Baştan söyleyeyim: bu bir kişisel hasbihal. Biraz da uzunca. Filistin konusunun benim açımdan anlamına dairdir.
Bilenler bilir, Filistin meselesi benim için merkezi bir konu olmadı hiç bir zaman. Çünkü Müslümanların gündemini hakettiğinden daha fazla işgal eden, Müslüman devlet yöneticilerinin şahsi ve ülkesel çıkarları için suistimal ettiği bir konu idi. Filistinlilerin mazlumiyetinden bağımsız olarak ajitasyona konu olan, dini duyarlılığı siyasi bir krediye dönüştürüp harcıyan ziyadesiyle “dünyevi” bir konu idi. Filistin konusundaki popüler İslamcı heyecana mesafeli durmamın arkasında şu vardı: Çoğu İslamcı ve/ya milliyetçi Müslüman gibi İslam’ı Müslümanların malı olarak görmüyordum ve Müslüman menfaatini din belleyen bir tarafgirlik sarhoşluğuna katılmayı hep redettim. “Din adına siyaset”in veya “din üzerinden siyaset”in dini bir dünyevi alet seviyesine düşürmesini “inanmaya değer bir din”e yakıştıramadığım için siyasi İslamcılığın bu tür galeyanlarını İslamiyet adına üzülerek izledim.
Yazılarımı takip edenler hatırlayacaktır: İslamcılığı, meşru ve modern bir dünyevi ideoloji olarak tanımlıyorum. Çünkü İslamcılık bir Müslüman milliyetçiliğidir. Müslümanların menfaatini savunmayı ve onurlarını korumayı önemseyen bir uyanış cereyanıdır. Geçmişte epeyce sert eleştirdim, İslama zarar veriyor diye. Bugün bu dünyevi ideolojinin Müslümanların çıkarını savunan bir hareket olarak meşru ve bazan gerekli olabileceğini teslim etmekle birlikte bir din ikamesi olarak görülmesini veya dinin gereği sayılmasını bir sapma olarak görüyorum.
Filistin davası benim için bir din davası değildir, olmadı hiç. Filistin davası bir işgal ve zulme karşı bir halkın meşru mücadele davasıdır. Ve bu özelliği ile her Müslüman ve vicdanlı insan için bir meşru davadır. Türkiye toplumundaki Türkler ve Kürtler için mazi ve akrabalık hukukları bunu herhangi bir milli kurtuluş davası olmaktan daha değerli kılar ve kılmalıdır. Ancak İslamcılığın Kudüs romantizmini dini bir hassasiyet olarak görmüyorum, Filistin davasının meşruiyet ve hakkaniyeti için bu tür bir dinselleştirmeye ihtiyaç olduğunu da düşünmüyorum. Böyle meşru siyasi davalarda yapılabilecek hataların İslam’a sayılmaması için bu ayırımın silinmemesi gerektiğine inanıyorum. Muktedirken veya mağdurken dinin kavgaya alet edilmemesini istemek bir dini hassasiyettir. Gaddar bir işgalci karşısında mücadele eden biçare Filistin halkının bu tür kaygılar taşımaması normaldir ve bahsimizden hariçtir.
İsrail’in Filistinlileri kriminalize etme ihtiyaç ve arzusu, önce bütün Arapları ve sonra bütün Müslümanları kriminalize etme ihtiyacını doğuruyor. İsrail’in hakim ideolojisi olan Siyonizm bir Yahudi milliyetçiliğidir. Yani Siyonizm de İslamcılık gibi dünyevi ve modern bir ideolojidir. Ve tüm milliyetçilikler gibi bencil ve insafsızdır. İsrail’in mütehakkim ve işgalci pozisyonunu meşrulaştırması için Filistinlilerin direnişini teröristlik kafesine alması gerekiyor. İsrail’in Filistin’deki şiddetine karşı ortaya çıkan veya ona referansla kendini meşrulaştıran şiddet biçimlerinin terörizm olarak çerçevelenmesi de Filistin üzerinden Müslümanların tüm dünyada terörizmle ilişkilendirilmesini gerektirdi. Bu kah Oryantalizm kah İslamofobi biçimlerini alabiliyor. İsrail’in propaganda makinesi bu yüzden Filistin’deki konumunun meşruiyetini koruyabilmek için neredeyse her Müslümanı terörizmden yana şüpheli statüsüne sokmak istiyor. Müslüman olmayanları da antisemitlik ithamı ile derdest etmek istiyor. İsrail eleştirisinin antisemitism olarak kodlanması ve insanların tepesine bindirilmesi bundan.
