Önceki yazıda sosyal bilimler perspektifinden ilahiyat camiasından bazı ilahiyatçıların yeni din ve bilime ilişkin bakışlarını ele almış, bunun İslami ilimler ve tefekkür açısından taşıdığı paradigma ve yönteme ilişkin sakıncalarına değinmiştim. Yazı olumlu ve olumsuz tepkilere yol açtı, yeterince konuyu vuzuha kavuşturamadığım yönündeki tepki ilk sırada yer aldığından, konuyu daha detaylı anlatma lüzumu ortaya çıktı. 16 sene önce de bu konu üzerinde yazmıştım, geçen zaman içinde yazdıklarıma bakıyorum da, konu canlılığından önemli bir şey kaybetmiş değil. İki yazıda bu konu üzerinde durmanın faydalı olacağını düşündüm.
Başta şu durum tespitini yapabiliriz: Türkiye, İslami ilimler ve tefekkür bakımından yoksul bir ülke. Cemaatler gibi bağımsız oluşumlar da yeterli formasyonda entelektüel ve bilgin yetiştiremiyorlar. Bunun çeşitli sebepleri vardır. Kanaatimce sebeplerden biri, ilahiyat fakülteleri bağlamında ortaya çıkan sorundur.
Önce şu sualleri sormamızda zaruret var: İslami ilimlerin ve tefekkürün gelişmesinde, büyük umutlar bağlanan ilahiyat fakültelerinin rolü ne olabilir? Kurucuların maksadı ile dışarıdan yüklenen misyon birbiriyle tetabuk ediyor mu?
Bu, şimdiye kadar yeterince üzerinde durulup cevabı aranmamış suallerdir. Olumlu veya olumsuz bu suallerin cevaplarının ipuçlarını bugüne kadar ilahiyatların ortaya koyduğu performansa bakarak yakalamaya çalışmak mümkün. Zaten salt teorik olduğu ve deneysel verilerle desteklenmediği için bir ölçüde polemik mütalaa ve mülahazalardan kaçınmak için, bugüne kadar ortaya konan hasılaya bakıp bir fikir yürütmekten başka seçeneğimiz de görünmemektedir.
Belirtmek gerekir ki, İmam Hatip okullarının zorunlu devamı olan Yüksek İslam Enstitüleri ile İmam Hatip okulları yanında düz liselerden de öğrenci alan İlahiyat fakülteleri arasında belli bir ayrım yapmak gerekir. Elimizdeki deneysel verilerden hareket edecek olursak, İslami ilimlere vukufiyet ve İslami kurucu-bilgiye dayalı tefekkür formasyonu açısından bakıldığında Yüksek İslam enstitülerinin görece daha iyi oldukları söylenebilir. Bunun sebebi tabii ki, ilahiyatlarda öğrenime başlayan öğrencilerin bir bölümünün orta ve lise öğrenimi sırasında İslami ilimlerden, Arapçadan yoksun olarak gelmeleri gösterilebilir; ancak bunun yanında İlahiyatlar ile Yüksek İslamlar arasında belli belirsiz bir paradigma ve bakış açısı farkının da payını görmezlikten gelmemek gerekir.
İlahiyat fakültelerinde kuşkusuz İslami ilimler ve modern bilimlerin bir kısmı okutulmaktadır. Bunun arka planda iyi bir formasyon için gerekli olduğunda kuşku yok; şu var ki, söz konusu öğretim süreci “ilahiyat/ teoloji” olarak ifade edilmektedir. Önceki yazıda işaret ettiğimiz üzere bu çerçevede isimlendirmenin kendisinden hareket etmek gerekirse, “ilahiyat/teoloji” kavramsallaştırmasının İslam akidesine ve kelam geleneğine uygun olmadığı görülür.
Hangi mülahaza ile idiyse, Yüksek İslam Enstitüleri lağvedildi, İlahiyat fakülteleri kuruldu. “Yüksek İslam” ise geleneğe ve İslam’ın bilgi kategorisine daha uygun bir isimlendirme idi. Zira kelam dışında, meşru ayrıma göre de “avam (geniş halk kitleleri)”, gündelik hayatın tanzimi ve ibadetlerin yürütülmesi için gerekli zaruri bilgiler seviyesinde bir eğitim ve öğretime tabi tutulur, bu da çoğunlukla “İlm-i hal (Müslümanın beşeri durumunu İslami akide ve kabul görmüş muamelata göre tanzim eden bilgi)” olarak ifade edilir. Havass’ın ilgi alanı içine giren bilgiler ise daha sofistike, daha özel ve karmaşık bilgilerin öğretilmesine dayalıdır. Doğru bir tanımlama yapmak icap ederse Ümmi İslam, mescit hocalarının öğrettiği İlm-i hal bilgilerin öğretilmesini ve buna göre eğitimi; Kitabi İslam ise İslami ilimlerin okutulduğu karmaşık, uzmanlık isteyen bilgi disiplinlerini esas almaktadır. Bu alanda dil, usul, fıkıh, hadis, tefsir, kelam vb bilgi disiplinleri öğretilir. Bu alandaki öğretime ve tedrisata “yüksek İslam” denmesi mümkündür.
