“Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor.” diyor Ahmet Hamdi Tanpınar taa 1950’li yıllardan çıkıp gelerek. Her ne kadar çok farklı alanlarda eserler vermiş ve çalışmalar yapmış biri olsa da, haklı olarak yakınıyor fonda sürekli memleketle uğraşma mecburiyetinden. Günümüzde de hâlâ çok hak verdiğimiz, sık sık hatırladığımız ve her yerde karşılaştığımız bu cümleyle hâl-i pür melalimizi özetliyor.
Doğal felaketler, ekonomi, seçimler, bitmek tükenmek bilmeyen siyasî saçmalamalar ve çığırtkanlık, kutuplaşmanın en uç noktaları… Her an her şey elimizden kayıp gidecek sanıyoruz ama bu “her şey”in ne olduğu ya da kaybının nelere yol açacağı hakkında çok fazla fikrimiz yok. Memleket, bir yandan bakarsanız, istikrarlı bir savrulma içinde. Bir kez bu savrulmaya kapılınca, kendimize, derin düşüncelere, zihin yolculuklarına ayıracak vakit bulmakta zorlanıyoruz.
İşte biz aşağı yukarı ama her zamanki gibi bu hâllerdeyken, seçimlerin ikinci turunun hemen ardından, 2 Haziran 2023’te Metis Yayınlarından Fidan Terzioğlu’nun yazdığı bir kitap çıktı: “İnsanı İnsan Yapan Nedir? / Yapay Zekâ Filmlerine Tasavvuf Gözüyle Bakmak”
Memleketin uçsuz bucaksız dertlerinden sıyrılıp yeni bir yola girmek için en uygun zamanlardan biriydi bence. Hemen aldım, okudum. Peşinen söyleyeyim: Çok iyi geldi.
Sonrasında, merak ettiğim birkaç soruyu sordum Fidan Terzioğlu’na:
GS: Sinema meraklıları, bilimkurgu izleyicileri, “yapay zekâ mühim” diyenler tasavvuf perspektifinden insanı insan yapanın ne olduğuna daha önceden kafa yormuş olabilir mi? Ya da tasavvuf felsefesine aşina olanlar yapay zekâ filmleri ile tasavvufun ana kavramlarından en azından bazılarını bağdaştırmış olabilir mi? Yani kısaca, dünyada bu şekilde yapay zekâ ile tasavvufu bir araya getiren başka çalışmalar var mı? Senin aklına nasıl düştü bu konu?
FT: Dünya üzerinde yaşayan insanların aklına düşen fikirlerin bir envanterini çıkarma imkânımız yok, ama bahsettiğin gibi bir çalışmanın yazıya dökülmüş haline tanık olmadım. Geçtiğimiz yıllarda birkaç yerde Matrix filmindeki sembolleri tasavvuf sembolleriyle karşılaştıran tartışmalar gördüm ama bunun dışında bir çalışma bilmiyorum. Bu konunun benim aklıma nasıl düştüğü sorusunun cevabı ise epeyce uzun. Kendimi bildim bileli, merak ettiğim soruların peşinden gidiyorum. Bu soruların bana son yıllarda getirdiği tecrübelerin yazıya dönüşmesinden de böyle bir kitap doğdu.
GS: Yapay zekâ filmlerinin de sıklıkla içinde yer aldığı, birkaç seneye yayılan, uzun bir film okumaları serüvenin var bir de… Bütün bunları yapmak için gereken cesareti nereden buluyorsun?
FT: Bunları yapmamaya cesaret edemiyorum desem daha doğru olur. Merakımın peşinden gitmemek elimden gelmiyor.
Yıllar önce, benim gibi İhsan Oktay Anar meraklısı bir arkadaşım “Puslu Kıtalar Atlası”nı okurken arada bir kitabı kapatıp, kendi kendine yazarı alkışladığını anlatmıştı. Fidan Terzioğlu’nun kitabı kurgu olmamasına ve ilk planda ele aldığı konular açısından “zor anlaşılır” gibi görünmesine rağmen, üslubun akıcılığı ve dilin kullanımı bende benzer bir istek uyandırdı. Daha önce aynı yazarın romanlarını da okumuş birisi olarak, bunu şaşkınlıkla karşılamadım ama kurgu dışı bir konuda yazılan bir kitap için çok ayırt edici, gidiş yolunu en az gittiği yer kadar dert edinen bir tarz olduğunu not etmem gerekiyor.