Bu realitenin iki veçhesi var. Birincisi bu yapılan şeyin haksızlığını görmek ve buna Müslümanların haklı olarak tepki göstermesidir. Bu herkesin göreceği bariz bir şey. Ancak asıl önemli olan bunun ikinci veçhesi. Bütün bir dünya Müslümanlarının Filistin üzerinden gayrimeşru hale düşürülmeleri ve dünyanın her tarafında İsrail taraftarı lobi ve propaganda aygıtlarının Müslümanların aleyhine mobilize edilmesi sorunu.
Bu ikinci konu beni düşündürmüştür. Varsa eğer bütün bir İslam aleminin Filistin davası yüzünden bu denli meşruiyet saldırısına maruz kalması ve mesela Avrupa ve Amerika’daki Müslümanların kaderinin Filistin’in kaderine bağlanması ne kadar akıl karıdır? İslamiyet’in pratik aklı ve Müslümanların maslahatı açısından bu tür bir bedel ödemek doğru mudur? Bu soru her Müslümanın sorabileceği ve hatta sorması gereken meşru bir sorudur. Madem İsrail’in zulmünü izale edemiyorsunuz, o zaman bu kanayan yaranın bütün bedeni kangren etmesine veya sürekli kanamaya maruz bırakmasına izin vermemek nasıl mümkün olabilir diye düşünmek gerekmez mi? Bu meselenin Müslümanların dikkat, enerji ve meşruiyetini kurutmasını önlemek ve Müslümanları güce tapan bir insafsızlığın saldırılarına hedef kılmamak için ne tür bir çözüm mümkündür?
Yirmi küsur senedir Amerika’da yaşıyorum. Ana akademik araştırma konum Amerika’daki Müslümanların bir azınlık olarak yurttaşlık ilişkileri ve tavattun süreçleridir. Amerika ve Avrupa’daki Müslüman nüfusların kaderinin, ikbalinin, beşerî kaynaklarının, insan psikolojisinin Filistin meselesinin merkezi mesele yapılmasıyla heder edildiğini düşünegeldim ve Amerika’da yaşayan bir Müslüman olarak halen buna inanıyorum. Müslümanların maslahatı ve insanlığın selameti açısından bu meselenin çözülmesi gerekiyor. Ta ki o kangren üzerinden bütün bir Müslüman varlık zarardide olmasın.
Adaletin çözemediği bu zulmü belki sulh önceliği ve İslam’ın şefkat kabiliyeti çözebilir(di). Yani mazereti ne olursa olsun vicdansız ve insafsız bir saldırganlığı dindirmek için Filistin halkının rızasını tahsil ettikten sonra “sadaka” kabilinden kısmen toprak bağışlamak gibi bir ahlaki üstünlük hamlesi. Karşılığında bir tasalluttan kurtulunabilirdi. Şüphesiz bu ancak dini hassasiyetin üretebileceği bir çözüm şekli idi ve Müslüman devletlerin hiç de böyle bir hassasiyet ile hareket etmeyeceğini hesaba katmıyor bu yaklaşım. Ve bu haliyle nahif bir idealizmden hareketle konuşuyor. Dine dair hüsnuzanlarımızın çoğunun gerçek hayatta karşılıksız kalması gibi bu da safça bir çözüm fikri olarak görülebilir. Ancak Müslümanların umumen selameti açısından dinin içinden düşündüğüm bir çözüm bu. Bir mu’min ve Müslüman olarak bu musibetin bitmesi, başta Filistinliler olmak üzere, insanlığın selameti açısından Siyonist saldırganlığın propaganda bahanelerini elinden almak gerekiyor.