Gelenekteki halka (avama) dönük öğretim ile uzmanlık gerektiren havassa dönük öğretimin bugünkü “yaygın” ve “örgün” eğitime tekabül ettiği söylenebilir. Bugüne kadar elde edilmiş sonuçların kritiği bakımından, “Yüksek İslam Enstitüleri”nin “İlahiyat fakülteleri” şeklinde değiştirilmelerinin çok da isabetli olmadığı anlaşılmaktadır. Yapılacak kökle ve kapsamlı bir reformda, İlahiyat Fakülteleri “Yüksek İslam Fakülteleri” olarak değiştirmek gerektiğini düşünüyorum.
Müslümanların yeni bir doğuş yapma imkanlarından biri, İslami ilimler ve İslam tefekkürü alanında gösterilecek performansa performansa bağlı görünmektedir. İlahiyatlar, mevcut olan ve olabilecek olan imkanlardan sadece biridir; çünkü İslam’ın kaderi ne şahıslara bağlıdır ne de kurumlara. İlahiyatları imkanlardan biri olarak telakki ettiğimiz için üzerinde durmayı gerekli görüyoruz.
Belirtmek gerekir ki, burada sözünü edeceğimiz eleştiri noktaları toptancı veya genelci bir mantıkla bütün ilahiyatçıları veya İlahiyat fakültelerinden mezun olanları ya da söz konusu fakültelerde ders veren, araştırma yapan öğretim üyeleri veya görevlilerinin tümünü kapsamaz. Hatırda tutmamız gereken bir hakikat var: Vaz’edildiğinde genel kurallar için her zaman istisnalar söz konusudur. Tabii ki ilahiyatçılar arasında değerli, entelektüel formasyonu yüksek ve İslam tefekkürünün yeniden doğuşu ve İslam ümmetinin ahlaki, maddi, toplumsal ve politik uyanışı için samimi gayret içinde olanlar var. Ancak genel hatlarıyla ele alındığında ve kurumsal olarak düşünüldüğünde ilahiyat fakültelerinde ciddi sorunların yaşandığı görmezlikten gelinemez. Yayınlarına ve kamuya açık beyanlarına baktığımızda, ilahiyatçıların şu özellikleriyle öne çıktıklarını tespit etmek mümkün:
Önceki yazıda ilahiyatçıların ağırlıklı olarak kullandıkları üst dilin laik ve seküler bir dil olduğuna dikkat çekmiştik. Bu dil, dinin, yani İslam’ın dili değildir. Bu, bilimsel veya akademik çalışma yapma zorunluluğu yanında, İslam içine dışarıdan dahil edilmek istenen konu seçimleri ve konuların muhtevasını ifade eden anahtar terimlerin dinin anahtar terimleriyle eş değerde algılanması dolayısıyla böyle olmaktadır.
Gayet tabii olarak ve tarih içinde geçirdiği değişimler sonucunda her dinin kendine özgü problematiği vardır. Din müntesipleri başka din ve kültür havzalarıyla karşılaştıklarında zorunlu olarak belli bir yüzleşme sürecini yaşarlar. Geçmişte bunun örneklerini yaşadık. Ancak bu tür karşılaşma veya yüzleşmelerde Müslümanlar, kendi anahtar terimlerini hiyerarşik olarak üstte tutar, başka din ve kültürlerin terimlerini ise kendi üst hakikatleri muvacehesinde kritiğe tabi tutmaktadırlar. Bir başka dinin paradigması, Müslüman tefekküründe ancak yardımcı bir parametre veya ifadeyi takviye eden bir argüman hükmünde kullanılır ancak. İlahiyatçıların bugün ve aktüel dünyada yapmaya çalıştıkları ise neredeyse tam aksidir.
Bir örnek vermek gerekirse hermönetik böyle bir konudur. Özü itibariyle hermönetik Batı kültürüne ve Hıristiyan dini metinlerine ait bir problematik konudur. Bunun doğrudan İslam’a dahil edilmesi ve Kur’an metni ya da hadis külliyatının hangi ölçeklerde hermönetik okumaya tabi tutulup tutulmayacağı sorununun vaz’edilmesi, bilgi ve tefekkür hiyerarşisinin İslam dini aleyhine çevrilmesi anlamına gelir. Bu durumda hermönetik ve bağlı olduğu Batı/Grek kültürü ile Hıristiyan teolojisi İslam hakikatini kritik eden üst dil konumuna çıkartılmış olmaktadır.