Kitapta incelen yapay zekâ filmlerinin ve bahsettiğim üslup hakkında bir ipucu daha verebilmek için bunların altbaşlıklarının listesi de şöyle:
- 2001: A Space Odyssey(1968)/ Evvel ve âhir zaman içinde, tekâmül ve evrim
- Blade Runner (1982)/ İnsan ve replika, kader ve irade, sorumluluk ve özgürlük
- The Matrix (1999)/ Gördüğüm gerçek değilse, hakikati nasıl bilirim?
- A.I. Artificial Intelligence (2001)/ Korkunun ecele faydası var mı?
- Wall-E (2008)/ Tüketim aşkının yaydığı çöp dağları
- Her (2013) Seni dinleyen, anlayan, tanıyan, seni düşünen bir varlık…
- Ex-Machina (2014)/ İnsansız bir labirent
GS: Filmleri anlatırken, “hayatı boyunca hissedebileceği bütün duyguları hissedip tüketmiş olduğundan korkan” karakterlerden, “insan olduğu söylenen kişiler empatiden ve merhametten yoksunken, ilgi ve sevgiye dayalı ilişkiler kurabilen” replikalardan, “değişmeyen tek arzusu, görünen ve bilinenlerin esaretinden kurtulmak” olan matriks kişilerinden söz ederken, üslubun öylesine canlı hâle geliyor ki; imzanı, sesinin rengini bir kurgu-dışı eser için şaşırtıcı derecede net biçimde fark ediyoruz. Roman yazmaktan çok farklı mı böyle felsefî, kurgu dışı bir kitap yazmak? Ya da nerede benziyor, nerede ayrışıyor? Türler arasında bu kadar rahat dolaşmanı, felsefî bir konu anlatırken hayal gücünü bu kadar sarih gösterebilmeni sağlayan şey nedir?
FT: Çok teşekkür ederim, eğer böyleyse elbette ziyadesiyle mutlu olurum. Üslubumun, dilimin okuyana ne hissettirdiğini bilmek elimde değil. Kurgu-dışı olarak tanımladığımız her metin, aslında elbette yazanın zihnindeki birtakım kurgularla ortaya çıkıyor. Var olanı anlamak ve anladıklarımı okuyana aktarmak için, gördüklerimi bir şekilde kurguluyorum. Kurgu olduğunu baştan söyleyerek yazdığım bir metinde de, çok önemseyerek peşinden gittiğim soruların bana getirdiği bulgular var. Bunlar da hayata ve olana dair bulgular. Kurgu metin ve kurgu olmayan metin diye ayırdıklarımız, aslında birbirine yakın ve paralel çizgilerde. Dolayısıyla bir alandan öbürüne geçmek zor değil, hatta kaçınılmaz gibi. Ama metinleri yine de kurgu olan ve olmayan diye ayırmaya ihtiyacımız var. Ki, yazanla okuyan arasında sessizce kurulan anlaşma, o ayrımın getirdiği bazı gerekliliklere uyabilsin. Yazan ve okuyan arasındaki ilişki, o ilkelere uygun gelişsin.
GS: Bundan sonra neler olabilir peki, ufukta hangi sorular var?
FT: Ufukta hangi sorular var bilmiyorum tabii, ama ezelden beri değişmeyen gayretim, şu andaki sorunun hakkını verebilmek. Soruyu tam olarak anlamasam da peşini bırakmamak. Bunun neler getireceğini de beraber göreceğiz.
Ben böyle bir kitap okuduğum için çok memnunum. Bu tür maceralara meraklı herkesin okumasını tavsiye ederim. “Beşer olmaktan insan olmaya giden yolda” yürümeyi, Fidan Terzioğlu’nun bu kadar akıcı ve ikna edici bir şekilde oluşturduğu yapay zekâ – tasavvuf ilişkisiyle kavramak benim için heyecanlı ve zihin açıcı oldu. Örneğin, “belli başlı bilimkurgu filmlerini izlerken hissettiğimiz tuhaflık ve tekinsizlik duygusu”nu biliyordum ama bunun tasavvuftaki “bilinmediği bilinmeyenle karşılaşmak” bağlamında açıklanması zihnimi berraklaştırdı. Kendimde ve başkalarında aksadığını bildiğim ama tarif etmekte zorlandığım perspektifleri anlamak, olur ya, belki de birazcık içselleştirip değişebilmek için iyi ipuçları elde ettiğimi düşünmek beni heyecanlandırdı. “Anlamaya, yaralanmaya ve ayakta kalıp insan olmaya cüret eden (‘Her’ filmindeki) Theodore” gibi bir cüret göstermek mümkündür belki.