraz farklı, bilgiyle kazanılmış bir katmerli cehalet: Hem bilgi sayıyor hem de bilgi edinmeyi anlamaya ulaşmanın garantisi sayıyor. Yüzyıl öncesinin alelade pozitivizmini aydınlanma sanma gafleti, bir sonradan görme heyecanı değilse, fikri bir aculluktan başka birşey değildir. Tekrar söylüyorum: Bugün bilimi yücelten insan cahil bir insandır.
Dünyayı anlamak, insanı anlamadıkça nâtamam bir girişim, gafil bir çabadır. Kütük gibi bir rasyonalizmden fenomenolojiye geçmeden dünyayı anlama iddiasında bulunmak, her şeyden önce insansız bir dünya varsaymak demektir. Yanlışlığı çoktan teşhis edilmiş mahçup edici bir cahil cesaretidir.
Peki felsefe sınıfsal mıdır?
Herşey sınıfsaldır diyen insanlar var. Ben onlardan değilim. Hatta sosyoloji background’ı olan biri için analizleri ziyadesiyle gayri-sınıfsal olan biriyim. Felsefeciler beni sosyolog sanıyor fakat sosyal teori kısmı hariç sosyolojiyle bağı az biriyim. Gördüğü her fotoğraf için “çerçevenin içindedir” veya “çerçeveden dolayı böyledir” demek, evet, doğrudur ama bize bir şey de söylemez.
Eğer “Türkiye’de felsefe neden patladı?” başlıklı yazım sınıfsal bir izlenim verdiyse bilemem, ancak ben sınıfsallığı abartmamak gerektiğini düşünenlerdenim. Yasin Ramazan’ın “Felsefe sınıfsal mıdır?” başlıklı yazısında boş zamana dair zekice katkılar olmakla birlikte, “Türkiye’de felsefe neden patladı?” başlıklı yazıma dair eleştirisini sınıfsallık üzerinden kurması beni ‘zor durumda’ bıraktı, tahayyürde kaldım.
Felsefeye ilgi zengin sınıfa mahsus bir lükstür deseydim, söylediğim sınıfsallık olurdu. Yoksul insanların felsefeye ilgi göstermeyeceğini söylemekle aynı şey değil bu. Mütecessis ruhların felsefe ilgisi konumuz haricidir. Zira popüler ilginin sebeplerini anlamaya çalışıyoruz. Varsa bir sınıfsallık, bu kuşkusuz ortasınıf sınıfsallığı olur ki o da aşağı yukarı şu anlama geliyor: Felsefe ilgisindeki popülerlik, eğitimli ve imkanları son dönemde artmış yeterince gürbüz bir ortasınıfın kendine denk bulduğu bir konuşma biçimi ve bir tüketim tercihini yansıtıyor. Bu bir modernleşme (kentleşme + eğitim) açıklamasıdır, basit bir sınıfsallık analizi değil. İlle bir yere bağlanacaksa Marx’a değil Weber’e akrabalık isnad edilebilir. Bugün nefret edilen AKP’nin bilmem hangi döneminde ahlaksızca zenginleştirdiği yeni kesimlerin felsefe ilgisine dahil olması, başka bir “sınıf” tabiriyle söylersek, felsefe ilgisinde ek sınıfların açılmasını getirdi. Daha geniş kesimler şimdi felsefeli oldu ve sınıfları doldurdu. Benim felsefede “sınıf” analizim burada bitiyor.