Diğer dinler kendilerini harici beşeri müdahalelere karşı koruyamadılar. İslam’ın diğer dinlere faikiyeti ise bu noktada billurlaşmaktadır. Harici beşeri müdahale dinin vahye dayalı mesajını ve hakikat muhtevasını değişikliğe uğratma çabasını sürdürürken hermönetiği geliştirir. Sonuçta hermönetik dini metinlerin tahrifini garanti altına alan sıkı yöntem fonksiyonunu görmeye başlar. Siz Müslüman ilahiyatçı olarak, Hıristiyan dini metinlere uygulanan ve metinleri beşerin müdahalelerine açık hale getiren bu yöntemi İslami metinlere de uygulamaya başladığınızda, farkında olmaksızın ve zaman içinde kendi dininizi tahrif etmeye başlar, harici-beşeri müdahalelere açık hale getirmiş olursunuz.
Hükümleri vaz’edildiği tarihi durum ve toplumsal yapıyı göz önüne almak demek olan Hükmün Vasatı’nı ve bu vasat içinde vuku bulan tikel bir olayın yol açtığı hükmün vaz’ı (Sebeb-i nüzul) ile hermönetik okuma arasında doğrudan, birebir ilişki kurmak yanıltıcıdır. Hermönetik, Vasat-ı hükm ile Sebeb-i nüzula karşılık değildir.
İlahiyatçıların, gerek akademizmin gereklerini yerine getirmek gerekse İslam’a ait olmayan sorunları zihin dünyamıza dahil etme çabalarının, genel entelektüel hayat üzerinde etkisi olmaktadır. Dikkatlice gözlendiği takdirde tespit edilebileceği gibi, İlahiyatçıların etkisinde birçok İslamcı veya Müslüman aydın, ya da dini kimliğini reddetmeyen, gizleme lüzumunu hissetmeyen yazar, bilgi ve fikir beyan ederken “seküler bir dil” kullanmanın daha moda ve cazip olduğunu düşünür. Aslında İlahiyatçının kaygısı ile serbest-sivil yazarın kaygıları farklıdır. Zira İlahiyatçıyı mobilize eden faktör mesleki zorunluluklar, sivil yazar veya aydını mobilize eden bir tür referans gördüğü şahsa öykünmedir.
Sonuçta ilahiyatçı kullandığı dil, takip ettiği yöntem (bilimsel ve akademik) ve alana dahil ettiği sorunlar dolayısıyla farkında olsun olmasın, İslam’ı sekülerleştirici bir misyon gördüğünden, onu dışarıdan referans seçenin zihni faaliyeti üzerinde de sekülerleştirici bir etkiye sebebiyet vermektedir.
Bu çerçevede ilahiyatçıların ortaya koydukları genel hasıla göz önüne alındığında, çalışmalarında belirgin bir biçimde “analoji” yaptıklarını tespit edebiliyoruz. Analoji tabii ki kendi başına zararlı değildir. Ama yanlış bağlamlara kapı araladığında kontrol edilemez muhteva değişikliklerine yol açar. Bu türden çok sayıda örnek göstermek mümkün. Mesela kolayca bir ilahiyatçı Kur’an’da Freud’un Psikanalizmi’ni veya Geştalt Psikolojisi’ni arayıp bulabiliyor. Yapılan tezlere bakın, “Kur’an-ı Kerim’de Gestalt Psikolojisi” başlığı altında bir tezin yapıldığını görebilirsiniz. Kur’an, bahsettiği insan, ruh, nefs ve çeşitli beşeri haller ile Gestalt psikolojisi arasında temelde uzaktan yakından benzerlik yoktur. Sadece birtakım yüzeysel benzerliklerden hareketle Kur’an’ın asırlar öncesinden Gestalt’ı haber verdiği iddia edilebilir.
Bu büyük ölçüde konuyu veya muhtevayı modern zihne yaklaştırmak amacıyla İslami terimlere seküler dürtülerle semantik müdahalede bulunma çabasının sonucudur. Bu sayede zamanla dinin dilini ve geleneksel söylemini önce vitrinden indiriliyor, sonra da salondan süpürüp tabir caizse evin mahzenine süpürüyor. Modern kültür dini mahzene ittiği dini çürümeye terk etmek istemektedir ki, buna İslam direnmektedir.
Önceki yazıda İslam’ın bilgi elde etme usulü akademik veya bilimsel yöntem olmadığını belirtmiştim. İslam’ın kendine göre bir bilgi elde etme usulü, yani fıkıh usulü, hadis usulü, tefsir usulü, kelam usulü vardır. Akademik yöntem, bir tür bilgi tekniği ve arkeolojisini yapma girişimidir, haklı sebepleri olsa da bilgi bütünden küçük parçalara indirgenmedikçe bilimsel araştırmaya konu olmaz. Akademisyen kendi dar-özel alanına hakim olmak ister ama bu arada hem indirgeme yaptığından hem bilgiyi nesneleştirip bir tür mekanik malzeme olarak kullandığından, ne İslam’ın hakikatleri hakkında bize bilgi verir ne de gündelik hayatta hareket ederken bize bir yol haritası çizer. Burada kategorik olarak “din ile bilim” arasında çatışma olmaktan çok, İslam ile ilahiyatçının dili ve yöntemi arasında temel bir çatışma baş göstermektedir.