Yukarıda düşünegeldiğim çözüm İslam’ın içinden bir fedakarlığı gerektiren bir çözüm. Konuya bir Müslüman değil de sade bir insan olarak yaklaştığımda ise kalbim ve vicdanım buna itiraz ediyor. İşgale direniş hakkı, zulme itiraz sorumluluğu bir insanlık görevidir. Üstelik İsrail’in gaddarlığına karşı başka türlü düşünmek saflık olur. Garip bir şekilde (aslında değil), insaniyetimin infial hissine karşılık İslamiyetim affedebilmeyi ve sulhu önceliyor. Çünkü İslam bir savaşçının hayranlık uyandıran cesareti kadar, savaş esirine de insanca davranan o “rahm” duygusunda yatıyor. Çünkü bu, düşmanını bile düşmanlıktan kurtaran bir kahramanlıktır.
Benim açımdan Filistin davası İslami bir dava olmaktan ziyade insani ve meşru bir dünyevi hak davasıdır. Dolaylı olarak İslamidir ama doğrudan bir din kavgası değildir. Propaganda makinasının bunu bir din savaşı ve hatta ezeli bir kavga gibi sunduğu malumdur. Çoğu Müslümanın da Filistin’in haklı davasını dini bir dava gibi gördüğünü biliyorum. Ancak bunun doğru olmadığını söyleyebilirim. Karşı tarafın saldırganlığını dini sebeplere dayandırması bu gerçeği değiştirmez. Uygurların hürriyet ve eşitlik davası ne kadar İslam davası ise Filistin de o kadar dini bir davadır. Kürtlerin hürriyet ve eşitlik davası ne kadar İslam davası ise Filistin de o kadar dini bir davadır. Ama her hak ve adalet davası direkt veya dolaylı olarak Müslümanların davasıdır, öyle olmalıdır. Filistinlilerin haklılığının Mescid-i Aksa’ya ve hatta Müslüman olmalarına ihtiyacı yoktur. Ki zaten bir kısım Filistinli Hıristiyan olup aynı kaderi paylaşıyor. Bir zulüm var. Müslümana isabet etmiş bir zulüm. Bunun kaldırılması insani ve İslami bir ödevdir.
Bu yüzden ben Yahudi-üstünlükçülüğünü reddediyorum. Yahudilerin bulundukları devletin sahibi olma haklarını savunuyor, bu devletin Filistin topraklarında sadece bir Yahudi devleti olmasını ise ırkçı buluyorum. Türkiye’de Kürtler ve Türkler için ne istiyorsam, Filistin ve İsrail’de Filistinliler ve Yahudiler için aynı şeyi istiyorum. Herkesin devletin sahibi olabildiği bir egemenlik ortaklığı ve insani eşitliği ideal olarak görüyorum. Tek-devlette yurttaşlık ve egemenlikte eşitliğin mümkün olmadığı yerde ikinci çözüm şu olur: işgali bitiren bir iki-devletli çözüm. Ancak bu son çatışmanın herkesin gözüne soktuğu bazı gerçekler var: İsrail’in aslında iki devlet gibi bir derdinin olmadığı. Zamana yayılmış bir etnik temizlik ve askeri üstünlüğe yaslanan bir etnik-dinsel üstünlükçülük söz konusu.
