Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIFenomenoloji ve Varoluşçuluk: Öznenin İki Doğuşu

Fenomenoloji ve Varoluşçuluk: Öznenin İki Doğuşu

İnsanı anlamak sözkonusu olduğunda, cahillerin yaklaşım çerçevesi “bilim,” yarı-cahil veya yarı-anlamışlarınki “akıl,” ve nihayet meselenin künhüne vakıf olanlarınki de “õzgürlük”tür.

Dünyanın bir temsili olarak modern bilim, dünyanın rasyonel bir yeniden inşası olan ilk devrimdi. İkinci devrim, öznenin doğduğu modern felsefeydi. Geçmişin yükünden ve tüm irrasyonel şeylerden kurtulan bireysel özne, dünyayı rasyonalite yoluyla yeniden fethedecekti. Düşünme onun zeminiydi. Rasyonalite onun vatandaşlığıydı. O, rasyonalitenin öznesi, aktörü idi. Üçüncü devrim, yirminci yüzyılda iki felsefi hareketin yükselişiyle gerçekleşti: Fenomenoloji ve Varoluşçuluk.

Bu iki hareketin ortaya çıkışı, akıl imparatorluğunun köle veya memuru olmayan bir öznenin keşfedilmesinin bir yansımasıydı. Çünkü her iki durumda da birey egemen kişi olarak doğar. Elbette, bu hareketlerden önce bir tür birey doğmuştur. Ancak, bireyin Kantçı ifadesinde, birey, rasyonalite biçiminde metafiziksel olarak güçlendirilmiş bir gerçeğin sadece başka bir tüketicisi olan bir birim olarak anlaşılır. Erken modern birey, varsayılan ahlakî özerkliğe sahip bir aktördür ancak o, akla karşı sorumlu olmaya devam eder. Bireyselliğin daha önceki sürümlerinde, birey bir yargı kaynağı olarak bağımsızdır ancak kendisinden yukarıda ve ötesinde asılı duran bir gerçeği ortaya çıkarması istenir. Birey aklı kullanıyor gibi görünse de, nihayetinde bireyi kullananın akıl olduğu varsayılmaktadır. Akıl, bireyi aşkın buyrukları için hizmete memur bir ev sahibi olarak kullanır. Özgür olsalar da, bu senaryodaki bireyler merkezi bir otoritenin askeri ve aktörü olmaya devam eder.

Fenomenoloji ve Varoluşçuluk ile birlikte artık birey yalnızca özerk bir birim olarak değil, kendi başına bir dünya olarak doğar. Artık yalnızca res extensa ile yüzleşen bir özne veya nesneler dünyasıyla yüzleşen bir zihin değildir insan. Bu yeni felsefi yaklaşımlardaki özne, rasyonel veya başka türlü herhangi bir otorite karşısında egemenlik sahibidir. Bu nedenle, aklın bir aracı olma özgürlüğünden, kişinin kendi aklına sahip olma özgürlüğüne doğru bir değişimi yansıtır. Bireyin önceki anlaşılışında, kişi dünyanın mantığını (bilim) ve insanın ahlakî davranışının görünmez şifresini (rasyonalite) kazarak bulma ve açığa çıkarma yükümlülüğü ile karşı karşıyadır. Bunda, hem dünya hem de benlik homotetik olarak önceden oluşturulmuştur. Özneye kalan iş, o dünyayı edinme ve mutabık gelme görevidir.

Ancak, Fenomenoloji ve Varoluşçuluk himayesinde doğan yeni birey sökonusu olduğunda ne dünya ne de özne özne için önceden oluşturulmuştur. Dünyayla yüzleşen özne, aslında kendi kendisiyle bir meydan okuma (bir soru, bir sorumluluk) olarak yüzleşmektedir. Yeni birey, dünyanın keşfinin ancak ve yalnızca bir kendini keşfetme yoluyla mümkün olduğunu görmek zorundadır. Bunun da belirli bir sonuca giden bir yol değil, kelimenin tam anlamıyla bir soruya var olmayan bir cevap üretme görevi olduğu açıktır.

Fenomenoloji, öznenin dünyayı deneyimleme felsefesidir.

Varoluşçuluk, öznenin özneyi deneyimleme felsefesidir.

Yukarıda bahsedilen üç devrim bu nedenle üç ayrı anı yansıtır: Bilim, Akıl, Özgürlük.

Bu, aynı zamanda bir önem ve derinlik sıralamasıdır. İnsanı anlamak sözkonusu olduğunda, cahillerin yaklaşım çerçevesi “bilim,” yarı-cahil veya yarı-anlamışlarınki “akıl,” ve nihayet meselenin künhüne vakıf olanlarınki de “õzgürlük”tür.

Doğulu (Müslüman) görünümlü sayıldığı için rahmetli Marx’a arkadaşlarınca Marx the Moor (yani Arap Marx) denirdi. Camiye gitmese de hayırsever bu sakallı amcanın Onbirinci Tez’inde söylediği de aynı anlama geliyordu: İnsanı ve tarihi anlama çerçeveleri olarak bu üç şeyin sonuncusu (özgürlük veya irade) diğer ikisine (bilim ve akılcılığa) indirgenemez.

- Advertisment -