Daha önce de yazmıştım: Siyonizm’de bile bir dane-i hakikat var. O da Yahudilerin azınlık ve devletsiz kalmalarının onlar için soykırıma yol açan bir durum olduğu duygusu. Bu duygu gerçek bir duygu ve Müslümanlar bunu takdir etmekten biraz uzaklar. Yahudilerin de Filistin/İsrail dahil dünyanın her yerinde onurlu bir şekilde yaşamaya hakları var. Eğer İsrail orantısız güç putuna tapıyor olmasaydı, mağdur olduğu Hamas hamlesinden sonra saldırganlık yerine çözüm ve barış çağrısı yapsaydı belki bugün her şey başka bir çizgide olabilirdi. Ancak ne çoğu Müslüman devletin ne de İsrail’in barış gibi bir derdi var. İsrail’de Siyonizm’in sömürdüğü o devletsizlik endişesi duygusunun üstüne bina edilen çılgınca bir gaflet ve ırkçı bir kibir var. İsrail’i yöneten siyonist ideoloji bu mazeretle hareket edip kendinden başka hiç kimseyi insan yerine koymayan bir barbarlığı işlemekte bir sakınca görmüyor. Ve bunu kendi kendini koruma adı altında meşrulaştırıyor. Antisemitizm yaftası tüm dünyada, özellikle de Batı toplumlarında, İsrail’e yönelik haklı eleştirileri susturmak ve insanları terörize etmek için insafsızca kullanılıyor. Bunun yolaçtığı ilginç bir durum var: Dikkat edin Filistin konusundaki gerçekleri antisemitizmle suçlanmadan duymak ve dile getirmek isteyen Batıdaki tüm özgürlükçü insanlar ve Müslümanlar orantısız bir şekilde hakperest Yahudi entellektüellerin yazı, kitap ve konuşmalarını paylaşıyorlar. Çünkü konuşma özgürlüğü tehdit altında.
Erdoğan’ın Holokost suçunun tarihsel ağırlığı altında irrasyonel ve infantal bir ezikliğe sürüklenen Almanların cumhurbaşkanıyla görüşmesinde söylediği gibi Müslümanların Yahudilere ve Avrupalılara Holokost’tan doğan bir borcu yok. Müslümanlar arasında son dönemde ortaya çıkmış antisemitizmin de bir numaralı sorumlusu Holokost’un mirasını Filistin’de etnik temizlik yapmak için araçsallaştıranlardır. Antisemitizmi bir ‘recruitment’ tekniği olarak teşvik eden ve Filistinlilere insandan aşağı bir muameleyi reva görenlerin ırkçılıktan yana şikayette bulunmaları bir ikiyüzlülüktür.
Hasıl-ı kelam, Gazze’de yaşananlar benim nispeten uzak durduğum Filistin meselesinde beni (başka insanlar gibi) yüzleşmeye zorladı. İtiraf etmem gerekirse, Gazze denilen ve iki milyondan fazla insanın hapsedildiği bir toplama kampının gerçek mahiyetini görmek zorunda kaldım. İçim acıdı. Müslümanlığım beni teskin etse de insanlığım bu zulme isyan ediyor. Güce tapan bir barbarlık makinasının insanlık adına durdurulup barışa ve adaletli bir çözüme zorlanması bütün insanlığın görevidir. İnsanların vicdan ve hakkaniyet duygusu son tahlilde gücü ve güç tapıncını yenecektir. Tüm dünyadaki Yahudileri koruma ve kurtarma iddiasındaki bir savaş makinesinin tehdiş yoluyla her yerde antisemitism tohumları ekerek tüm dünyada Yahudiler için bir kara deliğe dönüşmesini önlemek için hakka, adalete, iyiliğe inanan tüm insanların ellerinden geleni yapması gerekiyor. Bugün hem Müslümanların hem de Yahudilerin selameti için gerekli bir uyanışın yankılarını görüyoruz. Bunun belki de ilk adımı “cesaret”tir. Hakkı söyleme cesareti. Güç’ten korkmama cesareti. Firavun karşısında Musa olabilme cesareti. Çünkü insaniyetimiz orda yatıyor. Kekeme de olsak, konuşabilmekte.